Actions

Work Header

Gölgeleri Tüketmek

Summary:

"Harry'nin dikkati öğrencilerden politikacıların beklediği locaya doğru kaydı. Bakışları kızıl gözlerle buluştuğunda, içinde gördüğü saf açlık neredeyse bocalayan bir ruh haline girmesine sebep olacaktı.

Adamın, kirli ve bitkin bedenine diktiği bakışlar sinirlerini bozmaya başlamıştı.

Onu asıl rahatsız eden şey, dudaklarında gördüğü ufak sırıtıştı. Olanlardan memnunmuş gibi görünüyordu."

Saldırının gerçekleştiği gece, Lily bebeğini alıp kaçmayı başarmıştı - ancak kocasının hayatı pahasına.

Perişan durumda olan ve arkadaşlarına en ufak bir güveni kalmayan Lily, Harry'i de alıp Fransa'ya kaçar. Amacı oğlunu, İngiltere'deki yozlaşmadan ve Karanlık Lord'un gittikçe yükselen etkisinden uzakta rahat bir şekilde yetiştirebilmektir. Harry'i elinden gelen en iyi şekilde eğiterek tehlikeli, zeki ve güçlü bir büyücü olarak şekillenmesinde görev alır.

İngiltere Üç Büyücü Turnuvası'nı yeniden başlattığında, Harry daha öncesinde evi olan ülkeye geri dönmek zorunda kalır. Bu esnada Karanlık Lord'u gerçekten öldürmek isteyip istemediğine dair sorular kafasını kurcalamaya başlamıştır bile.

[A Turkish translation of 'Consuming Shadows' by Child_OTKW.]

Notes:

Chapter 1: Bölüm Bir

Chapter Text

Teselliyi her zaman kütüphanede bulmuştu – rahatlatıcı sessizlik, asırlık parşömenlerin kokusu ve parmak uçlarındaki saf bilginin o sarhoş edici farkındalığı... Annesi her zaman öğrenmeye karşı olan açlığını teşvik edecek hareketlerde bulunmuştu. Önüne ciltler dolusu kitaplar ve parşömenler koyarak, bilgileri tüketişini üzgün ama gururlu gözlerle izlemişti.

Kendisiyle aynı yılda olan arkadaşları bu hevesini - kitap raflarının arasında gezinmeyi, okulun göz alıcı bahçeleri ve kristal heykellerinin olduğu yerlerde dolaşmaya nasıl tercih ettiğini bir türlü anlamıyorlardı. Kendini neden bu kadar gereksiz bilgi içeren solmuş ve parçalanmış metinlerin içine gömdüğünü anlamıyorlardı.

Diğerlerinin cehaletlerine her tanık olduğunda, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirirdi.

Kıyıda köşede kalmış bir bilgi kırıntısının bir gün onun hayatını, pusuya yatmış bir gölgeden kurtarabileceği gerçeğini anlayamazlardı. Ama o, çalışmalarının önemini çok iyi biliyordu. Altı yaşından beri, kendisinden ne beklendiğini açık bir şekilde biliyordu.

Hadrian hafifçe iç geçirdikten sonra cilalı masanın yanında duran sandalyeye oturdu ve çantasından kitabını çıkardı. En Karanlık Büyüler  pek de ilgi çekici bir kitap sayılmazdı, ama Hadrian içindeki her bilginin çok değerli olduğunu biliyordu. Annesi kitabı yeniden okumasını ve kitabın ayrıntılı olarak ele aldığı bazı büyüleri içeren - bizzat kendisinin hazırladığı – küçük bir listeyi uygulamalı olarak çalışmasını istemişti. Bu listedeki büyülerden bazıları Aydınlık olmakla beraber, büyük bir kısmı Karanlık olarak değerlendirilen büyülerdendi. Bu yıl annesi, Karanlık Sanatlar üzerindeki deneyimini genişletmesi üzerinde ısrarcı davranıyordu. İkisi de düşmanlarıyla karşılaşabilmek için, Hadrian’ın bu alandaki metodlar üzerinde derinden bilgi sahibi olması gerektiğine inanıyorlardı.

Hadrian’ın Karanlık Sanatlar konusunda doğuştan yetenekli olduğundan ya da bu karmaşık dalı kullanmanın getirdiği negatif etkileri nadiren hissettiği konusunda – tabi ki - hiç konuşmamışlardı. Aydınlık alanda çalışan bir cadı olarak, oğlunun Karanlık büyülere olan yatkınlığından hoşlanmasa da hayatta kalabilmesi için elindeki bütün imkanları kullanması gerektiğini biliyordu. Ve oğlunun hayatına, bu alanda ilerlemesine engel olmayı denemeyecek kadar çok değer veriyordu.

Hadrian, nadiren sergilediği kararlı bir tavırla bilincinin kitabın içerisine gömülmesine izin verdi. Dikkatini her zaman çevresinde olan şeylerin üzerinde tutması ve kendinin evde bile tam anlamıyla gevşemesine izin vermemesi gerektiği öğretilmişti. Ama arada bir gardını, devamlı bir paranoya hissiyle vücudunda biriken gerginliğin birazını serbest bırakabilecek kadar indirdiği olurdu. Beauxbatons, İngiltere’deki çoğu siyasi çekişmenin uzağındaydı ve sınıf arkadaşlarından hiçbirisi onun gerçekte kim olduğunu bilmiyordu.

Arkadaşlarına göre o, Hadrian Evans’tı – oldukça yakışıklı, becerikli ve az sayıda yakın arkadaşa sahip olan çekici bir öğrenciydi. Herkes onu tanıyor ve saygı duyuyordu, ama takındığı soğuk tavrı çoğu kişinin ona yakınlaşmak istemesini engelliyordu. İstediği zaman herkesin dikkatini tam olarak üzerine çekebilecek ve aynı şekilde – kolaylıkla arka planda kaybolabilecek ve kimseye farkettirmeden hareket edebilecek türden birisiydi.  

Ama hiç kimse gerçekte kim olduğunu bilmiyordu. Sınıf arkadaşları ve öğretmenleri onun kıskançlıkla koruduğu ismi ya da annesiyle onun aranan kişiler olduğunu bilmiyorlardı. Babasının başına gelenleri ya da annesini onlarla neden hiç tanıştırmadığını bilmiyorlardı. Hadrian’ın İngiltere hakkında ne zaman bir haber yayılsa dikkatli bir şekilde kulak kabarttığını ya da Karanlık Lord’dan bahsedildiğinde bakışlarının nasıl karardığını göremiyorlardı. Hadrian ne kadar anlamalarını isterse istesin anlayamazlardı.

Çünkü onlar bir avuç çocuktu. Evet, son derece zeki, güçlü ve zaman zaman acımasızdılar – ama yine de her biri çocuktu. Hadrian sınıf arkadaşlarının hala sahip olduğunu gördüğü o saflığı çoktan kaybetmişti. O bir asker, bir sağ kalandı ve hazırlanması gereken bir savaş vardı.

“Hadrian!”

Ses irkilmesine sebep olmuştu. Omzunun üzerinden baktığında yüzünde bir gülümsemeyle Claire’in ona doğru yaklaştığını gördü. Sahte bir rahatlama ifadesiyle kitabını kapattı ve okuduğu kitabı kızın görmesini istemeyerek o gelmeden çantasına yerleştirdi. Şu an çoğu kişi tarafından Aydınlık bir büyücü olarak görülüyordu ve henüz korumaya çalıştığı bu imajını riske atacak bir şey yapmaya ihtiyacı yoktu.

“Claire,” diye selamladı kibarca ve nazik bir gülümsemenin yüzünde oluşmasına izin verdi. Yarı-veela yanına yerleşti, sert gözlerle ona bakarken çenesini hafifçe elinin arka kısmına dayamıştı. “Bir şeye mi ihtiyacın var?”

Kızın dudakları onun bu açık sözlü tavrı üzerine incelmiş, ama onu azarlamak için bir harekette bulunmamıştı. “Öğle yemeği için bahçede olmadığını görünce, Jacob seni alıp gelmemi istedi.” Burnu kütüphanenin kokusunu almasıyla hafifçe kırışmıştı.

Hadrian göğsünde bir eğlence dalgasının yükselmeye başladığını hissederken karşısındaki cadıya sırıttı. “Artık Jacob’ın baykuşu sen mi oldun Claire? Ondan hoşlandığını biliyorum, ama haberci bir kuşa indirgenmek biraz fazla çaresiz bir durum değil mi?” İyi niyetli bir şekilde alay etmişti. Claire buna cevap olarak, hareketin çocuksuluğuna rağmen Hadrian’ın üst koluna kibar bir vuruşla karşılık vermişti. Yarı-veela burnunu çekip anlamlı bir şekilde bakışlarını ondan çevirdi.

 “Bu saçma fikirleri nereden edindiğini bilmiyorum Hadrian, ama Jacob benim için kabul edilebilir bir eşleşme değil.”

Jacob Korin onlarla aynı yıldaydı ve okuldaki herkesin saygı duyduğu bir safkandı. Aynı zamanda etrafında olma konusunda Hadrian’ın kendini gerçekten rahat hissettiği birkaç kişiden biriydi. Claire dördüncü sınıftan beri ondan hoşlanıyordu ve Hadrian fırsat bulduğu her anda kızla dalga geçmekten son derece zevk alıyordu.

“O kadar da değil canım. Jacob zeki, güçlü ve yakışıklı bir safkan... Eminim bundan daha iyisi olamazdı?”

Claire’in gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi. “Kişiliği hakkında bu kadar bilgiliysen, belki de onunla flört etmeye başlamalısın.” Kız onun bocalamasını sağlamayı umuyordu, ama Hadrian bunun üzerine yalnızca pis pis sırıtmış ve bir şeyler fısıldamak için kulağına uzanmakla yetinmişti. “Flört etmekten bahseden kim?” Geriye doğru adımladı ve çantasını omzuna takarken göz kırptı. “Onunla çoktan takıldık bile.”

Zihni hızlı bir şekilde Hadrian’ın ne demek istediğini bir araya getirirken nefesi kesilmiş, gözleri ilgiyle parlamaya başlamıştı. “Cidden yaptınız mı...?” Buna rağmen vardığı sonucu açıklarken tereddütlü görünmüştü – Hadrian uzaklaşabilmek için bu küçük dikkat dağınıklığını kullandı. Onun istediği şekilde düşünmesine ve varsayımlarını oluşturmasına izin verdi. Claire asla Jacob ve onunla ilgili bir söylenti yaymazdı. Hala diğer gençten hoşlanıyorken değil.

Kızın arkasından sertçe seslendiğini duydu. Böyle bir iddiayı ortaya bırakıp ona tatmin edici bir cevap vermeden uzaklaştığı için kızmış olmalıydı.

Claire kolayca arkasından yetişti ve Hadrian bir an için, kendini kızın bacaklarının kendisininkilerden daha uzun olduğu gerçeğine lanet ederken buldu.

“Söylediklerine inanmıyorum. Jacob ve sen asla böyle bir şey yapmazdınız. Birbirinize çok fazla saygı duyuyorsunuz.” Hareketlerinde fazlasıyla inadım inat bir tavırla ilerliyordu. Ya da daha doğrusu, kan kokusu almış bir köpekbalığı gibiydi. “Hadrian!” diye sızlandı karşısındakinde herhangi bir cevap gelmediğini gördüğünde.

“Boşver gitsin Claire. Bugün oyun oynamak için fazla yorgunum.”

“Seni küçük yalancı!” diye kahkaha attı, omzuna bir şaplak atarak. “Benimle akıl oyunları oynamandan nefret ediyorum, şaka yapıp yapmadığını asla anlayamıyorum.”

“Sadece artık yalanlarımı fark edemediğin için kızgınsın Claire. Öncesinde, umutsuz küçük bir çocuk olduğumu düşünmekten zevk alırdın. Bunu bir geri ödeme olarak düşün.”

Kız ona kibarca gülümsedi ve kolunu gencin kolundan geçirdi. Hadrian da buna izin vererek diğeri onu ustaca yönlendirmeye başladığında direnmemişti. “Sekiz yaşında olduğumuz zamanları hatırlıyorum,” diyerek neşeyle kıkırdadı. “Daha önce hiç bu kadar sıska bir çocuk görmemiştim ve düşündüm ki ‘Burada barınabilmek için fazla yumuşak bir kalbi var’. Şimdi nasıl bir hale geldiğine bir bak.”

Hadrian gözlerini devirdi. “Kendi yılımızdakiler arasında birinci, şaşırtıcı derecede mükemmel ve yeteneklerimin fazlasıyla farkında olan biri hale geldim.”

Claire homurdanarak konuştu. “Orada dur bakalım Hadrian – yoksa egon kapıdan içeri sığmayacak.”

“Ego soyut bir kavram tatlım ve ayrıca büyü yapabiliyoruz unuttun mu?”

“Dayanılmazsın,” diye inledi, gözlerinin önünde duran bir saç tutamını kulağının arkasına doğru iterek. Beauxbatons’ın harikulade ön kapılarından çıkıp yemyeşil bahçelere giden mermer merdivenlerden inmeye başlamışlardı. Hadrian kızın yüzündeki gıcık olmuş ifadeyi gördüğünde kahkaha attı, sohbetleri onu fazlasıyla eğlendiriyordu.

Kahkaha sesini duyduğunda Claire’de ağzının kenarlarının küçük bir gülümsemeyle kıvrılmaya başladığını hissedebiliyordu. Hadrian’ın böyle güldüğünü görmek – başı arkaya atılmış ve yeşil gözleri sıcak bir ifadeyle parlarken - çok nadir bir durumdu. Çoğu zaman çok ciddi bir tavır içerisinde olurdu ya da en azından davranışlarında diğerlerinden daha ölçülü olmaya çalışırdı. Onunla düzenli olarak vakit geçiren kişiler, kötü mizah anlayışı ve keskin dilini birinci elden deneyimlemişlerdi. Ama sadece yanında rahat hissettiği kişiler, onun ne kadar harika bir insan olduğunu görebilme fırsatına erişebilirlerdi.

Dürüst olmak gerekirse Hadrian, Claire’in tanıştığı en ilginç kişilerden biriydi. Güzel bir yüz ve güçlü bir vücuda sarılmış bir sürü katman ve sır barındırıyordu. Hadrian’ı yeni öğrenciler arasında ilk gördüğünde genci küçümsemekten kendini alamamıştı. Beauxbatons gibi prestijli bir okula girmeye hakkı olduğunu sanan bir koftinin oğlu olarak görmüştü.

Claire, bu düşüncesinin üzerine dudaklarının gergince büzüştüğünü hissedebiliyordu. Hadrian sınıf çalışmalarında başarılı olduğunda ve diğerlerinden daha iyi olduğunu gösterdiğinde... Bu Claire için kabullenmesi zor bir gerçek olmuştu. Kayda değer bir aile geçmişi bile olmayan bir çocuğun ondan çok daha güçlü olması kendine olan güvenini biraz kırmıştı. Ama şimdi böyle bir güce sahip olmaya ondan daha layık birini, Hadrian kadar önemli ve buna rağmen bu kadar alçakgönüllü olmayı başarabilen başka birisini düşünemiyordu.

İstemsizce kolu, gencin kolunun etrafında sıkılaştı. Hadrian’ı derinden önemsiyordu. Belki de olması gerekenden ve akıllı sayılabilecek düzeyden daha fazla. Hadrian tüm bu kibar davranışlarına rağmen tehlikeliydi. Tam bir kapalı kutuydu ve gücü onu daha da dengesiz bir duruma sokuyordu.  

Gelecekte nasıl bir yol izleyeceklerini belirleyen çoğu sınıf arkadaşının aksine, Hadrian bir kez bile ne yapmak istediğini açıklamamıştı. Claire, Jacob ve okulun büyük bir kısmı onun politikaya yöneleceğini düşünüyordu. Yüksek notları, doğal karizması ve her ortama uyum sağlayan kişiliğiyle kolaylıkla Fransız Sihir Bakanlığı’nda bir pozisyon kazanabilir ve zamanla merdivenin daha da yükseklerine tırmanabilirdi – hatta kafasına koyarsa muhtemelen Sihir Bakanı bile olabilirdi. Ne de olsa gençti. Ayrıca yükselmekte olan cadı ve büyücülerin uğrak noktaları olan bakanlığın düzenlediği çeşitli organizasyonlarda, kendini iyiden iyiye insanlara kabul ettirmeye başlamıştı.

Claire, Hadrian’ın izlediği yolun bu olmasını umut ediyordu. Genç, fikirlerinde biraz radikaldi ve sıklıkla beklenmeyen şekillerde tepkiler gösterirdi – ama onu politikacı rolüne uygun bir hale getiren de bu öngörülemezliği değil miydi zaten? Öngörülebilir bir liderden daha zararlı bir şey yoktu. Öngörülebilir olmak demek, kolayca karşı çıkılabilir ve kontrol edilebilir olmak demekti. Beklenmedik reflekslere sahip olan bir lider, ileriye yönelik planlar yapabilecek bir zihne sahip olduğu takdirde bu etkilerden korunurdu. Hadrian da bu tanıma uygun olarak, strateji yapmaya yatkınlığı olan keskin ve kurnaz bir zihne sahipti.

“Bugün alışılmadık derecede sessizsin.” Gencin sesi onu düşüncelerinden çekip çıkardığında, Hadrian’ın meraklı bir şekilde kendisini izlediğini gördü. “Neredeyse on dakikadır koluna takılmış yürüyorum ve sen henüz beni dedikodulara ya da ortalıkta dönen gevezeliklere boğmadın.” Kendi yöntemiyle kafasına takılan şeyin ne olduğunu sormuştu. Tam bir Hadrian taktiğiydi bu, endişesini bile dolaylı yoldan gösteriyordu. Claire ona gülümsedi. Hissettiği ilgi ne kadar gizlenmiş olursa olsun göğsünün sıcacık olmasına yetmişti.

Hadrian kızın yüzünde beliren samimi mutluluk ifadesine gözlerini kırpıştırdı. “İyiyim arkadaşım,” dedi kollarından birini kibarca sıkarak. Bir yandan da, onu öncekinden biraz daha gayretli bir şekilde çekiştirmeye başlamıştı. “Hadi gidip Jacob’ı bulalım. Seni günde en az iki kere görmezse nasıl huysuzlaştığını biliyorsun.”

Hadrian hımladı. “Ve biz de zavallı ve tatlı Jacob’ın acı çekmesine izin vermemeliyiz, değil mi? Benden biraz ayrı durmak ona iyi gelebilirdi aslında.” Bakışları yaklaşmaya başladıkları öğrenci grubunun üzerine gitmiş, neredeyse anında grubun merkezinde olan genci bulmuştu. “Can sıkıntısını gidermek için her zaman yanında olamam.”

Claire kahkaha attığında, yanına ulaştıkları grubun dikkati onların üzerine yoğunlaşmıştı. “Belki de haklısın Hadrian, ama bu yıl mezun oluyoruz. Hala yapabiliyorken biraz eğlenmesine izin ver.”

“Ah, Hadrian ve ben kendi eğlencemizi yaratmakta oldukça ustayız. Öyle değil mi Hadrian?”

“Bu fikri onun üzerinde bugün denedim zaten Jacob. Ama benim ipucum senin girişiminden daha inceydi.” Jacob ikisine sadece sırıtmakla yetinmişti. Sonrasında Hadrian’ı boş kolundan tutarak çekiştirmiş ve koyu saçlı genci fıskiyelerin önünde duran banklara doğru götürmüştü. Claire dikkatli bir şekilde Hadrian’ın diğer yanına oturdu ve narin elleriyle okul üniformasının mavi eteğini düzeltmeye başladı. Kız diğer öğrencilerle sohbete başlarken, ikisini kendi hallerine bıraktığı için rahattı.

“Gelmemi istemenin bir sebebi var mı?” Lafı dolandırmadan direkt konuya girdi. Jacob nadiren onu getirmek için başkalarını gönderirdi. Korin ailesinin varisi, genellikle bizzat kendisi Hadrian’ın peşine düşmeyi – ‘iz sürmekle’ ilgili bir şey ilgisini çekiyor olabilirdi – ve geri dönüş yolunda da ona öğrendiği haberleri aktarmayı tercih ederdi. Sonuç olarak, ya kendini çok tembel hissediyordu ya da aldığı haber o kadar önemliydi ki ona ulaşmaya çalışarak zaman kaybetmek istememişti.

Jacob başını eğdi. Parlak sırıtışı yerine daha yumuşak ve sevecen bir gülümseme yerleşmişti. “Hayatının birçok alanında sabırsız bir insan olduğunu net bir şekilde söyleyebilirim artık.” Ses tonu hafifti, ama Hadrian yine de gözlerini kısmış ve etraflarında onları dinleyen birisi olup olmadığını kontrol etmek için hızlı bir bakış atmıştı. Jacob kıkırdadı ve ayağa kalkarak pantolonundaki görünmeyen tozları silkeledi. Başıyla ilerisini işaret ederek konuştu. “Hadi gel, yürürken konuşalım. Sana anlatmam gereken bir sürü şey var.”

Hadrian Jacob’ı endişeyle kaplanmış bir şüpheyle izledikten sonra, arkasından gitmek için ayağa kalktı. Hafif bir tempoda başladıkları yürüyüşleri, okul bahçelerinin daha tenha bir noktasına doğru devam etti. Ta ki, yeşil alanı işgal eden yüzlerce öğrencinin boş gevezelikleri kaybolup yerini dingin bir sessizlik alıncaya kadar.

Hadrian birazdan Jacob’ın onunla yeni öğrendiği bilgileri paylaşacağını bildiğinden, sabırlı bir şekilde soru sormadan bekledi. Doğu bahçesinin çitlerinin biraz ötesinde durdular ve Hadrian bütün dikkatini arkadaşına verdi.

Jacob’ın oldukça doğru ve ilgi çekici haberleri toplamasını sağlayan rakipsiz bir iletişim ağına sahip olduğu üst sınıflar arasında bilinen açık bir sırdı. Daha birkaç ay önce yetişkinliğe ulaşan biri için bu bir başarıydı – Korin ailesinin Fransız sosyetesinde önde gelen ailelerden biri oluşu ve oldukça nüfuzlu olmalarına rağmen hem de. Dürüst olmak gerekirse, Hadrian yıllar öncesinden Jacob’ın dürüstlüğünü güvence altına aldığı için rahatlamış hissediyordu. Bu zamana kadar, gencin kendi sırları üzerinde meraklanmasını engellemeyi başardığı için ayrıca memnundu.

Hayatındaki bazı düzensizlikleri Jacob’ın farkettiğini biliyordu, ama neyse ki bunu muggle tarafına atmayı başarmıştı. Jacob geçmişi hakkında onun izni olmadan bir araştırmaya girişmeyecek kadar Hadrian’a saygı duyuyordu. Hadrian, annesinin her ikisinin kimlikleri üzerindeki çalışmasının detaylı incelemeye dayanabileceğini biliyordu – annesi vasat bir iş çıkarmış olsaydı, şimdiye kadar hayatta kalamazlardı zaten – ama aynı zamanda eğer birisi annesi ya da kendisine aşırı derecede merak duyar ve keskin bakışlarla bakarsa, sahte kimliklerinin çözülmesi sadece bir an meselesi olurdu.

Ve bunun olmasına izin veremezdi. En azından gerçekten hazır olana kadar değil.

Jacob asasız bir şekilde gizlilik büyüsü yaptı ve hiç zaman kaybetmeden bulduklarını anlatmaya başladı. Bu özelliği Hadrian’ın onda takdir ettiği özelliklerden biriydi - iş işti.

“Gelecek ay yapılacak olan konsey toplantısını duyduğuna eminim.”

Hadrian başını salladı. Konsey toplantısının, Fransız Sihir Bakanlığı’nın her iki haftada bir düzenlediği parasal konulardan, Seherbaz problemlerine kadar bir sürü konunun tartışıldığı halka açık bir toplantı olduğu bilgisi herkesçe bilinirdi. Vatandaşların bu toplantıları izlemesine izin verilirdi. Aynı zamanda birkaç ayda bir, yüksek güvenlikli konular hakkında çok daha hassas tartışmaları içeren üç günlük özel toplantılar yapılırdı - ama ne yazık ki halka kapalıydı. Bir sonraki toplantının gelecek ay yapılması planlanıyordu.

Jacob onun onaylamasını gördüğünde devam etti. “Toplantıda masaya yatırılacağı kesin olan bir konu hakkında kulağıma bazı fısıltılar geldi. Safkan genç, yanlarında duran asırlık ağacın koyu renkli gövdesine yaslandı ve gözlerini Hadrian’ın gözleriyle buluşturdu. “İngiltere Sihir Bakanlığı, Üç Büyücü Turnuvası’nın tekrar düzenlenmesi için baskı yapıyor.”

Ne?

Hadrian gözlerini kırpıştırdı. Şaşkınlığının yüz ifadesinde açıkça görülebildiğini bilmesine rağmen, şu an endişelenmesi gereken şey soğukkanlılığını kaybetmiş olması değildi. Duyduğu şey, tahmin ettiklerinin ötesindeydi. Hangi noktadan bakılırsa bakılsın saçma ve gülünçtü. Parmakları hissettiği gerginlikle seğirdi.

 İngiltere Sihir Bakanlığı ne düşünüyordu ki? Üç Büyücü Turnuvası’nın gerçekten tekrar kurulacağını mı? Diğer ülkelerin Sihir Bakanlarını bu konuda ikna etmelerinin hiçbir yolu yoktu. Turnuvaların kaldırılmasının bir sebebi vardı.

“Turnuva iki yüz yıldır yasak.” Aralarındaki sessizliği doldurabilmek için kısık bir sesle mırıldandı.

Jacob başını yana eğerek konuştu. “Tam olarak söyleyecek olursak, aslında iki yüz beş yıl.” Genç başka bir yorum yapmadan, Hadrian’a haberi özümsemesi ve çözümlemesi için zaman tanımıştı. Jacob bir aşamaya kadar arkadaşının zihninin nasıl çalıştığını anlayabiliyordu ve beklemek konusunda bir problem hissetmiyordu. Aslına bakılırsa, son kısım ona Hadrian’ı bir kısıtlama olmadan gözetleyebilmesi için fırsat veriyordu.

Hadrian gözlerini kıstı ve düşüncelerinin hareketlenmesine izin verirken düz bakışlarını yana doğru çevirdi.  

 Bu Voldemort’un işi olmalıydı. Başka bir açıklaması yoktu. Ama neden? Turnuvanın tekrar kurulması hiç mantıklı gelmiyordu. İngiltere’yi fethettikten sonra dikkatini o ülkeden başka yerlere kaydırdığını gösteren hiçbir işaret göstermemişti. Bu adımı Avrupa’da bir yer kazanmanın yolu olarak planladığı düşünüldüğünde bile, gereksiz bir adımdı. Voldemort kesinlikle aptal değildi – turnuvanın yasaklanmasının ve popülerliğini kaybetmesinin sebebi fazla tehlikeli olmasıydı. Ve turnuva süresince gerçekleşen ölümlerin fazlalığıydı. Adam böyle bir teklifle gitmenin kamuoyundaki imajına zarar verebileceğini biliyor olmalıydı. Öyleyse niçin –

 İçini buz gibi bir his kapladı.

O... onun haberi olabilir miydi? Ama hayır. Hayır, beni tanıyabilmesinin imkanı yok. Annem kaçtığımız zaman geride hiçbir kanıt bırakmadı ve bir şekilde benim hakkımda bir şeyler öğrenmiş olsa bile beni Potter ailesine bağlayan hiçbir şey yok. Benimle tesadüfen karşılaşmak için bu kadar pervasız bir şeyi de yapmazdı üstelik – beni öldürmenin çok daha incelikli ve bundan çok daha kolay yolları var. Bu fikir olamaz. Gözden kaçırdığım bir şeyler olmalı.

“İngiltere Sihir Bakanlığı neden böyle bir karar aldığını açıklamış mı?”

Jacob omuzlarını silkti. “Kültürümüzün büyük bir parçası olduğuyla ilgili bir şey. Bir de yeni nesil cadılar ve büyücüler arasındaki ‘uluslararası ilişkileri teşvik ederek’ katılımcı ülkeler arasındaki bağların onarılması konusunda bazı zımbırtılar.” Küçük bir sırıtış, Jacob’ın yakışıklı yüzünde belirdi. “Şahsen babam, bu açıklamanın hipogrif bokundan başka bir şey olmadığını düşünüyor ve ben de onunla aynı fikirdeyim.”

Hadrian hımlayarak ellerinden birini saçlarının arasından geçirdi. “Bu teklifi kim sundu?”

“Sihir Bakanı Lucius Malfoy.”

Bunu üzerine Hadrian’ın gözleri parlamıştı. “Malfoy mu? Voldemort değil mi?” Jacob’ın, adamın ismini duymasıyla burnunu kırıştırması bir olmuştu. Hadrian bir anlığına ağzından kaçırdığı için kendine sövmek istiyordu. Voldemort hakkındaki düşüncelerini gizleme konusunda her zaman dikkatliydi, ama bunu yapamayacağını hissettiği durumlarda diğerlerinin dikkatini üzerine çekmeden önce Voldemort’un adını direkt olarak söylemeye yönelik mazeretini belirtirdi.

Voldemort Avrupa’da, İngiltere’de olduğu kadar büyük bir varlığa sahip olmasa bile nadiren bu kadar – Hadrian’ın yaptığı gibi - saygısız bir şekilde adı anılırdı.

Şans eseri ya da bazı kutsal müdahalelerden midir bilinmez, Jacob bu hatasını görmezden gelmişti. “Kesinlikle Malfoy’du. Karanlık Lord o zaman Fransa’da bile değildi. Neden öyle düşündün?”

Kararsızlık göğsüne pençelerini saplamıştı. Jacob’a annesinden başka birine güvenebileceği kadar güveniyordu, ama asıl sorun onu kendi olaylarının içine çekecek kadar güveniyor muydu? Annesini iki hafta daha görme fırsatı elde edemeyecekti. Onu mektup yollayarak anında bilgilendirebileceğinin farkındaydı... Ama annesi bu bilgiyle ne yapabilirdi ki? İki hafta boyunca hiçbir şey yapmadan bekler miydi? Yoksa onsuz bir sonraki planlarının hazırlığına mı başlardı?

Hayır, diye kararını verdi hızlıca. Annesine bu durumu şahsen açıklayabileceği ve sonraki hamlelerinin ne olacağı konusunda söz söyleme fırsatı bulabileceği için iki hafta sonraki tatili bekleyecekti. Annesi kurnazdı evet, ama onun aceleci davranmamasını güvence altına almanın tek yolu sonradan söylemekti. Bu şekilde, konu üzerinde kendi düşüncelerini düzenlemek ve argümanlarını üretmek konusunda zaman kazanmış olacaktı. Hareket tarzına karar vermiş bir şekilde, arkadaşının sorusuna cevap verdi.

“Neden şu an bu karar üzerinde ısrar etmeye başlamalarını -” diye başladı konuşmasına. Bir yandan da göz ucuyla Jacob’ı izliyordu. “Sen de tuhaf bulmuyor musun? Neredeyse on beş yıldır İngiltere onun kontrolü altında, ama bu tabi ki de yönetiminin istikrarlı olduğu anlamına gelmiyor. Evet, ona karşı olan direnç kuvvetleri azaldı – ama böylesine aceleci bir hareket, uğruna çalıştığı her şeyi devirebilir.”

Jacob’ın yüzünü düşünceli bir ifade kapladığında doğru kararı verdiğini biliyordu. Bunu yapabilirdi. Fazla kritik olan bir şeyi açıklamadan, düşüncelerinin bir kısmının başka biri tarafından görülebilmesine izin verebilirdi. Jacob ona asla ihanet etmezdi.

“Bunu yapması onun için biraz kumar oynamak gibi görünüyor, ama bazı şeyler hesaba katıldığında saçma bir düşünce değil.” Jacob düşüncelerini paylaşmaya devam ederken yeni tıraş ettiği çenesini ovuşturdu. “Bazı kişilerden, Karanlık Lord’un kan önyargılarının İngiltere’de oluşturduğu hasarın azaltılmasına yönelik bazı çalışmalar yaptığını duydum. Soylarını ‘kirletme’ konusundaki isteksizliği nedeniyle safkan ailelerin nesilleri tükeniyor. Turnuvayı  tekrar başlatmak, İngiltere’deki safkan gençlerin Avrupalı ailelerle sıkı bağlar kurmasını ve olası evlilikleri bir anlamda güvence altına almalarını mümkün hale getiriyor. Aslında tamamen mantıksız değil.”

Hadrian bunu aklından bile geçirmemişti. Jacob konuştukça, göğsündeki gerilim azalmaya başlamıştı.

“Belki işe alım da yapıyor olabilir. Turnuvayı İngiltere dışındaki gelecek vaadeden cadılar ve büyücülere bir göz atmak için fırsat olarak değerlendirmek – bir anlamda gelecekte kurulabilecek olası ittifaklar hakkında bir fikir edinmek için kullanıyor olabilir.” Sinsi bir bakış Hadrian’ın gözlerini bulmuştu. “Bu kısımda senin oldukça dikkatli olman gerekiyor. Herhangi biri için senden daha güzel bir ödül olamazdı.”

Hadrian, Voldemort'un isteklerine boyun eğme düşüncesiyle boğazında yükselen tiksintiyi gizlemek için ona etkilenmemiş bir bakış attı. Jacob bu ters bakışa tok bir kahkahayla karşılık vermişti. Hadrian sohbetlerini başka bir teori üzerine devam ettirdi. “Bu turnuvayı güç gösterisi yapmak için bahane olarak kullanıyor olabilir. Bu fikri teklif eden ülke olarak, diğer ülkelere bir beyanda bulunduklarını söyleyebiliriz. Aynı zamanda, Karanlık Lord kendi mevkisinde rahat olduğunu göstermek istiyor. Eğer halk üzerindeki kontrol sağlayabilme yetkisine güvenmeseydi, kendini böyle bir şey yaparak riske atmazdı.”

“Bu gayet mümkün bir olasılık.” Bir anlık duraksamadan sonra, Hadrian kendisini sınıf arkadaşının inceleyen bakışları altında köşeye sıkışmış bir halde bulmuştu. “Neden onların ne yapmak istediklerine bu kadar ilgi duyuyorsun Hadrian?”

Hadrian vücudunu gevşemeye zorlayarak umursamaz bir tavırla omzunu silkti. “Sadece tuhaf buluyorum hepsi bu. Üstelik hareketlerinin şüpheli olduğu hakkında sen de benimle aynı fikirdesin.”

Genç bu cevabına kanmamıştı. Bunu konuşmasını bitirdikten birkaç saniye sonra, Jacob’ın çenesindeki bir kasın seğirmesinden anlayabilmişti. Göğsünü suçluluk duygusuna benzeyen bir şey delip geçti, ama bunu hiçbir şekilde riske atamazdı. Jacob en güvendiği kişilerden biriydi. Ancak onu gerçek hayatının karmaşasına çekmek istemiyordu. Çünkü fazlasıyla bencil ve pervasız bir hareket olurdu – artı onun başına bir şey gelirse kendini asla affetmezdi.

Jacob bakışlarını başka bir yere çevirmeden önce bir anlığına onu dikkatle izledi. Yüzünün her santiminde hayal kırıklığı kendini belli ediyordu. “Bir gün bana yeterince güveneceksin.” Sessizce konuştu. Duyduğu yumuşak kelimeler Hadrian'ın yüzünü buruşturmuş ve bakışlarını Jacob’ın ifadesindeki uysallıktan uzaklaştırmasına sebep olmuştu.

Hadrian hiçbir şey söylemedi. Çünkü söyleyecek ne vardı ki? Gruplarının olduğu yere gitmek için döndü, ama Jacob bileğini tutup onu kendisine geri çekmeden önce sadece dört adım atabilmişti.

Hazırlıksız yakalanarak tökezledi. Bir anlık kafa karışıklığı Jacob’ın onu ağaca doğru itip kolları arasına hapsetmesine fırsat tanımıştı. Neler olduğunu farkettiğinde, başını kaldırdı ve Jacob’ın suratındaki gülümsemeyi gördü. Hadrian ilgisiz bir ifadeyle kaşlarından birisini kaldırdı. “Ciddi misin?” dedi.

“Ne?” diye sordu Jacob, ses tonundan masumiyet damlarken.

Peki, en azından biraz önceki hayal kırıklığını atlatmıştı.

“Bırak beni Jacob.” Arkadaşını göğsünü sert bir hareketle itti, ama bunun dışında kurtulmak için hiçbir harekette bulunmamıştı – eğer isterse, bunu başarabileceğini ikisi de biliyordu. “‘Sadece bu seferlik’ demiştik, unuttun mu?”

Arkadaşı hımladı ve başını öne doğru eğerek oyuncu bir şekilde burnunu Hadrian’ın çene hattı boyunca gezdirdi. “O geçen hafta için geçerliydi, senin ne kadar iyi olduğunu öğrenmeden önce.” Biraz daha yakınlaştı ve dudaklarını daha ısrarcı bir şekilde gencin cildine dokundurmaya başladı. Hadrian başını arkaya doğru atarak iç çekti – kısmen öfkeyle, kısmen de eğlenen bir ifadeyle. “Hadi ama Hadrian. Bana hala borçlusun.”

Hadrian boğazının gerilerinden bir ses çıkardı ve Jacob’a bilmiş bir bakış attı. “Genellikle para ya da ödevlerine yardım etmemi isterdin. Ne zamandan beri, bu tür bir ödeme yöntemine onay verdiğimi gördün?” Jacob ona şaşkın bir bakış atmasına yetecek kadar boynundan uzaklaştı. Hadrian’ın gösterdiği direnç her ne kadar zayıf olursa olsun, onu sinir ettiği açıktı.

“Geçen hafta bana uygunsuz bir teklifte bulunduğundan beri. Seni temin ederim, eğer her iki cinsiyete de açık olduğunu bilseydim bunu çok daha önce yapmış olurdum.” Jacob’ın ellerinden biri, Hadrian’ın koyu renkli saçları arasına daldı ve uçlarıyla oynamaya başladı. Son söylediğinde ciddiydi. Hadrian’ın başka bir erkekle beraber olmaya hiçbir itirazı olmadığına dair en ufak bir ipucu yakalamış olsaydı, diğer gence yıllar öncesinde yaklaşırdı. Hadrian derin düşüncelere daldığında dudaklarını yalayışını, gerindiğinde boynunun ne kadar baştan çıkarıcı göründüğünü ya da Hadrian’ın gözlerine baktığında kapana kısılmış gibi hissettiğini ilk farketmeye başladığı zamanlarda...

Göğsünde bekleyen Hadrian’ın ellerinden biri yumruk haline geldiğinde, genç ona kendi gülümsemesiyle baktı. “Birincisi, bu yaşandığında sarhoştum ve sen de bunu biliyordun. İkincisi –“ Hadrian, Jacob’ın kafa karışıklığını kullanarak onu geri adım atmaya zorladı ve yerlerini değiştirerek hafifçe ağaca doğru ittirdi. Yüzündeki gülümseme yerini daha yırtıcı bir sırıtışa bırakmıştı. Jacob bu değişimle beraber tüylerinin ürpermesine engel olamamıştı.

“Kontrolün bende olmasını tercih ederim.” 

.

.

.

Parmak uçları fotoğraftaki adamın üzerinde şefkatle gezindi. Adamın şaşkınlık içerisindeki yüzü, güzel bir gülümsemeyle aydınlandığında izlemeye devam etti. Yüzüne bakan herkesin gününü iyileştiren, rahatlatan türden bir gülümsemeydi bu.

Yıllar geçtikçe - gülümsemenin sahibi hayatına ve kalbine sızmaya devam ederken - onda derin bir öfkeye, sonra bıkkınlığa, en sonunda da aşka neden olan bir gülümsemeydi. Gençlik zamanlarındaki yüze hayranlıkla bakmak yerine, sadece görmek bile kalbine keskin bir acı ve bitmek tükenmek bilmeyen bir hasret dolduruyordu. Çünkü, sevdiği adamdan geriye kalan tek şey buydu.

“Maman?” (Ç.N: Fransızca’da anne) İçeriden bir ses duyduğunda, düşüncelerinden sıyrıldı. Onun geldiğini nasıl duyamamıştı? Normalde şömineyi kendi kendine takılmadan kullanmak konusunda sıkıntı yaşardı. En azından aktive hale geçtiğinde şöminenin çıkardığı parlama sesini duymalıydı.

Yıpranmış fotoğrafı katladı ve ayağa kalkarken cüppesinin iç çebine yerleştirdi. “İçerideyim tatlım.”

Anlık bir duraksamadan sonra, çalışma odasına doğru yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Çok geçmeden oğlunun kafası kapının girişine doğru uzanmış, annesini masanın yanında beklediğini gördüğünde gülümsemişti. Onu görmek kalbinin değişik bir şekilde sızlamasına sebep oluyordu, ama kadın bu duyguyu inatçı bir şekilde görmezden geldi ve oğluna doğru hareket etti. 

Ona ulaştığında çoktan odanın ortasına gelmişti. Yeterince yaklaştığı anda oğlu kollarını etrafına dolamış, annesini göğsüne doğru sımsıkı yaslamıştı. Belli belirsiz bir şekilde, boyunun artık kendisinden daha uzun olduğunu farketti. O an kendini oğlunun eve dönmesine odakladığından, bunu sonradan görmüştü.

Maman?” diye yumuşakça tekrarladı ve gözlerini kadının yüzünde gezdirebilmek için biraz geriye çekildi. Kendi gözlerinin neredeyse aynısı olan yeşil gözlerde endişe duygusu belirgindi.

Tatlı oğlu her zaman kendisinden önce annesini düşünürdü. Ruh halindeki en ufak bir değişimi bile kaçırmaz, devamlı halini hatrını sorardı. Gencin yüzünü ellerinin alırken gülümsedi ve baş parmağıyla yanağını okşamaya başladı.

Eli anında annesinin elinin üzerini kapladı. Gözlerini kapatıp mutlak bir dinginlik ifadesiyle yanağını tutan ele doğru yaslandı. Kadın neredeyse gencin savunmalarının bir bir eridiğini görebiliyordu. Normalde ona asla gardını düşürmemesi gerektiğini hatırlatırdı -hatta kendisinin yanında bile – ama uzun zamandır görüşmüyor olmanın getirdiği özlemle belki... Bir akşamlığına da olsa gencin bu fırsatı değerlendirmesine izin verebilirdi.

“Harry.” Dikkatini çekebilmek için yumuşak bir sesle mırıldandı. Harry göz kapaklarını hafifçe aralayarak canlı renkteki yeşil gözlerini ortaya çıkarmış, onu dinlediğini göstermişti. “Hadi gel. Valizlerini yerleştirirken okulun nasıl gittiğinden bana bahsetmelisin.”

Oğlu iç geçirmiş, ama yine de gitmesine izin vermişti. “Tabi ki maman,” diye mırıldandı, son derece saygılı bir sesle. Kadın hüzünlü bir şekilde gencin etrafındaki duvarların hızlıca yükselişini izledi. Niyeti onu kendisinden uzaklaştırmak değildi.

Her zaman iyi bir gözlemci olan Harry, onun üzerindeki ağırlığı farketmiş olmalıydı. Sonrasında tuhaf bir şekilde sırıtmış ve gözlerinde beliren yaramaz bir parıltıyla ona bakmıştı. “Jacob’la yattım.” Böyle bir şeyi annesine söylemekten hiçbir pişmanlık ya da utanç duygusu hissetmeksizin ilan etti.

Kadını rahatsız eden keder kaybolup gitmişti. Lily de sırıtmaya başlarken kaşlarından birini kaldırdı. “Ve bu yılın en önemli olayı bu mu?”

Harry başını eğerek ağırlığını topukları üzerine verdi. Vücudunun uysal duruşuna rağmen yüzünde bir pişmanlık ifadesi görünmüyordu. “Aslında, teknik olarak tekrarlayan bir davranış olduğu için önemli olaylar dizisi olarak sayılıyor olabilir, ama evet. Öyle olduğunu söyleyebilirim.”

Oğlunun oyuncu tavrından ve onunla yeniden bir araya gelmenin getirdiği hafiflikten memnun olmuş bir şekilde kahkaha attı. “Ve?” diye sordu, gözlerinde meraklı bir parıltıyla sordu. “Nasıldı?”

Harry bunun üzerine sahte olduğu belli olan mahcup olmuş bir ifadeyle baktı. “Neden kendi oğlunun cinsel hayatı konusunda böyle özel sorular soruyorsun maman? Tam anlamıyla şok oldum.” Şakacı azarlamasını bir yana bırakarak devam etti. “Ve çok iyiydi. Özellikle diliyle yaptığı –“

“Yeterli, Harry.” Annesi ufak bir kahkahayla araya girmişti. “Bana derslerinin nasıl geçtiğinden bahset tatlım.”

Annesi akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa girdiğinde, sonraki bir saat boyunca dersleriyle ilgili ne var ne yok anlatmıştı. Harry de onu mutfağın önünde duran tezgaha yaslanarak – ya da bir elmayı başlarının üzerinde asasız olarak gezdirerek - izlemiş, ara sıra ihtiyacı olan şeyleri annesine uzatarak yardımcı olmuştu. Lily yemek hazırlıklarına devam ederken oğlunun yatıştırıcı sesi kulaklarındaydı. Harry okula gitmek için evden her ayrıldığında göğsüne çöken ağrı yerini yavaşça oğlunun yanında gelirken getirdiği sıcaklığa bırakmıştı.

Ancak sonlara doğru Harry’nin sesi azalarak kesildi. Meraklı bir şekilde vücudunu ona döndürmesiyle, oğlunun yüzüne yerleşen anlık bir kararsızlık ifadesini görmesi bir olmuştu. 

Kullandığı bıçağı kesme tahtasının üzerine koyarak yüzünü tamamen ona çevirdi. “Harry?” diye sordu, onu dikkatli bir şekilde izleyerek. Harry gözlerini kırpıştırarak dikkatini yeniden annesine yöneltti.

“Bir problem mi-“

“Üç Büyücü Turnuvası yeniden kurulacak.”

.

.

.

                                

Hadrian, sözlerini değerlendirirken annesinin yüzünün ifadesiz bir hale bürünüşünü eleştirel bir şekilde gözlemledi. Duyguları üzerinde kurduğu kusursuz kontrol mekanizması bir anlığına gencin kıskançlık hissiyle dolmasını sağlamıştı. Ancak şu an uğraşmaları gereken daha önemli konular vardı.

“Tekrar mı kurulacak?”

Onaylayan bir şekilde başını eğdi.

“Çoktan karar verildi yani?”

“Tamamen değil, ama Fransa ya da İskandinavya Sihir Bakanlıkları’nın bu karara karşı durup durmayacakları konusunda şüphelerim var.” Tahmin ettiği gibi annesi, kelimelerinin arkasında gizlenen anlamı bulabilmişti. Yeşil gözleri öfkeyle parladı.

“Voldemort.” Sert bir ifadeyle konuştu Lily.

Hadrian bir kez daha başını salladı, annesinin öfkeli haline rağmen onun ifadesi hala sakindi. “Ben de öyle düşünüyorum. Ama bu fikri teklif eden kişi görünüşte Malfoy.”

“Bu fikri kimin teklif ettiği önemli değil Harry. Malfoy’un sadece bir kukla olduğunu biliyoruz. Bu işte Voldemort’un parmağı olduğu kesin, ama beni asıl endişelendiren kısmı – niçin?”

Hadrian başını ellerine yaslayarak annesinin zihninin tıkır tıkır işlemeye başlamasını izledi. Beraber geçirdikleri zamanı bu şekilde bozmaktan nefret ediyordu. Sadece kendileri gibi olma fırsatını bulmayalı uzun zaman geçmişti. Ama bu konuşmayı daha fazla erteleyemezdi.

“Bizim hakkımızda bir şeyler bildiğini sanmıyorum maman,” dedi yumuşakça. “Çünkü, sadece şüphelerini doğrulamak için bu kadar ileriye gitmezdi. Saldırıdan sonra nereye gittiğimiz hakkında en ufak bir fikri yok. Eğer bir şekilde benimle ilgili bir şeyler duyduysa bile, birden doğru olan cevabı bulabilme gibi bir ihtimali olamaz.”

Oturduğu yerden kalktı ve ellerini annesinin omuzlarına koydu. Endişeli kadın gözlerini onunkilerle buluşturuncaya ve içindeki öfke soğumaya başlayıncaya kadar bekledi. “Düşün maman. Eğer bizi bilseydi, şimdiye kadar saldırıya uğramış ya da gözaltına alınmış olurduk. Ya da bunlardan daha kötü şeyleri yaşıyor olabilirdik.”

Kadının yüzündeki gönülsüz kavrayış ifadesini görebiliyordu. Şimdi daha net bir şekilde düşünebiliyor olmasından memnundu Harry.

Zihni hiç şüphesiz Lily Evans’ın en büyük varlığıydı. Ellerini meşgul edecek bir şeyler bulmak için kesme tahtasına dönmeden önce, ona son kez oğluna dikkatli bir bakış attı. “Senin teorilerin nedir peki?”

Hadrian içini çekti ve ellerini kargaşa içindeki saçlarının arasından geçirdi. “Aslında birkaç tane var. Ağırlıklı olarak bunun sadece Avrupa üzerindeki etkisini arttırmak için politik bir oyun olduğunu düşünüyorum. İngiltere bir süredir uluslararası platformlarda sessiz kaldı ve kendi iç işlerine yöneldi. Bu duyuru, imparatorluğunu genişletmek için hazır olduğunun ilanı olarak işlev görebilir.” Düşünce içinde alt dudağını yaladı. “Jacob ise Avrupalı ailelerle ittifak kurmayı ve İngiliz safkanlara taze ve yeni bir kan stoğu getirmeyi planladığını düşünüyor. Aynı zamanda, Karanlık Lord’un işe alım yapıyor olabileceğini öne sürdü.”

“Jacob mı?” Lily keskin bir tonla sordu. Gözleri bir anda ona çevrildi – dudaklarının aşağı doğru kıvrılmasından hoşnutsuzluğu açıkça belli oluyordu. Hadrian çaresiz bir şekilde ellerini havaya kaldırdı.

“Bana bu haberi getiren kişi oydu maman ve ondan fikir alabilmek için bir şeyler sordum. Hiçbir şey açıklamadım, aptal değilim.”

Lily sertçe başını iki yana salladı, ateş kırmızısı saçları bu hareketini takip ederek dalga dalga yayılmıştı. “Demek istediğim bu değildi Harry. Jacob’ı ve diğer arkadaşlarını önemsediğinin farkındayım, ama onlara duyduğun sevginin kararlarını engellemesine izin vermemelisin. Onlarla bu konuları konuşmak sadece bizim için değil onlar için de tehlikeli. Bu saçmalığı şimdiye kadar sürdürebildiğimiz için şanslıyız ve bizim durumumuzda gizliliğin ne kadar kritik bir konumda olduğunu biliyorsun.”

Biliyorum – her zaman ne kadar önemli olduğunu biliyordum, ama sen de yalanlarımızın arkasına her zaman saklanamayacağımı bilmelisin. Bir gün içlerinden biri bunu çözdüğünde, o zaman ne yapacağız maman? Dünyanın öbür ucuna kaçıp yeni oyunlar oluşturarak bir daha olmasın diye dua mı edeceğiz?” Hayal kırıklığı hissinin benliğinde yayılmaya başladığını hissedebiliyordu. “Bize gerçekten yardımcı olabileceklerinin farkında mısın? Arkadaşlarım şu an genç olabilirler, ama gelecekte Fransız toplumunun seçkin bireyleri haline gelecekler. Eğer gerçekten kim olduğumuzu bilselerdi hazırlığımıza onlar da yardımcı olurlard –“

“Yeter!

 Hadrian içgüdüsel olarak çenesini kapadı.

 Lily derin bir nefes alarak yüzüne düşen saçlarını geriye doğru attı. Kadın gözlerini sımsıkı yummuştu. Hadrian omuzlarındaki baskının ağırlığını görebiliyordu. Bu bitkin ifadenin nedeni olduğu için içini derin bir utanç duygusu sarmıştı. Annesine sesini yükselttiği anların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Nadiren kavga ederlerdi, çünkü kavgaları çirkin ve acı verici olurdu. Her ikisi de sözlerini nasıl silaha çevireceklerini çok iyi biliyordu.

“Hayal kırıklığı duymanı anlayabiliyorum Harry, ama kendimizi korumamız lazım. Üzgünüm. Hiçbir zaman senin böyle bir hayat yaşamanı istemedim, ama şu an içinde olduğumuz durum bu.” Annesi uzandı ve parmaklarını nazikçe oğlunun elmacık kemiğinin üzerinde gezdirdi. Kadın geriye çekilmeden önce bu hafif dokunuşu farkedecek zamanı dahi zar zor bulabilmişti. Mutfaktan çıkarak onu orada, yarısı hazırlanmış yemeklerin arasında yalnız başına bırakıp gitmişti.

Sesli bir şekilde homurdandı ve başını öne doğru eğdi. “Merde.” (Fransızca’da; siktir.)

Konuşma istediği yönde ilerlememişti. Ama annesinin arkasından koşup özür dilemenin de şu an bir işe yaramayacağını çok iyi biliyordu. Aşmaması gereken bir sınırı aşmıştı ve kanamakta olan bir yarayı dürttükten sonra annesine baskı yapmak, kadının ondan daha da fazla uzaklaşmasını istemediği sürece akıllıca bir karar değildi.

Hadrian babası hakkında çok az şey biliyordu. Lily, Godric’s Hollow’daki evlerinden kaçtığı o gece kendinden bir şeyler kaybetmişti. James Potter hakkında konuşurken bile zorlanıyordu. Hadrian babasının bir Seherbaz ve güçlü bir adam olduğunu biliyordu. Ayrıca, çok sevdiği karısı ve oğluna kaçış fırsatı verebilmek için hayatını kaybettiğini de... Ama annesinin ona anlattığı hikayeler dışında nasıl bir adam olduğu konusunda hiçbir şey bilmiyordu.

Şimdi de gitmiş annesine kocasının ölüp gitmiş olduğunu hatırlatmıştı.

Tanrım – bazen cidden duyarsız bir piç olabiliyordu.

Hadrian mutfaktan çıkıp odasına doğru ilerledi ve yatağına bitkin bir şekilde uzandı. İkindi vaktinin son ışıklarının gözlerine ulaşmaması için kolunu gözlerinin üzerine kapatarak gözlerini yumdu.

Daha sonraki bir zaman diliminde – ikisi de sinirlerini yatıştırdıktan sonra – annesiyle arasını düzeltirdi. Şu an, Üç Büyücü Turnuvası’nın yeniden başlamasıyla ilgili bir şeyler düşünmesi gerekiyordu. Çünkü yeniden başlayacaktı, bundan emindi. Fransa ve İskandinavya, İngiltere’nin gözlerini korkutmasına izin vermeyecekti. Bunu gururlarına karşı doğrudan yapılmış bir meydan okuma olarak görmeleri yüksek bir olasılıktı. Turnuvanın ilk başta gençlerin hayatını kaybetmeleri yüzünden yasaklanmış olması önemli değildi, kendilerini kanıtlayabilmek için genç cadı ve büyücüleri ateşe atmaktan çekinmezlerdi.

Ve Hadrian’ın içinde bu sürece dahil edileceğiyle ilgili kötü bir his vardı. Beauxbatons’ta öğrenim gördüğü yılın en güçlü öğrencisi olduğu çoğu kişi tarafından biliniyordu. Turnuvanın nerede gerçekleştiği önemli değildi, temsilci olarak gideceği kesine yakın bir ihtimaldi. Ve bu da tam olarak onun, yılanın ağzına girmesi anlamına geliyordu. Şampiyon olarak seçilmese bile, turnuva bitene kadar orada kapana kısılmış bir şekilde beklemek zorunda kalacaktı.

Şimdilik sadece Jacob’ın Voldemort’ın işe almak için yeni yetenekler arıyor olması konusunda yanılıyor olması için dua edebilirdi. Çünkü etrafında pusuya yatmış lanet bir Karanlık Lord varken, fark edilmeden nasıl dolaşacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu.

Hadrian kolunu hareket ettirerek bir eliyle yüzünü ovuşturdu.

Her ne olursa olsun, bu akşam herhangi bir cevaba ulaşamayacaktı. Toplantıya iki gün kalmıştı ve cevaplarını ancak o zaman alabilirdi. Ondan sonra, bir sonraki hamlesini düzgün bir şekilde planlamaya başlayabilirdi. Şu an kolunu kaldıracak hali dahi yoktu.

 

Chapter 2: Bölüm İki

Chapter Text

Bu sabah Sihir Bakanlığı'na giriş yapılan alan normalden çok daha yoğundu. Etraf telaşlı cadılar ve devamlı bir koşuşturmaca halinde olan büyücülerle dolup taşıyordu. Hadrian insan sayısının çokluğuna şaşırmamıştı. Normal bir günde de binanın bu kısmından yüzlerce kişi geçiyor olurdu - ama özel konsey toplantısının son gününde, aşırı sayılabilecek bir insan kalabalığının mevcuttu. 

İnsanları bu meraklı tavırları için yargılıyor değildi. Ne de olsa o da aynı şey - kararları ilk ağızdan duyabilmek - için orada bekliyordu. Bugün Üç Büyücü Turnuvası hakkındaki durumun karara bağlanacağı gündü. 

Hadrian saatlerdir önünde beklediği, artık vücudunun bir parçası haline dönüşen mermer kolona başını yasladı ve gözlerini kapattı. Arka planda yapıldığını duyduğu konuşmaları ara sıra dinliyordu - ta ki duydukları Fransızca, İngilizce ve ne olduğunu seçemediği birkaç dilin bulamacı haline gelene kadar. 

Hala annesiyle konuşamamıştı. Uyandığı zamanlarda kadın çoğunlukla evden ayrılmış ve ona nerede olduğunu, gün içerisinde yapmasını istediği çalışmaları açıklayan kısa bir not bırakmış oluyordu. Dışarıdan geldiğindeyse kendini iksir laboratuvarına kilitleyip saatlerce iksir yapmakla uğraşıyordu. 

Tek kelimeyle acıtıyordu. Annesinin ona bu şekilde davrandığını görmek canını yakıyordu. Bu kasıtlı görmezden gelinme yerine, istemdışı yapılan göz ardı edilmeyi tercih ederdi. Eve gelmesinden beri sadece birkaç gün geçmesine rağmen, şimdiden Beauxbatons’a dönmeyi ister hale gelmişti. En azından orada onu eğlendirecek insanlar vardı. Sıcak ve küçük evlerinde her zaman sadece ikisi olmuştu. Şu an soğuk ve boğucu hissettiriyordu orası ayrı. 

Sadece o laboratuvar kapısını kırmak ve annesini özrünü dinlemeye zorlamak istiyordu. 

“Yüz ifaden birisi ölmüş ve sen de onun yasını tutuyormuşsun gibi görünüyor.” Jacob yanına geldiğinde neşeli bir ifadeyle konuştu. O da diğer gencin yaslandığı kolona yaslanmıştı. Hadrian parıldayarak kendisini izleyen kahverengi gözleri görmezden geldi ve gözlerini önündeki kalabalığa doğru çevirdi.

“Baban nerede?” 

“Diğer konsey üyeleriyle olan oturumu devam ediyor, ama birazdan ufak bir ara verecekler. Aç mısın?” 

Jacob, Hadrian ona bıkmış bir ifadeyle baktığında sadece sırıtmakla yetinmişti. “Beni yatağa atmak için başka bir yöntem mi denemeye karar verdin Korin?” diye isteksiz bir tonla sordu. 

“İşe yarıyor mu?” diye sordu Jacob, bir adım daha yanına yaklaşırken. Yüzündeki gülümseme daha ihtiyatlı bir hale bürünmüştü. Hadrian hafifçe homurdanarak diğerini yanından uzaklaştırdı. 

“Sakinleş, şu an insan içindeyiz farkındaysan. Diğer kafanla düşünmen gerekiyor.” 

“Sen etrafımdayken ikisi hakkında kafamın karışması benim suçum değil.” Hadrian bu sefer ağzından kaçan kıkırdamayı engelleyememişti. Jacob kendinden memnun bir şekilde arkasına yaslandı. “Flört yeteneğin cidden berbat Jacob. Birinin seninle seks yapmayı istiyor olması bile bir mucize.” 

“Tüm olayı kendin deneyimlediğin için bu konuda eleştiri yapma hakkına sahip değilsin Hadrian. Başlangıçta senin fikrin olduğunu hatırlatırım.” 

“Evet, o an ne düşündüğümü tahmin bile edemiyorum. Gerçekten ne olduğunu bilmesem, sarhoşken yaptım derdim.” 

Birbirlerine gülümsemeye başladıklarında eğlenceleri, konsey odasının büyük kapılarının ardına kadar açılması ve konsey üyelerinin dışarı çıkmaya başlamasıyla bölünmüştü. Hadrian ruh hallerine dair bir işaret yakalayabilmek için üyelerin yüzlerini hızlıca taradı, ama ifadeleri hiçbir ipucu vermiyordu. Onun yerine Jacob’ın babasını bulana kadar bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdirdi.  

Éric Korin, diğer konsey üyelerinden uzaklaşırken etkileyici bir figür sunuyordu. Uzun boylu ve geniş omuzluydu. Üzerinde siyasi mücadele alanında yıllardır deneyimli olmanın getirdiği buram buram ustalık yayan bir aura taşıyordu. Aynı zamanda oğlunun yakışıklılığının da kaynağı oydu. Ellilerine yaklaşmasına rağmen, gençlik zamanlarında taşıdığı çoğu özelliği koruyabilmişti. Hatta öyle ki, Éric ve Jacob’ı yan yana koyduğunuzda baba oğuldan çok abi kardeşi andırıyorlardı.

Hadrian adamın önünü kesmek için çoktan harekete geçmişti. Jacob da daha sakin bir hızla peşinden geliyordu. 

Éric ofisine doğru giden yolda ilerlerken bakışları iki gençle kesiştiğinde durdu. Onlar yanına gelirken sabırla bekledi. Hadrian’a gülümsedi ve arkadan gelen oğlunu gördüğünde ona da başıyla selam verdi.

“İkinizin de burada olacağını tahmin etmeliydim,” diyerek yürümeye devam etti. “Sanırım benden bilgi almak için buradasınız Bay Evans?” Sesinin gerilerinde muzip bir ton dolaşıyordu. Éric, Bakanlığın sonraki bölümünü çeviren bariyerden geçiş yapmalarını sağlayan basit bir büyü mırıldandı. 

Politikacıların çoğunun ofislerinin bulunduğu bu alana, sadece belirli Bakanlık çalışanlarının erişim izni vardı. Harry ve Jacob, yanlarında Éric olduğu için giriş yapabiliyorlardı. Aksi takdirde bariyerler geçişlerini engellerdi. Olası bir saldırıyı önlemek için koyulan en basit önlemlerden biriydi. Tüm bina farklı yetkinliklerde buna benzer bir sürü koruma ve sorgulama bariyerleriyle doluydu. 

Üçlü sakin bir hızda Éric’in ofisine doğru yola koyuldu.

“Beni çok iyi tanıyorsunuz Lord Korin,” dedi Hadrian ve onaylayan bir ifadeyle başını eğdi. “Merakımı giderebileceğinizi umduğum bir konu vardı.” 

Adam ofise girip kapıyı arkalarından kapattıktan sonra, gençlere oturmaları için masasının önündeki koltukları işaret etti. Hadrian kapı kapandığı anda gizlilik bariyerlerinin yükseldiğini hissetmişti - sırıtışını güçlükle bastırdı. Éric’le olan ilişkisi oldukça ilginçti. Adamın ara sıra oynamayı sevdiği türlü türlü akıl oyunlarında yolunu bularak kendini göstermiş, bu esnada diğerinin gözüne girebilmek için yıllarını harcamıştı.

Éric’in onu sevdiğini ve ona birçok açıdan saygı duyduğunu biliyordu. Ama aynı zamanda adamın ona karşı temkinli yaklaştığının da farkındaydı. Çünkü Éric, olası bir tehdidi ilk görüşte tanıyacak kadar uzun zamandır politika işindeydi. Ve Hadrian bir tehditti – belki ona ya da ailesine karşı bir tehdit değildi, ama yoluna çıkan insanlara karşı tam olarak öyleydi. 

Éric masasının arkasındaki sandalyesine oturdu ve önündeki iki genci dikkatle izledi. Hadrian’ın ziyarete gelmesini bekliyordu. Siyah saçlı büyücünün ofisine gelip sorular sormaya başlamasının sadece an meselesi olduğunun bir süredir farkındaydı. 

Gence bir şey söyleyip söylemeyeceği konusunda çelişkideydi. Ama bir yandan Hadrian ondan hiçbir şey öğrenemese bile, Jacob’ın arkadaşına eninde sonunda ne olduğunu anlatacağı da bir gerçekti. Diğerinin oğlu üzerindeki etkisinin boyutunu görmek sinir bozucuydu, ama aynı zamanda takdire şayandı. 

“Konuşmak istediğin konu nedir?” 

“Üç Büyücü Turnuvası.” Éric duyduğunda kafasını salladı, bu konunun açılmasını bekliyordu. “Tekrar başlatılacak, değil mi?” 

Éric derin bir şekilde nefes vererek sandalyesinde geriye doğru yaslandı. Bakışlarını Hadrian ve Jacob’a çevirdi. Birden olduğundan onlarca yıl daha da yaşlı gibi hissetmeye başlamıştı. “Henüz resmi olarak bir karara bağlanmadı, ama bu hızla giderse yeniden başlatılacak gibi görünüyor evet.” Parmaklarını masasının üzerindeki dosyaların üzerinde gezdirirken konuşmaya devam etti. “Başlangıçta çoğu kişi bu karara karşıydı. Üç Büyücü Turnuvası tarihimize sürülen kara bir lekeydi ve zamanında çoğu kişi kaldırıldığı zaman rahatlamıştı.” 

“Çok sayıda ölümle sonuçlandığını da unutmayalım.” Jacob araya girdiğinde Éric söylediklerini başıyla onayladı. 

“Evet, evet öyle olmuştu. Turnuva baştan sona, oldukça havai bir ifade olan sonsuz şan ve şöhret için genç cadı ve büyücülerin boşu boşuna kurban edilmesinden başka bir şey değildi.” Sesine ufak bir küçümseme tonu ekleyerek konuşmaya devam etti. “Malfoy konuşmasını yapmak için kürsüye çıktığında, ne yazık ki çoğu kişi bunları unutmuş gibi görünüyordu.” 

Éric, Hadrian’ın gözlerindeki ifadenin keskinleşmesini ilgiyle izledi. “Malfoy mu?” diye sordu. “Neden ona konuşma hakkı verildi ki? Fransa Sihir Bakanlığı’nın bir parçası bile değil.” 

“Bu doğru. Ama Bakan Malfoy, konsey bir karara varmadan önce kendi argümanlarını sunmak için konuşma yapma talebinde bulundu.” Acı verici bir his Éric’in göğsüne saplanıp kalmıştı. “Dakikalar içinde konseyin yarısından fazlasını kazanabilmeyi başardı.” 

“Diğerlerine kararlarını bu kadar çabuk bir şekilde değiştirmelerini sağlayacak ne söylemiş olabilir ki?” 

“Konuşmasının çoğu, turnuva kurulduktan sonra şampiyonların güvenliğini sağlamak için yapacakları şeyler üzerineydi. Geçmişte, şampiyonların turnuva dışında bir dizi talihsiz ‘kaza’ sonucunda hayatını kaybetmesi oldukça sık görülen bir durumdu. Eğer şampiyonlardan biri diğerleri için tehdit olarak etiketlenirse, problemin ortadan kalkmasını sağlamak için diğerlerinin ihtiyacı olan tek şey birkaç damla zehir olurdu. Malfoy, şampiyonlara karşı yapılabilecek olan bu tür sabotaj girişimlerini önlemeye yönelik sağlam adımlar atacaklarını açıkladı.” 

Hadrian homurdandı. “Öldürme fikrini kafasına koymuş olan birisini engellemek için birkaç bağlayıcı yemin ve koruyucu tılsımdan fazlası gerekir.” 

“Evet ama bu bile önceki yıllardaki şampiyonların sahip olduğundan daha fazla güvence sağlanması anlamına geliyordu. Geçmişte turnuva dışında başlarına bir şey gelmeyeceğine dair pek de garanti verildiğini sanmıyorum,” diye karşılık verdi Jacob. 

“İşte bu yüzden her şampiyona, üzerinde çok güçlü tılsımların olduğu bir bileklik vermeyi planlıyorlar.” Éric, Hadrian cevaplayamadan araya girmiş ve iki gencin dikkatini tekrardan üzerinde toplamıştı. “Malfoy bu bilekliklerin turnuva dışında giyilebileceğini ve sadece mücadeleler esnasında çıkarılabileceğini söyledi. Ve şampiyonların hayatta kalmasını sağlamak için bilekliklerin üzerine zehirlenmeye, lanetlere ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü yönteme karşı bir dizi büyüler ve rünler yerleştirileceğini de ekledi.”

Hadrian, yakışıklı yüzünde yakıcı bir gülümseme belirirken başını yana doğru eğdi. “Peki bu bileklikleri kim hazırlayacak? Nedense İngiltere, Fransa ve İskandinavya’nın rastgele birinin kendi şampiyonlarını korumasına izin verecekleri konusunda şüphelerim var.”

Éric, Hadrian’ın sırıtışına kendi gülümsemesiyle karşılık verdi. “Kim olacak ki? – Karanlık Lord hazırlayacak tabi ki de.”

Bu cevabıyla beraber karşısındaki gencin yüzünde uzun zamandır tanık olmadığı bir ifadeyle karşılaştı – Hadrian belirgin bir şekilde bocalamıştı. Soğukkanlılığını kaybettiğini görmek bu kadar tatmin edici olmamalıydı, ama Éric karın boşluğunda yayılmaya başlayan sıcak hisse engel olamamıştı. Hadrian’ın Lord Voldemort’tan hazzetmediğinin ufak tefek emarelerini daha önceki sohbetlerinde sezmişti – niçin olduğunu tam olarak bilmese de bulmaya çalışırken eğleneceği kesindi – ve yıllar içinde gencin bu damarına nasıl basacağını da çözmüştü.

“Bu adam doğuştan İngiliz olabilir - ama bir Lord olarak statüsü, insanları onun tarafsızlığına güvenmeye daha meyilli hale getiriyor.”

“O bir Karanlık Lord ve bir psikopat. Güven duyulmaya layık bir pozisyonda olduğunu pek sanmıyorum.”

Bak sen. Éric, gencin yeşil gözlerindeki öfkenin tırmanışını izlerken keyifli bir şekilde düşündü. Kanayan bir noktaya mı parmak bastım yoksa? 

“Şahsi olarak fikirleriniz hangi yönde olursa olsun ardınızda kararlarınızı destekleyen bir Karanlık Lord olduğu sürece, size karşı çıkacak kadar cesur birilerini bulabilmeniz oldukça nadir bir durum olacaktır.” Ve bunu söylemesiyle beraber Hadrian’ı kışkırtmaktan duyduğu zevk ortadan kaybolmuştu. Onun yerini, karşısındaki iki gencin Beauxbatons’u temsil etmek için turnuvaya gönderilme olasılığının ne kadar yüksek olduğu ihtimali almıştı.

Durumun hissettirdiği çaresizlik üzerine yumruklarını sıktı. Konsey üyesi meslektaşlarının Malfoy’un kurnaz sözleri ve tatlı vaatleri karşısında bu kadar çabuk pes etmiş olmalarına öfkeliydi. Aşağılayıcı ve mide bulandırıcı bir hareketti, ve Éric bu yüzden onlardan nefret ediyordu. 

Ofis kapısına sert bir şekilde vurulması hepsinin de irkilmesine sebep olmuştu. Asasını keskin bir hareketle salladı. Genç bir cadı kapıyı açmış ve özür dilercesine gülümseyerek konuşmaya başlamıştı. “Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın Lord Korin, ama Bakan Malfoy sizinle bir görüşme yapmak istediğini söyledi.” 

 

.

.

.

 

Lucius, Fransız konsey üyeleri bir bir toplantı salonundan ayrılırken memnun bir gülümsemeyle izledi. Teklifinin konseyce kabul edilmesinin sadece bir an meselesi olduğunu biliyordu. Konuşma yaparken gördüğü yüzlerde onay ifadesini net bir şekilde görmüştü. Onu rahatsız eden tek bir şey vardı - o da Fransızları turnuvanın yeniden kurulması konusunda ikna etme çalışmalarının bu kadar uzun sürmüş olmasıydı. 

Halihazırda konseyin çoğunluğunu kazanmıştı, ama teklifini reddedenler arasında sorun çıkarma kabiliyeti olan birisi vardı. 

Lucius gözlerini dikkatli bir şekilde kalabalığın üzerinde gezdirdi ve bakışları ofislere giden bölümde bariyerleri geçmekte olan Éric Korin'in üzerinde sabitlendi. Arkasından onu takip eden iki figüre ise pek aldırış ettiği söylenemezdi. Ne yazık ki, kısa bir ziyaret olacaktı. İlgilenmesi gereken başka meseleler vardı, ama bir yandan da teklifini fire vermeden kabul ettirmek istiyordu.

Bariyerleri geçme süreci yorucuydu. Ama kendisinin olduğu pozisyonda olmayan birisinin geçirmek zorunda olduğu kadar da kapsamlı bir inceleme değildi. Dakikalar içerisinde tüm güvenlik noktalarını aşıp ve genç bir cadı tarafından Korin’in ofisine yönlendirilmesi fazla uzun sürmemişti. 

Cadının gelişini anons edişini yarım yamalak dinledikten sonra içeri girdi. “Korin.” Kısa bir ifadeyle karşısındaki adamı selamlarken, gözlerinin odada bulunan iki gencin üzerinde dolaşmasına izin verdi. İkisi de Draco’nun yaşlarında olmalıydı. İçinde yükselen cılız bir merak hissiyle, bakışlarını adama döndürdü. 

Korin’in yüzünde bomboş bir ifade vardı, ama Malfoy toplantıdan hemen sonra ofisine gelerek adamı şaşırttığını biliyordu. 

“Bakan Malfoy,” diye selamladı Korin. “Sizi görmek tam anlamıyla sürpriz oldu. Yanlış giden bir şeyler mi var?” Adamın iki gence eliyle bir işaret yapması ve onların da kapıya doğru yönelmesi bir olmuştu.  

Lucius ufak bir sırıtışla elindeki bastonu ileriye doğru uzattı ve ona en yakın olan çocuğun ilerleyişini engelledi. Göz ucuyla gencin omuzlarının gerildiğini farkedebilmişti, ama bundan başka bir tepki alamamıştı. Çok yazık. 

“Çıkmanıza hiç gerek yok çocuklar, fazla durmayacağım. Oturun.” Bastonunu gencin göğsüne doğru ittirdi. Karşısındakinden anlık bir direniş belirtisi hissetmesiyle beraber, diğer gencin – kahverengi saç ve gözlerine bakıldığında Korin’in oğlu olduğu belliydi – onu kolundan tutup sandalyelerin olduğu kısma geri çekiştirmesi bir olmuştu. 

“Şimdi Korin,” diye başladı pürüzsüz bir ses ve tatlı bir gülümsemeyle. “Yaklaşan oylamayı tartışmaya ne dersin?” Korin’in dudaklarının kenarındaki gerginleşmeyi yakaladığında, aldığı tepkinin getirdiği anlık zafer sarhoşluğunu bastırdı. Karşısındaki adam iyi bir politikacı ve oyun oynama konusunda oldukça yetenekliydi, ama Lucius ondan her anlamda daha iyiydi. Ve şu an adamın oğlunun da odada olması onun için bir bonustu. Onu oğlunun gözleri önünde sindirmesi heyecan verici olacaktı. 

“Tabi ki, Bakan Malfoy.” 

Lucius hımladı ve odadaki sessizliğin gerilimi arttırmasına izin verirken uzun parmaklarını bastonu boyunca dolaştırdı. “Toplantıda ister istemez... teklife onay vermiyormuşsunuz gibi bir izlenime kapıldım.” 

Adamın beynindeki çarkların tıkır tıkır döndüğünü olduğu yerden bile duyabiliyordu. Korin’in bakışları bir anlığına iki gencin üzerine yöneldiğinde Lucius meraklanmaktan kendini alamadı. Adamın bakışlarının izlediği yolu takip etti ve gözlerinin - Korin'in oğlunun aksine - onları en ufak bir rahatsız olma belirtisi göstermeden izleyen siyah saçlı gencin üzerinde durduğunu farketti. 

Bu arada, gencin yeşil gözleri oldukça hoş bir renge sahipti.

“Eski bir uygulamayı yeniden canlandırmanın potansiyel bir fayda getireceğini düşünmüyorum desek daha doğru olur.” Malfoy siyah saçlı gence bakarken, içinde hissettiği aşinalık hissini görmezden geldi ve dikkatini tekrardan Korin’e yoğunlaştırdı. 

Lucius kendini tekrardan Korin’e gülümserken buldu. “Neden öyle söyledin dostum? O kadar çok şey var ki! Getireceği ekonomik yararları ve ticari fırsatları bir düşün. Seherbaz kuvvetlerimizde sağlayabileceği gelişmeler ve antrenman programlarımızın paylaşımı gibi şeylerden bahsetmiyorum bile.” Gençlerin oturduğu sandalyelerin arasına gelinceye kadar onlara doğru yaklaştı.  

Korin onu çok dikkatli bir şekilde izliyordu. 

“Ülkeler arasında kurulma olasılığı olan aile ittifakları kültürel zenginliğimizi arttıracaktır. Bunun yanı sıra, eğitimin iyileştirilmesi konusunda da yardımlaşabiliriz.” Lucius elini Korin’in oğlunun omzuna koyarak nazikçe sıktı. 

Şaşırtıcı bir şekilde tepki veren Korin değil, diğer genç olmuştu.

Siyah saçlı genç sandalyesinden fırlayarak bakışlarıyla onu olduğu yere çiviledi. Lucius alaycı bir ifadeyle tek kaşını kaldırmakla yetinmişti - başlangıçta şaşırmasına rağmen eğlenmeye başladığını hissedebiliyordu. “Peki senin Lord’un bundan ne gibi bir fayda sağlamayı amaçlıyor?” Bariz Fransız aksanıyla karışmış, ama şaşırtıcı derecede etkileyici bir İngilizce’yle sordu. 

“Evans!” Genç, Korin’in keskin azarını umursamayarak görmezden gelmişti. Kendinden emin bir şekilde bakışlarını Lucius’unkilerle birleştirdi. Talep ettiği bilgiyi İngiltere Sihir Bakanı’nın ona açıklayacağından son derece eminmiş gibi bir tavır takınmıştı. 

Lucius maruz kaldığı saygısızlıktan rahatsız olmak yerine, ilgisinin daha da artmaya başladığını hissedebiliyordu. Yüksek rütbeli bir Ölüm Yiyen olduğu bilinmeyen bir bilgi değildi. Lord’u direniş kuvvetlerini ezip geçtiği için, artık gerçek sadakatinin nereye bağlı olduğunu saklamak gibi bir ihtiyaç hissetmiyordu. 

Lucius bunun üzerine kıkırdadı. Gencin yüzü ne kadar ifadesiz olsa da gözlerindeki tehlikeli parıltıyı görmek neşesini yerine getirmişti. “Lütfen endişelenme Korin. Gencin meraklanması gerçekten normal bir durum. Ancak Lord Voldemort adına konuşamayacağımı da üzülerek belirtmek istiyorum.”   

Yeşil gözleri tuhaf bir ifadeye bürünen gence yaklaştı. “Ama, Karanlık Lord’un, gelecek neslin gücüne tanık olmak için son derece heyecanlı olduğunu söyleyebilirim.” 

Lucius bastonunu yukarıya doğru kaldırdı ve değerli taşlarla bezeli topuzunu karşısındaki gencin çenesinde gezdirdi. Hareketleri onu rahatsız ettiyse de, diğerinin yüzünde bunu ele veren hiçbir şey yoktu. Tam anlamıyla büyüleyiciydi. Buraya bir politikacının gözünü korkutmak için gelmişti. Ama onun yerine, güzel boynunu nasıl eğeceğini bilmeyen minik bir mücevher bulmuştu. 

“Adın nedir evlat?”

“Merak mı ettiniz yoksa?”

Memnun olmuş bir gülümsemenin izleri adamın dudaklarında kendini belli etmeye başlamıştı. 

“Fazlasıyla,” diye mırıldandı Lucius.

 

.

.

.

 

Tanrım, bunu söylerken cidden ne düşünüyordum acaba?

Hadrian, Malfoy'un yumuşak cevabını duyduğunda yüzünü ifadesiz tutmakta zorlanmıştı. Bu, onun Voldemort'la önemli bağlantıları olan bir kişiyle yaptığı ilk etkileşimdi. Ve şimdiden bir şeyleri eline yüzüne bulaştırmayı becerebilmişti. 

Eninde sonunda Voldemort'un takipçilerinden biriyle etkileşime girmesi gerektiğini o da biliyordu. Amacını tamamlayabilmek için Karanlık Lord'un Ölüm Yiyenler'ine karşı savaşmak zorunda olduğu gerçeğinin ve ellerini kana bulamadan bunu başarmasının mümkün olmayacağının farkındaydı.

Soğukkanlılığını koruması, duygularını kontrol altında tutması ve asla bocalamaması gerekiyordu. Bunlar çocukluğundan beri annesinin ona aşılamaya çalıştığı niteliklerdi. Bu insanlarla kurduğu iletişimlerde kurnaz olmalıydı - sadece onlarla karşılaşmak bile gözünü korkutmamalıydı ya da kolayca öfkelenen bir ruh haline bürünmesini sağlamamalıydı. 

Malfoy Éric'in ofisine adım attığından beri, içinde hissettiği bastırılmış enerji dalgası yüzünden sinir uçları alev almış gibiydi. Hadrian sihrinin teni altında gezindiğini, karşısındaki tehdidi elimine etme hazırlığına girerek öfkesiyle doğru orantılı bir şekilde yükseldiğini hissedebiliyordu. Şu an sihrinin tüm yıkıcılığıyla etraflarına yayılmasını engelleyen tek şey ince bir konsantrasyondu.

Aslında Jacob'a dokununcaya kadar, İngiltere Sihir Bakanı'na saldırma içgüdüsünü gayet başarılı bir şekilde bastırabilmişti. Lucius gibi tehlikeli birisinin arkadaşına bu kadar yakın durması ve tavırlarının arkasına gizlenmiş olan tehdit iması, Hadrian'ın zaten sallantıda olan soğukkanlılığının birden ellerinden kayıp gitmesine sebep olmuştu. 

Düşüncesizce hareket etmişti. İstenmeyen dikkatleri üzerine çekerek kendini bir anda Malfoy'un kurallarını koyduğu bir oyunun ortasında bulmuştu. Çenesini kapalı tutmalı ve adamın Éric'i tehdit etme girişimlerine izin vermeliydi. Öyle yapsaydı şimdi bir saldırmaya hazır bir yırtıcının soğuk gözlerine bakıyor olmazdı. 

Kontrolünü tamamen kaybetmeden önce durumu kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. 

Kendini geri çekip uysal bir kişiliğe sahipmiş gibi rol yapmak için artık çok geçti. Malfoy bu kadar belirgin bir kişilik değişikliğine kanacak kadar aptal değildi, anında bir şeyler çevirdiğini farkederdi. Ama başka türlü diğerinin merakını daha fazla uyandırmadan nasıl başından savabilirdi ki? 

Eğer...

Geri çekilmesine hiç gerek yoktu belki de. Onun yerine bu rolü devam ettirebilir, ona kendini saygı duymaktan yoksun kibirli bir genç olarak lanse edebilirdi. Bunu yapmak onun için çok da zor olmazdı. Bu tür davranış şekillerini genellikle arkadaşlarıyla arasında şaka olarak kullanıyorlardı. Bu şekilde davranmakla farklı bir şey yapmış olmayacaktı - sadece şaka elementini denklemden çıkaracaktı. 

Evet, bu işe yarayabilirdi. Malfoy'un beni bu şekilde görmesi, bana olan ilgisini azaltacaktır. Bunu doğru bir şekilde yapmayı başarırsam, adımı bile hatırlamayacağından eminim. Hadrian, gençliğin getirdiği tüm kibri yansıttığından emin olan bir sırıtmayla adama baktı. 

Oynayalım o zaman Malfoy. 

"Adım Hadrian Evans." Yanağında gezinen bastonu ittirdi ve yetişkin büyücüye küçümser bir ifadeyle bakarken tek kaşını kaldırdı. 

"Ah, Evans mı? Korkarım o aile ismiyle pek aşina değilim." Maruz kaldığı saygısızlık, adamın gümüşi renkteki gözlerinin öfkeyle parlamasına sebep olmuştu. Diğerinin Hadrian hakkındaki düşüncelerini tekrardan gözden geçirmeye başladığı açıktı. Direkt olarak meydan okumadan önce, söz ve tavırlarında cüretkar bir üslup takınmıştı. Şimdi açık bir şekilde düşmanlığını hissettiriyor ve etrafa buram buram küstahlık yayıyordu. 

Malfoy gibi insanlar bu tür tutumlara maruz kalmaktan nefret ederdi. Peki ya Hadrian'ın soyadıyla ilgili olan yorumu? 

Böylesi çok daha iyiydi. Hangi elitist safkan bir koftinin küstah oğluyla zaman kaybetmek isterdi ki? 

"Babamın soyadı." Savunmacı bir ses tonuyla çenesini öne doğru çıkardı. "Sizin gibi birinin muggle soyadlarını bilmesini beklemezdim zaten." 

İşte oradaydı. Adamın yüzündeki anlık tiksinti ifadesi zar zor farkedilse de oradaydı. Hadrian böyle bir tepki vermesini beklediğinden o anı yakalayabilmişti. Malfoy ona olan ilgisini kaybediyordu. Bakan'ın kendisinden nasıl usta bir şekilde uzaklaştığını, bastonunu nasıl bariz bir şekilde aralarında fiziksel bir bariyer olarak tuttuğunu an be an görebiliyordu. Biraz önce Malfoy'un neredeyse Hadrian'ın kişisel alanına girdiği düşünüldüğünde bu büyük bir gelişmeydi. 

Halihazırda başarısının tadını hissetmeye başlamıştı. Malfoy'u savuşturmak için küçük bir etki yetmiş de artmıştı bile. 

"Ah evet. Ne yazık ki, yıllar içinde pek çok muggle ile etkileşim kurma fırsatım olmadı." 

Muggleları öldürmenin onlarla 'etkileşim kurma fırsatı' olarak değerlendirip değerlendirmediğini cidden merak ediyorum seni gösteriş budalası seri katil.

"Etkileşim kurmanızı ısrarla tavsiye ederim sayın Bakan. Onlardan öğrenebileceğiniz bir sürü -" 

Malfoy belli belirsiz bir el hareketiyle onu susturdu. Hadrian sıkıca ağzını kapattı. Malfoy'u başarılı bir şekilde alt edebilmenin getirdiği zafer sarhoşluğuyla dışarıya kaçmaya çalışan kahkahasını güçlükle bastırabilmişti. 

Adamın ilgilendiği asıl şey Hadrian'ın cüretkar tarafıydı. Muggle yanlısı fikirlerini ifade eden kendini beğenmiş bir gence karşı, içinde en ufak bir merak kırıntısı yoktu. 

"Kulağa ne kadar hoş gelse de, bu teklifinizi reddetmek zorundayım Bay Evans." Ve şimdi de sabırsızlık belirtisi göstermişti. Malfoy sonunda buraya gelmesinin asıl sebebini hatırlamıştı. Dikkatinin dağıtılmış olmasından rahatsız olmuş gibi görünüyordu. Ancak Malfoy başlangıçta sahip olduğu avantajı kaybetmişti. Éric'in gözünü korkutma fırsatı oldukça azalmıştı. Elindeki kartları toparlayabilmek için şu an ya geri çekilmeli ya da varmak istediği noktaya hızlı bir şekilde ulaşmalıydı.

"Aranın bitimine kadar olan geniş zaman diliminde, seçeneklerini dikkatli bir şekilde gözden geçireceğinden hiç şüphem yok Korin." Malfoy'un bakışları, o noktaya kadar dikkatinden kaçmayı başarabilmiş olan Jacob'a kaydı. "Kendin ve oğlun için en iyi seçimi yapacağından eminim. Ne de olsa Üç Büyücü Turnuvası, ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin doğru yönde gelişebilmesi adına atılmış bir adım." 

Malfoy küçük tehdidini tamamlamış, ama etkisinin bir kısmını kaybetmesinden rahatsız olmuş bir halde odadan çıktı. Éric'in öfkeyle yanan bakışlarını ve Hadrian'ın sessiz hırlamasını tamamıyla kaçırmıştı. Malfoy'un pelerinin ucu kapı eşiğini geçer geçmez Éric elinin basit bir hareketiyle kapıyı arkasından kapattı. 

Odadaki hava hala gergindi. Hadrian kaslarının yavaş yavaş gevşemesine izin verdi ve vücudunun Malfoy'la konuşurken istemsizce aldığı agresif duruşu bıraktı. Ellerini saçlarının arasından geçirerek derin bir bir nefes aldı. 

Éric ve Jacob'a geri döndüğünde ikisinin de dikkatli bakışlarla onu izlediğini gördü. Genç olanın gözleri endişe doluyken, yetişkinin gözleri daha çok hesaplayan bir bakışa bürünmüştü. Ancak her ikisinde de ortak olan bir duygu vardı, o da şaşkınlıktı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde sessizliği bozan ilk kişi Jacob olmuştu. 

"O da neydi öyle?"

"O, işbirliği yapmasını güvence altına almak için babanı senin hayatınla tehdit eden bir Lucius Malfoy'du Jacob." Hadrian biraz önce oturduğu sandalyeye çöktü ve verdiği sarkastik cevaba karşılık olarak arkadaşının attığı imalı bakışları görmezden geldi. 

"Evet, orasını ben de anladım. Bu derin gözlemin için teşekkür ederim Hadrian." Jacob alaylı bir şekilde kapalı kapıyı işaret etti. "Ben daha çok İngiltere Sihir Bakanı'na meydan okuman konusundan bahsediyordum. Aklından ne geçiyordu ki?

Hadrian yılların getirdiği bir alışkanlıkla diğer genci görmezden geldi. "Ne yapmayı planlıyorsun?" diye samimi bir merakla Éric'e sordu. Éric'in ailesine karşı yapılmış olan tehditleri iyi karşılamadığını biliyordu. Ama Malfoy, istediği yönde hareket etmesi için gözünü korkutmaya çalışan basit bir politikacıdan fazlasıydı. O bir Bakan'dı ve arkasında - Malfoy'un devamlı olarak etrafındakilere hatırlatmaktan zevk aldığı - dünyanın en güçlü adamlarından birinin desteği vardı. 

Malfoy'un Éric'e yönelttiği bütün tehditlerin - ne kadar aceleci bir şekilde yapılmış olursa olsun - gerçekleşme olasılığı oldukça yüksekti. Ve Éric her ne kadar sıcakkanlı bir baba olmasa da, oğlunun hayatına kendi gururundan daha fazla değer veriyordu. Hadrian bunun sonunun nereye gittiğini şimdiden görebiliyordu, ama Éric'e onunla aynı sonuca ulaşabilmesi için zaman tanıyacaktı. 

Adamın gergin yüzü, Hadrian'a yenilgiyi kabul etme yolunda olduğuna dair ipuçları vermişti. "Üç Büyücü Turnuvası'nın tekrar kurulması için meclisin oy birliğiyle karara ulaşması gerekiyor gibi görünüyor."

Malfoy'un ziyaretinin sonucunu bilmesine rağmen, bunu kelimelere dökülmüş bir halde duymak Hadrian'ın karın boşluğuna rahatsız bir hissin yerleşmesine sebep olmuştu. Hem İngiltere hem de Fransa'nın teklifi kabul etmesiyle, İskandinavya'nın da çözülmesi sadece bir an meselesi olacaktı. 

Bu da temsilci olarak turnuvaya gitmesinin kesine yakın bir ihtimal olduğu anlamına geliyordu. 

Ancak Hadrian henüz kaybetmemişti. Turnuvaya gidiyor olması, şampiyon olarak seçileceği anlamına gelmiyordu. Beauxbatons'ta şampiyonluğa seçilme anlamında ondan daha layık görülebilecek bir sürü öğrenci vardı. Yapması gereken şey, şampiyon olarak seçilmekten sakınmasıydı - ve bunun için de şampiyonların nasıl seçildiğini öğrenmesi gerekiyordu. 

"Öyleyse yeniden başlayacağı kesinleşti diyebiliriz," diye konuştu. Moralinin bozuk olduğu anlaşılmasın diye ses tonuna dikkat etmesi gerekmişti. "Peki ne zaman başlayacağını biliyor musunuz?" 

Éric ona ufak bir gülümseme yolladı. "Bir ay içinde. Eğer İskandinavya aşırı bir şekilde karşı gösterirse iki ay. Ama ikinizin buna dahil olmaktan paçayı sıyırmasının hiçbir yolu olmadığını biliyorum." Bakışları bir anlığına karardı. "Yeterli desteği toplayıp turnuvayı bir yıl sonraya erteletmeyi başarabilseydim, buna maruz kalmak zorunda olmazdınız." Éric derin bir nefes verdi. "Bunu yapamadığım için üzgünüm." 

Jacob elini babasının omzuna yerleştirebilmek için masanın arkasından dolandı. "Sorun yok baba, elinden geleni yaptın. Hadrian ve ben ber durumda birbirimizin arkasını kollayacağız." Genç konuşmasına devam ederken yüzünü acı bir gülümseme kaplamıştı. "Kim bilir, belki ikimizden birisi şampiyon olur ha?" 

Ne Éric ne de Hadrian buna cevap verebilmişti. Hepsi de turnuvanın zorluklarının ve başarısızlığa uğramanın ölüm anlamına geleceğinin farkındaydı. Eğer olur da şans yüzlerine gülerse, iki genç de seçilmezdi. Bir anlık bekleyişten sonra Jacob konuşmaya devam etti.

"Peki hangi ülke turnuvaya ev sahipliği yapacak?" 

"En başta onların teklifi olduğu için İngiltere." Hadrian, Voldemort'un gücünün zirvede olduğu ülkede bulunma düşüncesiyle yüzünü buruşturdu. "Turnuva süresince Hogwarts'a gönderileceksiniz." 

Ve bununla beraber İngiltere'ye gitme korkusu, içine dolan bir heyecan patlamasıyla buharlaşıp gitmişti. 

Hogwarts.

Annesinin gittiği görkemli şatonun hikayeleriyle büyümüştü. Lily anlatırken hiçbir zaman ayrıntıya girmemişti, ama kadının kullandığı birkaç kelime bile zihninde bir resim oluşturmaya ve merakını uyandırmaya yetmişti. Ve şimdi de annesinin hakkında konuşurken bile sesinin saygılı bir tona büründüğü okula gidecekti. Anne babasının tanıştığı, birbirlerine aşık olduğu ve eğer hayatı mahvolmasaydı Hadrian'ın da gideceği okula. 

Jacob boğazının gerisinden bir ses çıkardı. "Hogwarts mı? Bu gerçekten ilginç olacak. Karanlık Lord'un okulunun bizimkiyle olan benzerliklerine kendi gözlerimize tanık olma fırsatını yakalayacağız gibi görünüyor, ne dersin Hadrian?" 

"Öğrencilerinin nasıl olduğunu görmek kesinlikle ilginç olacak." Hadrian eliyle çenesini ovuşturdu. "Öğrencilerin çoğu onun iktidarı altında büyüdü. Bunun onları nasıl etkilediğini merak ediyorum." 

"Karanlık Lord'un yönetimi altında büyümek onlar için korkunç bir şeymiş gibi konuştun - sanki bir çeşit hastalıkmış gibi," diye yorum yaptı Jacob. Hadrian düşünceleri karmaşa içindeyken bile arkadaşına eğlenmiş bir gülümseme gönderebilmişti. 

O, bu dünya için bir hastalık. Hadrian sinirle düşündü. Ne kadar çabuk ölürse, hayatları onun çılgınlığı altında mahvolmaktan o kadar erken kurtulacaktı. 

Ama bu düşüncelerin hiçbirinin sözlerine dökülmesine izin vermedi. Éric ve Jacob, Voldemort'u pek sevmiyor olabilirlerdi, ama adamın gücüne ve kitlelere nüfuz edebilme yeteneğine saygı duyuyorlardı. Neredeyse bir yıl boyunca düşman toprağının kalbinde olmak zorunda kalacağından, bu tiksintisini yansıtmaya başlaması pek akıllıca bir hareket olmazdı. 

"Şampiyonların nasıl seçileceğini biliyor musunuz?" 

Bu sorusu üzerine Éric ona dikkatli bir bakış attı. "Malfoy, tarafsız bir yargıcın turnuvaya katılmak isteyen öğrenciler arasından şampiyon olmaya 'en layık' öğrenciyi seçmesiyle ilgili bir şeylerden bahsetti. Bize öğrencilerin kendilerini aday göstermesi gerektiğinden - ve sonrasında üç şampiyonun, karar verme konumunda olan bu sihirli objenin fikirlerine göre seçileceğinden başka bir şey söylenmedi." 

Belli belirsiz bir planın görüntüsü Hadrian'ın zihninde oluşmaya başlamıştı bile. Eğer şampiyonlar bu şekilde seçilecekse, tüm yapması gereken kendini aday göstermemek olacaktı. Dolayısıyla şampiyon adayları arasında olmazsa, seçilmek konusunda da endişe duymasına gerek kalmayacaktı. 

Cidden bu kadar basit olabilir miydi? Hissettiği anlık rahatlamayla neredeyse kahkaha atmaya başlayacaktı. Seçim yapacak olan objenin ne olduğunu öğrenebilmesi için beklemesi gerekecekti. Ama tabi ki öncesinde objenin özelliklerinin ne olduğuna dair ipuçları bulması gerekiyordu. Bu, çalışmalara başlaması için çok daha faydalı olurdu. Hadrian'ın kendi zekasına ve bunu yapabileceğine olan inancı tamdı. 

Kapı ikinci kez tıklatıldığında, üçü de gerginleşmekten kendini alamamıştı. Kapı en son çalındığında istenmeyen bir misafir odaya dalmıştı. Biraz önceki cadı tekrardan içeriye girdi. "Rahatsız ettiğim için beni affedin Lord Korin. Konsey üyeleri oturuma devam etmek için toplanmaya başladılar, bilginize."

Éric başını sallayarak ayağa kalktı. Hadrian ve Jacob da artık gitmeleri gerektiğinin farkında olarak, adamı odanın dışına doğru takip etmişlerdi. Éric onlardan ayrılmadan hemen önce döndü ve gözlerine baktı. 

"Beauxbatons şampiyonu kim olursa olsun, turnuva boyunca birbirinize göz kulak olmanız için bana söz vermenizi istiyorum." 

Adamın ses tonunun gerilerinde birden kendini belli eden güç karşısında, Hadrian başını sallamaktan başka bir şey yapamamıştı. Sonrasında da Éric kalabalığın arasında gözden kaybolup gitmişti zaten. Jacob Hadrian'ın kolunu şömine ağına giden yola doğru çekiştirmeye başlamadan önce, iki genç birkaç dakika daha oldukları yerde öylece kaldı.

Kalabalıktan gelen konuşma sesleri, düzgün bir şekilde birbirlerini duyamayacakları kadar yüksekti. Ayrıca Hadrian, Jacob'ın ona nutuk çekebilmek için daha gizli bir yer aradığını biliyordu. Diğer gencin, Hadrian'ın Malfoy'a karşı olan tavrından hala rahatsız hissettiği şüphe götürmez bir gerçekti. 

Girmeyi başardıkları ilk şömineye adımlarını attılar. Jacob'ın yumuşak bir sesle "Korin Malikanesi," demesinden sonra, kendilerini yeşil alevlerden oluşan bir girdabın içerisinde bulmuşlardı.

 

.

.

.

 

Jacob Hadrian’ın bugünkü değişken tavırlarına karşı duyduğu rahatsızlığa rağmen, normalde zarafet abidesi olan gencin şömineden tökezleyerek çıkışını gördüğünde gülümsemesine engel olamamıştı. Hadrian gibi çevik birinin şömine yolculuğu kadar basit bir şeyde sakarlık yapmayı başarabilmesi onu her zaman şaşkınlığa sürüklemişti.

Arkadaşı onun bu eğlenmiş yüz ifadesini farkettiğinde ona keskin bir bakış atmış, zayıf bir saygınlığını geri kazanma girişimiyle üzerindeki tozları çırpıştırmaya başlamıştı. 

Hadrian onun şömineden dışarı çıkmasını bile beklemedi ve geniş adımlarla oturma odasına doğru yöneldi. Jacob kendini yapacakları konuşma için hazırlarken onu takip etti. Göğsünde, arkadaşıyla her konuştuğunda hissettiği o tuhaf beklenti duygusunun dalga dalga yükseldiğini hissedebiliyordu. 

Hadrian’la konuşmanın sarhoş edici bir yanı vardı. Çünkü herhangi bir konuda arkadaşının nasıl tepki vereceğini asla tam olarak tahmin edemezdi. Hadrian kendine güvenen bir bireydi. Çevresindeki insanlar sırf gencin kendini yansıtma şeklinden dolayı, ona içgüdüsel olarak boyun eğme eğilimindeydiler.Oturma odasına girdiğinde Hadrian’ın çoktan koltuklardan birine yerleşmiş olduğunu gördü. Arkadaşını gündelik bir şekilde karşısında otururken görmek, bir anlığına duraksamasına ve kendisine bu lezzetli görüntüyü seyretme iznini tanımasına sebep olmuştu. 

Jacob gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında, Hadrian’ın güzel yeşil gözlerindeki sinsi parıltıyı yakalama fırsatı bulmuştu. “Muhteşem göründüğümün farkındayım, ama bir an önce konuşmamızı yapsak nasıl olur? Eve gitmem gerekiyor da.” 

Hadrian’ın sırıtışını gördüğünde, Jacob da sırıtmaya başlamaktan kendini alamamıştı. “Haklısın,” diye onayladı, diğerinin karşısına oturduktan sonra. “Daha önce sergilediğin küçük sahnenin neyle ilgili olduğunu söyleyecek misin? Yoksa yine belirsiz cevapların ve şifreli yorumların arkasına mı saklanacaksın?” 

Jacob tüm bunları şakacı bir tavırla sormuştu, ama Hadrian’ın altında yatan kırgınlığı tanıyabildiğini biliyordu. Hadrian’ın ona güvenmeyi neden reddettiğini bir türlü anlayamıyordu. Neredeyse üç yıldır arkadaştılar. Jacob, son zamanlarda seks yapmaya başlamalarının Hadrian’la aralarındaki ilişkiyi değiştireceğini düşünecek kadar saf değildi. Sadece içindeki ufak bir kısım, aralarındaki güven uçurumunu kapatacağını ummuştu. 

Tek tesellisi, Hadrian’ın bazen bu sırları ne kadar çok anlatmak istediğini görebiliyor olmasıydı. Bu yüzden Hadrian’ın çenesini kapalı tutmasına yol açan şeyin, aslında anlatmayı istememek değil de anlatamamaktan geldiğini tahmin edebiliyordu. 

Şimdi olduğu gibi... Arkadaşının zihninde devam eden savaşı net bir şekilde görebiliyordu. 

“Sana Üç Büyücü Turnuvası’yla ilgili durumları ilk anlattığımda verdiğin tepkiyle bir bağlantısı var mı?” 

Bazen Jacob, Hadrian’ın maskesinin bu kadar etkili olmamasını diliyordu. Arada sırada maskenin ardındaki kişiliğine göz atma fırsatı yakalayabiliyordu, ama bu anların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Hadrian hala gençti. Zaman içinde diğerinin, bu ufak tefek kusurlarını törpüleyerek karşı durulması zor ve yıkıcı bir güç olacağından hiç şüphesi yoktu. 

“Bu seni ilgilendiren bir durum değil Jacob.” 

“Buna sen karar veremezsin.” Kelimeler kontrolsüzce ağzından döküldüğünde, ikisi de donup kalmıştı. Jacob, Hadrian’ın öfkeyle parıldayan gözlerini gördüğünde haddini aştığının farkına varmıştı. Diğer gencin ona kendini açıklama fırsatı vermesine içten içe minnettar olmuş bir şekilde, derin bir nefes nefes aldı. “Sadece arkadaşım olduğunu kastetmek için öyle söyledim Hadrian. Eğer seninle ilgili ters giden bir durum – Malfoy’a meydan okumana sebep olacak kadar aptalca bir şey – olursa, senin için endişelenmek gibi bir hakkım olamaz mı?” 

Hadrian’ın öfkesi buharlaşıp giderken rahatlamış bir şekilde izledi. Öfke yerine, gencin yüzüne bir bitkinlik ifadesi yerleşmişti. 

“Niçin bu kadar korkuyorsun?”

“Ben…korkmuyorum.” Hadrian derin bir nefes aldı.

“O zaman sorun ne?” 

Neden bu kadar zor bir insan olmak zorundasın?

“Anlamıyorsun Jacob. Sana söyleyemeyeceğim şeylerle alakalı bir durum,” dedi Hadrian tereddütle. Jacob karşısındaki gencin direncinin kırılmaya başladığını görebiliyordu. Zafer dolu sırıtmasını zar zor bastırabilmişti. Yıllarca sabırlı bir şekilde bekledikten sonra, bu sefer Hadrian’dan bir şeyler öğrenebileceği ihtimali heyecanlanmasına sebep oluyordu. 

“Belki de sana yardımcı olabilirim. Senin kadar güçlü ya da zeki olmayabilirim, ama kaynaklarım var. Ve sen benim en yakın arkadaşımsın. Sana yardım etmekten memnuniyet duyarım.” 

“Belki de bunu yapmamalısın.” Hadrian sinirle çıkıştı, bu hareketiyle Jacob’ı şaşırtmıştı. Yıkıcı bir duygu, Hadrian’ın gözlerinde gün yüzüne çıkmış gibiydi. “Anlamıyor musun? Tehlikeliyim Jacob. Ve bu senin düşündüğün bir şekilde değil. Geçmişimde yaşadığım, senin dahil olmaman gereken bazı şeyler var. Sadece bu konuyu kapatalım gitsin. Seni bunun hakkında bir daha uyarmayacağım.”

Jacob boğazından yükselen cevabı geri yutmak zorunda kalmıştı. İçinde yükselen gerilimden kurtulabilmek için bir şeyleri kırıp parçalamak istiyordu. Hadrian onu nasıl anlamazdı? Eğer inatçı piç izin verseydi, canını sıkan şey her neyse yardımcı olabileceğini göremiyor muydu?”

Hadrian’la olan bu ilişkisi hiç akıllıca değildi. Babasının da, diğer gence bu kadar yatırım yapıyor olmasını onaylamadığının farkındaydı. 

Onların toplumunda bir kişinin güvenebileceği tek kişi kendisiydi. Tanıdıklarınız, müttefikleriniz ve hatta arkadaşlarınız bile olabilirdi. Ama Hadrian’la aralarında olan aşinalık düzeyi, olması gerekenden kat kat fazlaydı. Aileden olmayan birisine bu kadar çok önem vermesi tehlikeliydi. Hadrian’la olan arkadaşlıkları korkunç bir zayıflıktı ve eğer dikkatli olmazsa, bu zaafını bilen birileri tarafından bir gün canını yakmak için kullanılabilirdi. 

Tüm mantığı diğer gençten uzaklaşmasını talep etse de, içinde büyük bir kısım bu süpernovaya – bkz. Hadrian Evans – yakın olmaktan başka bir şey düşünemiyordu. Ona olan hislerini aşk olarak nitelendirecek kadar asla ileri gitmezdi. Gerçi işin o tarafına girmenin hiç de zor olmayacağının farkındaydı. Hadrian’ın insanların içindeki bağlılığı ortaya çıkarmak gibi garip bir özelliği vardı. Ondaki bir şeyler, etrafındakilerin ona daha da yaklaşmak, gencin onay ve dikkatini kazanmak istemesine sebep oluyordu. 

Jacob, Hadrian’ın insanların bu davranışlarına olan rahatsızlığından içten içe memnun olmadan edemiyordu. Hadrian'ın bir işini halledebilmek için başkalarını kullanmaktan çekinmediği doğruydu. Ancak diğer genç başkalarını kontrol etmekten ciddi bir şekilde zevk alsaydı, o zaman tablo olduğundan daha dehşet verici olmaya başlardı. 

“Tamam,” diye kabul etti Jacob. Sadece birkaç saniye sonra asasını çıkarmış ve arkadaşına bir lanet fırlatmıştı. 

Hastalıklı bir sarı renginde olan büyü, Hadrian’ın vücudundan birkaç santimetre uzakta duran kalkanıyla buluşmuştu. Jacob doğruldu ve Hadrian’ı büyü yağmuruna tutmak için hiç vakit kaybetmedi. Diğeri de ayaklanmıştı - yüzünde şimdilik savunmada kalmaktan memnun olduğunu belirten bir ifade vardı. 

Hedeflerine ulaşamamış başıboş büyüler yüzünden, etraflarındaki mobilyalar parçalanmaya ve oturma odasının duvarları yanık izleriyle lekelenmeye başlamıştı. Jacob parlayan kalkanın arkasındaki bedene bir patlama laneti gönderdikten sonra, asa tutuşunu düzeltmek ve biraz nefes alabilmek için bir anlığına duraksadı.  

Tam o anda Hadrian kalkanını indirmiş ve saldırmaya başlamıştı. 

 Nefes kesiciydi.

 

Hem somut hem de soyut anlamda bu tanımı tam olarak karşılıyordu. Jacob bir anda duvara yapıştırıldığında nefes nefese kalmış bir şekilde düşündü.

Hadrian Beauxbatons’a girdiği günden beri çoğu konuda yetenekli olduğunu belli etmiş, derslerin neredeyse tamamında üstünlüğünü ispatlamıştı. Ancak bu derslerin çoğunda, onun seviyesine yakın mücadele etme isteğini körükleyecek öğrenciler mevcuttu. Birisi hariç...

Düello Eğitimi, üçüncü sınıftan son sınıfa kadar verilen seçmeli bir dersti. Öğrencilerin diğer derslerden öğrendiklerine odaklanmasını sağlayıp ve bunu olası bir savaş durumunda nasıl kullanacaklarını öğreten bir dersti. Ara sıra düello tarzları ya da asa hareketleri gibi teorik konular üzerinde durulurdu, ama ağırlıklı olarak pratik temelliydi. 

Aynı zamanda Hadrian’ın dördüncü sınıftan beri baskın olduğu bir dersti. Hadrian daha dördüncü sınıf olmasına rağmen, hiç kimse onun karşısında uzun bir süre dayanacak gücü bulamamıştı – hatta yedinci sınıflar arasından bile kimse çıkmamıştı. Bununla beraber Hadrian’ın ünü yayılmaya başlamış, bu durum okul çapında en sevilen kişi haline gelmesini sağlamıştı. Siyah saçlı cılız bir çocuğun bir saat içinde yedinci sınıfların tamamını pataklamasına şahit olmak bile, Hadrian’ı sevmelerine yeter de artardı. 

Hadrian amansız bir düellocu olmasıyla beraber aynı zamanda zarafetin vücut bulmuş haliydi. Hiçbir hareketi boş yere ya da gereksiz değildi. Jacob profesörlerden bazılarının, Hadrian’ın düelloya karşı olan bu sistemli yaklaşımının doğuştan gelen bir yetenek olduğunu söylediklerini duymuştu. Nasıl dikkatli bir şekilde hedefe odaklandığını ve zafere ulaşıncaya kadar planlamayı bırakmadığını da eklemişlerdi. 

Bir bakıma söyledikleri doğru olsa da, Jacob onu tutkulu bir düellocu olarak tanımlamayı tercih ederdi. Saldırıya geçmiş bir yılan gibi hatasız olduğu kadar, düelloya başladığı anda Hadrian’dan başa çıkılamaz bir enerji dalgasının yayıldığı da su götürmez bir gerçekti. Normalde sakin olan gencin içinde bu kadar vahşi bir şeyin yükselmesini gözlemlemek ve an be an buna tanık olmak çok güzel bir histi. 

“Bana saldırmaya karar vermenin ardında özel bir neden var mı?” diye sordu Hadrian, yumuşak bir sesle. Ama ardında yatan alaycı ton, Jacob’ın ona tüm gücüyle sırıtmak istemesine sebep olmuştu.

“İşbirlikçi olmayan bir pislik gibi davranmaya başlamıştın. Ben de sinirlendim.”  

Hadrian bunun üzerine homurdandı ve onun seviyesine yaklaşabilmek için diz çöktü. Jacob’a baktığında kaşlarından biri havalanmıştı. “Bir sonraki sefere, seni birkaç saniye içinde yenecek birine saldırmamanı öneririm. Ayrıca, duruşunu düzeltmen gerekiyor.” 

Hadrian söyleyecek başka bir şey kalmadığında ayağa kalktı. Jacob’ı yere serilmiş bir halde kendini tamir etmeye başlamış olan oturma odasında yalnız bırakarak, koridorun ilerisindeki şömineye doğru yöneldi. 

“Bir gün seni yeneceğim.” Jacob kendi sözlerine inanmayan bir tonla diğerinin arkasından seslendi. Belli belirsiz duyduğu bir kıkırdamadan sonra arkadaşı cevap verdi.  

“Hayır, yenemeyeceksin.” Aktive olmuş şömine alevlerinin sesi ardından, etraf derin bir sessizliğe gömülmüştü.

Jacob dinlenmek için başını döşeme tahtasına yasladı – tahta biraz önce kullandıkları büyüler yüzünden hala sıcaktı – ve tavana doğru hafifçe gülümsedi. 

Hadrian’ın arkadaşlığından hoşlanmasının nedenlerinden birisi de buydu işte. Aralarındaki sorunu çözmek için tüm gereken, düello yapmak ya da - son zamanlarda keşfetmeye başladıkları - nefes kesen bir seksti.

 

Chapter 3: Bölüm Üç

Chapter Text

Hadrian koridorları koşarcasına geçti. Kısa tatilleri göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti. Şimdi de yeni bir okul yılı, tüm yoğunluğu ve iş yüküyle başlamıştı. Bu yılın önceki yıllardan tek farkı, karşılaştığı her öğrenciyi ve öğretmeni sardığını farkettiği yoğun enerji uğultusuydu.

Ve Hadrian bundan nefret etmişti.

Başını çevirdiği her yerde Üç Büyücü Turnuvası’yla ilgili konuşan birilerini görüyordu. Sınıf arkadaşlarının ilgisini çeken boş sohbet konularını ve magazin skandallarını duymayı özleyeceği hiç aklına gelmezdi.

Ama turnuvanın tekrar başlatılmasından daha da nefret ettiği bir şey vardı – o da, her adımını takip eden gözler ve fısıltılardı. Beauxbatons’ın çoğunluğu çoktan onu şampiyon olarak seçmiş gibi görünüyordu.

Pekala, diye düşündü acı bir sırıtışla. Hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Ülkeler arasında yapılan bir ölüm maçına katılmak gibi bir niyeti yoktu. Temsilci olarak gitmesi bile onun için yeterince kötüydü.

Şu anda da gittiği yer, bir açıdan o konuyla ilgiliydi. İki gün önce o ve onun dışında yirmi dokuz yedinci sınıf öğrencisi, okul müdireleriyle yapılacak olan küçük bir toplantıya davet edilmişti. Toplantının ne hakkında olduğuyla ilgili bir bilgi verilmemişti, ama katılımı beklenen herkesin derslerinde en iyi öğrenciler olduğu göz önüne alındığında ikiyle ikiyi toplamak zor olmamıştı.

Yine de her şeyin bu kadar hızlı ilerliyor olması onu şaşırtmıştı. Éric, İskandinavya’nın ikna edilmesi için bir ay kadar bir zaman dilimi öngörmüştü. Ama Fransa’nın teklifi onaylamasından iki hafta kadar sonra, İskandinavya’nın teklifi onayladığı haberi onlara ulaşmıştı. Hadrian doğduğu ülkeye olan kaçınılmaz ziyaretine hazırlanmak için biraz daha zamanı olacağını düşünmüştü – ve şu an tedirgin hissetmekten kendini alamıyordu.

İskandinavya’nın sorun çıkarmadan kabul etmesinde bir şekilde Voldemort’un parmağı olduğundan neredeyse emindi.

Hadrian hızlı bir şekilde merdivenleri tırmandı ve sola saptı. Varış yerine ulaşmasına çok az kalmıştı.

Müdireleri katılımcıların çokluğunu göz önünde bulundurarak, Beauxbatons’un geniş düello salonlarından birisini toplantı mekanı olarak seçmişti.

Açmak için uzandığı salonun beyaz kapısı aralık bir vaziyetteydi. İçeriden gelen seslerin uğultusu kapının önünden bile duyulabiliyordu. Son gelenlerden biri olduğunu anladığında dudakları gergin bir ifadeyle düzleşti.

Hadrian fazla beklemeden içeri girdi ve mermer duvara yakın bir yere kendini konumlandırdı. Bakışlarını hızlı bir şekilde salonun içerisinde gezdirmesiyle, Claire ve Raina’nın olduğu noktayı saptayabilmişti. Hadrian yanlarına gitmekte hiç vakit kaybetmedi.

“Ölmüş olmanı umut ediyordum,” dedi Raina sıkılmış bir sesle. Siyah saçlı kız, başını onun olduğu yöne çevirmeye tenezzül dahi etmemişti.

“Varlığımla sana eziyet etme fırsatını kaçırmamı mı bekliyordun?” Hadrian, başını geriye doğru yatırmasına yetecek bir güçle kızın saç örgüsünü çekiştirdi. Raina bunun üzerine ona öldürücü bir bakış attı.

Hadrian ise sırıtmakla yetinmişti.

“Cehennemin dibine kadar yolun var Evans,” diye tısladı kız.

“Ama tatlım, sen orada benden daha çok kendini evinde hissederdin.”

“Yine ne hakkında tartışıyorsunuz?” Claire azarlayan bir sesle konuştu.

“Sadece, Raina’nın ölümlü derisini değiştirerek ateş krallığındaki diğer iblislerin yanına tekrardan katılacağı için ne kadar sabırsızlandığımdan bahsediyorduk.” Hadrian güldü ve meraklı bir yüz ifadesiyle siyah saçlı kıza baktı. “Dürüst bir şekilde bana söyle şimdi – insan gibi davranmak canını yakıyor mu? Son zamanlarda masum insanların ruhlarına yönelik bir açlık hissediyor musun?”

Raina bunun üzerine gözlerini devirdi. “Tam bir pisliksin Evans.”

“Hayır bence komiğim.” İki kız bu cevabının üzerine birbirlerine baktılar. Hadrian’ın sesinin kendinden bu kadar emin çıkmasından eğlenmiş gibi görünüyorlardı.

Genç, Raina’nın vermek istediği ters cevabın gelmek üzere olduğunu hissedebiliyordu – ama kapının açılma sesiyle beraber diğerinin yapacağı hoş yorum durdurulmuştu. Yılların tecrübesine sahip bir çabuklukla tüm öğrenciler susmuş, dikkatlerini kapıdan içeri giren müdirelerine yöneltmişlerdi.

Hadrian, Madam Maxime'in öğrencilerin kendisi rahatça geçsin diye açtığı yolda süzülür gibi yürümesini izledi. Onun kadar uzun bir kadın için hareketlerinde gösterdiği zarafet, bu görüntüye alışkın olmayanlar için anlık bir şok hissi yaratırdı. Hadrian, Madam Maxime’le tanıştığı ilk anı çok iyi hatırlıyordu. Kadının sırf yüzüne bakabilmek için bile boynunu geriye doğru atmak zorunda kaldığı zamanları eğlenerek anımsadı.

Madam Maxime’in boyu, ortalama bir erkeğin boyundan birkaç baş daha uzundu. Sekiz yaşındaki cılız bir erkek çocuğunun boyuna göre ise durum karşılaştırılması saçma bir hal alıyordu.

Madam Maxime, normalde düello hakemine ayrılmış olan hafifçe yükseltilmiş platforma çıktığında gülümsedi. Kadının boyunu uzatmak için ekstra bir desteğe ihtiyacı yoktu, ama Hadrian formalite icabı böyle davrandığını düşünüyordu.

“Öğrencilerim,” diye başladı, tatlı sözleri etraflarındaki gergin ortamı yumuşatmıştı. “Herhalde neden burada olduğunuzu aşağı yukarı tahmin etmişsinizdir?”

Hiç kimse ne başını sallamış ne de kadının sözlerini doğrulayacak bir şeyler söylemişti. Retorik bir soru olduğu en başından belliydi. Sadece bir aptal bunu anlamamış olabilirdi - artı, her şeyden önce aptal birisinin bu toplantıya çağrılmış olması gibi bir durum söz konusu değildi. Hadrian etrafına kısa bir bakış attığında karşılaştığı yüzlerle, bunu rahat bir şekilde söyleyebilirdi.

“Üç Büyücü Turnuvası tekrar başlatılıyor. Prestijli akademimiz de yarışan okullar arasında yerini alacak.” Koyu gözleri dişi bir aslanın keskin ve yoğun bakışlarına benzer bir şekilde üzerlerinde gezindi. “Beauxbatons’ın en iyileri olduğunuzu ve bu unvanın üzerinize okulunuza karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk yüklediğini sanırım söylememe gerek yok.”

Madam Maxime ellerinden birini elbisesinin kürk yakasında gezdirdi. “Bizim temsilcilerimiz olarak İngiltere’ye gönderileceksiniz. Bu yüzden hepinizin Beauxbatons öğrencilerine yakışan saygı ve haysiyetle tavırlarınızı kontrol altında tutmanızı bekliyorum.”

Kullanılan kelimeler oldukça basit kelimelerdi. Ama Hadrian sınıf arkadaşlarının Madam Maxime’in konuşmasıyla beraber cesaretlendiklerini ve sırtlarının dikleştiğini görebiliyordu. Hadrian bir anlığına - tüm bu organizasyon yüzünden tedirginlikle dolup taşıyor olmasaydı, şampiyon olabilme ihtimaliyle heyecanlanıp heyecanlanmayacağını merak etti. Her şey bir yana, turnuvanın kısa ömürlü ihtişam vaatlerine ulaşabilecek kadar yetenekli ve zeki olduğu düşüncesinin de hoşuna gittiği bir gerçekti.

“Hogwarts’ta kaldığınız süre boyunca, özellikle ortak derslerde olmak üzere çalışmalarınızı en üst düzeyde sürdürmenizi bekliyorum. O lummox’lara (Ç.N: Mankafa) uygun bir büyücülük öğrencisinin neye benzediğini göstermemiz lazım.” Bir kahkaha dalgası geniş oda boyunca yankılandı. Öğrencilerin tavırlarındaki beklenmeyen tutum ve hafif gevşekliğe rağmen, Madam Maxime onları bu yüzden azarlamamıştı.

Kadının bu yorumu onda bir düşünceyi harekete geçirmişti. Hadrian, Hogwarts müfredatının Beauxbatons’ta öğrendiklerinden farklı olup olmadığını merak ediyordu. Toplumlarında önem ve ağırlık verdikleri konular göz önüne alındığında, dersler üzerinde kültür farklılıklarının bir etkisinin olacağı su götürmez bir gerçekti. Bu farklılıkların öğrencileri nasıl etkilediğini gözlemlemek eğlenceli olacaktı.

“Sen seçileceksin.” Raina ona doğru mırıldandı. Hadrian gözlerini kırpıştırıp kıza kısa bir bakış attığında, kendine konuşuyor olduğunu görmek onu şaşırtmıştı. İlişkileri en iyi hallerinde bile fırtınalıydı. Herhangi bir konu hakkında anlaşmazlığa düştüklerinde tartışmaları çok çetin geçerdi. Hadrian, bu kadar çok etkileşimde olmalarının tek sebebinin Claire’le olan ortak arkadaşlıkları olduğunu çok iyi biliyordu. Claire’le birkaç yıl önce arkadaş olmuşlardı. Raina’da - Claire’in en yakın arkadaşı olarak - arkadaşını mutlu tutmak için Hadrian’ın varlığına katlanmaktan başka seçeneği kalmamıştı.

Hadrian ve Raina’nın yıldızları bir türlü barışmamıştı. Birbirlerini tolere ediyorlar ve birbirlerine saygı duyuyorlardı, ama bunun arkasında birbirlerini boğazlama isteğinden başka bir duygu yatmıyordu.

Hadrian etraflarına dikkatli bir bakış attı. Müdireleri konuşmaya devam ederken bir yandan da vücudunu hafifçe Raina’ya doğru eğmiş, kızın söylediklerine kulak kesilmişti. “Belli olmaz. Şampiyonluğa layık görülebilecek bir sürü öğrenci var burada.”

Kızın ona yönelttiği bakış alaycı olduğu kadar şüpheciydi de. “Biz en iyiler olabiliriz Evans. Ama bizim aramızdaki en iyi de sensin. Madam Maxime’in şu an bizi umutlandırıyor olması neredeyse zalimce bir hareket.” Raina çenesiyle diğer öğrencileri işaret etti. “Şampiyonumuz olarak seçilmeye layık bir sürü aday olabilir - peki ya seninle kıyaslandığında onların durumları nasıl olur sence?”

Gözlerinde hafif bir kıskançlık ve kabullenme duygusu kendini belli ediyordu. “Seninle karşılaştırıldığımızda hiç şansımız yok.”

Raina güçlü bir cadıydı – muhtemelen kendi yıllarında karşılaştığı kendine yakın sayılabilecek rakiplerden birisiydi – ve fazlasıyla gururlu bir kişiliğe sahipti. Bunu direkt yüzüne söylemesi, büyük ihtimalle Raina'ya yenilgiyi kabul etmekle eş değer bir durum gibi hissettirmişti.

Hadrian, planları hakkında bir şüphe uyandırmadan ona nasıl cevap vereceğini dikkatli bir şekilde düşündü. Kızın dikkatini üzerine çekmek şu an istediği en son şeydi. “Güçlü ve zeki olabilirim.” Sesinde kibrin emaresi dahi yoktu. “Ama şampiyon olabilmek için bundan fazlası gerekiyor. Dahası, başkalarını küçümsemek kadar aptalca bir şey yok.” Hadrian keskin bir bakış gönderdi. “Özellikle kendini.”

Konuşmaya bir nokta koyduğu için rahat olan Hadrian, dikkatini tekrardan müdiresinin konuşmasına yönlendirdi.

“ – ve şampiyon sizden birisi olacak. Diğer okullara karşı sağlam ve bütünleşik bir duruş sergilemeliyiz. Şampiyon kim seçilirse seçilsin, şampiyonumuzu desteklemek için elinizden gelen her şeyi yapacağınıza dair içimde en ufak bir şüphe yok.” Hadrian dudaklarının kenarlarının kıvrılmaya başladığını hissedebiliyordu.

Yani, ihtiyaç halinde hile yapmamız için açık bir şekilde izin veriyor. Ne kadar da sportmence...

Madam Maxime’in zarif yüzü gerginlik içinde buruştuğunda, gencin ruh hali biraz düşmüştü.

“Yalan söylemeyeceğim öğrencilerim. Bu yarışma aşırı derecede tehlikeli. Ölüm tehdidi turnuvanın başından sonuna kadar şampiyonumuzun üzerinde bir gölge gibi dolaşacak. Bu kararı hafife almayın. Şampiyon seçimi için kendinizi aday göstermeniz bekleniyor, ama size net bir şekilde söylüyorum – bunu yapmamayı seçmekte utanılacak, çekinilecek bir durum yok.” Yumuşak bir ifade kadının sert yüz hatları üzerinde dolaştı.

Görünüşe göre Éric yalan söylemiyormuş. Bazı kişiler, turnuvanın yeniden kurulması konusunda diğerleriyle tamamen aynı fikirde değilmiş.

Hadrian, Madam Maxime’in bu sahte ihtişamın ve yutturmacanın arkasını görebildiği gerçeğiyle biraz olsun rahatlamıştı. En azından durumun ciddiyetini kavramış gibi görünüyordu. Onların karşı karşıya olduğu tehlikeleri açıkça vurgulama ihtiyacı hissetmesi, Hadrian’ın ona bu kadar saygı duymasının nedenlerinden biriydi.

“Bir hafta içinde Hogwarts’a gitmek için yola çıkacağız. Lütfen kendinizi yeterince hazırladığınızdan ve okul için gereken tüm çalışma kaynaklarınızı yanınıza aldığınızdan emin olun. Hogwarts’ta verilmeyen dersleri alan öğrenciler için özel sınıflar açacağım ve performansınızı şahsi olarak değerlendireceğim. Şimdilik bahsetmek istediklerim bu kadar.”

Toplantının bitişini ima etmesiyle, öğrenciler saygılı bir şekilde başlarını eğerek çıkışa doğru hareketlenmeye başlamışlardı. Hadrian da Raina ve Claire’le salonun çıkışına doğru yürümeye başladı. Biraz ilerilerinde Jacob’u birkaç kişiyle beraber kapıdan çıkarken görmüştü.

“Bay Evans.” Hadrian duraksadı ve döndüğünde Madam Maxime’in ona beklemesi için işaret ettiğini gördü. Onunla beraber Raina ve Claire de durmuştu. Üçü, öğrenci kalabalığı etraflarından akıp giderken nehrin ortasında bekleyen taşlar gibiydiler.

Hadrian gözünün ucuyla kontrol ettiğinde birkaç arkadaşının daha meraklı bir ifadeyle onu izlediğini gördü. Neden müdireleri tarafından geri çağrıldığını merak ettikleri şüphesizdi. Ya da Hadrian'ın çağrılmasını bekliyor bile olabilirlerdi.

Claire’e bir şey söylemeden – Raina çoktan öğrencilerin arasına karışıp gitmişti bile – Madame Maxime’e doğru yürüdü. Devasa kadın ona kibarca gülümsemiş, her nasılsa aralarındaki saçmalık derecesindeki boy farkına rağmen onu çocuk gibi hissettirmemeyi başarmıştı.

Kadının önüne geldiğinde başını hafifçe eğdi. Müdirelerinin önüne geldiğinde böyle yapmak bir kural değildi, ama Madame Maxime bu saygı dolu hareketi hak eden ve en ufak bir çaba göstermemesine rağmen öğrencilerde hayranlık uyandıran türden bir kadındı.

“ 'adğian,” diye selamladı. Fransız aksanı İngilizce’ye geçiş yaptığı için normalden daha belirgindi. “Göğüşmeyeli nasılsın?”

“İyiyim efendim,” diye cevapladığında, diğerinin aksine kendi aksanı – İngiliz aksanı olan biri tarafından yetiştirilmenin yan ürünü olarak – çok az bir miktar Fransız aksanı içeriyordu. “Konuşmak istediğiniz bir şey mi var?”

 Madam Maxime başıyla ileriye doğru işaret etti. “Evet. 'adi gel, 'em yüğüyüp 'em konuşalım.”

Kadının geçmesi için kibarca kapıyı tuttu ve sonrasında yanına geçti. Mermer koridorlarda yavaş adımlarla ilerlemeye başladıklarında genç sessizliğini korumaya devam etmişti. Hadrian, Madam Maxime’in bir yere gitmeyi hedefleyerek mi – yoksa belirli bir rotası olmadan öylesine mi yürüdüğünü kestiremiyordu.

Bu Hadrian’ın müdireleri tarafından özel olarak konuşmak için çağrıldığı ilk sefer değildi. Madam Maxime dördüncü sınıftan beri – yetenekleri yaşıtları arasında kendini farkettirmeye başladığı zamanlarda – onunla ilgileniyordu. Ona sık sık sınıf çalışmaları, annesinin sağlığı ya da gelecek hedefleri konusunda sorular sormak için zaman ayırırdı.

Ama bu seferki sohbetlerinin bu konulardan herhangi biri olmayacağı açıktı.

“Yolculuğa çıkmadan önce, seninle tuğnuva ‘akkında konuşmayı umut ediyoğdum,” diye başladı konuşmasına. “Eminim sınıf arkadaşlağının sana ne kadar... olumlu baktığının fağkına vağmışsındır.”

“Şampiyon olacağıma dair beklentilerinden mı bahsediyorsunuz?” Temkinli bir ifadeyle sordu. “Dikkatimden kaçmış değil, evet fark ettim.” Başını kaldırdığında kadının yüzünde beliren hafif gülümsemeyi silinip gitmeden önce yakalayabilmişti.

“Sanıyoğum ki onlağla aynı fikri paylaşmıyoğsun, ama sen bile seçilme şansının çok yüksek olduğunu göğebiliyor olmalısın?”

Hadrian hafifçe iç çekti. “Seçilme ihtimalimin oldukça güçlü olduğunu kabul ediyorum, ama bu düşüncenin aklımı bulandırmasına izin vermeyi reddediyorum. Seçilme olasılığımın olması kesin olarak seçilecek olmam anlamına gelmez.”

Madam Maxime ciddi bir ifadeyle onayladı. “Elbette ‘adğian, elbette.” Kadın birden durduğunda, onun da durmasına sebep olmuştu. Bir anlığına boş koridorda sadece birbirlerinin yüzüne baktılar. Havada oluşan gerginlik kendini belli ediyordu.

Sonrasında, müdire uzanarak kibarca Hadrian’ın çenesinden tuttu.

“Senin seçilmen için dua ediyor olmam bencilce bir hareket mi?” Fransızca konuşmaya geri dönmüştü. Kelimeler kadının ağzından o kadar yumuşak bir şekilde dökülüyordu ki, bu şekilde konuşmasını özlediğini farketti. Ama buna rağmen sözlerin içeriği onu etkilemiş, olduğu yerde donup kalmasına sebep olmuştu. “Bu turnuva yüzyıllar öncesinde çok tehlikeliydi ve korkarım şimdi bu durum daha da kötüleşecek.”

Hadrian’ın kafa karışıklığını gördüğünde konuşmasına devam etti. “Aptal olmadığını biliyorum. Turnuvanın arkasında kim olduğunu zaten biliyorsun.” Çenesindeki uzun parmaklar tutuşunu bıraktı ve kadının eli yana doğru düştü.

Hadrian konuşmadan önce birkaç saniyeliğine tereddüt etti. “Lord Voldemort.”

Kadın bir anlığına güçlükle nefes alıyor gibi görünmüştü. “Zalimliği ve sahip olduğu güçle tanınan bir adam... Şampiyonların karşısına çıkacak görevlerin korkunç olacağından hiç şüphem yok. Hatta sırf bu yüzden senin seçilmeni istiyorum." Madam Maxime’in koyu renkli gözleri yüzünde dolaştı. “Tüm öğrencilerim arasında bu zorluklarla karşılaşmaya en hazır olanın sen olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar karşılaştığım en güçlü genç büyücülerden birisin ve kastettiğim şey sadece büyü yeteneklerin değil.”

Kadının ona attığı bakış o kadar içtendi ki, yavaş yavaş sinirlerini bozmaya başlamıştı.

“Karakterinden bahsediyorum. Sen oldukça inatçı bir gençsin ve çoğu kişinin gösteremediği bir dayanıklılığa sahipsin. Her şeyden çok bu yüzden şampiyonumuz olmanı diliyorum. Çünkü zorlukların üstesinden gelebileceğini ve hiçbir... hasar almadan hayatta kalma ihtimali en yüksek olan öğrencim olduğunu biliyorum.”

Düşünceleri bir kasırganın gücüyle birbirleriyle yarışırken, Hadrian sessiz kaldı.

Madam Maxime onun yalnız kalma ihtiyacını hissetmiş gibi omzunu hafifçe sıktı ve koridorda ilerleyerek gözden kayboldu.

 

.

.

.

 

O gece Hadrian'ın gözüne bir damla uyku girmemişti.

Bencilce mi davranıyorum?

Madam Maxime'le olan konuşmaları, beyninde bir şeyleri alt üst etmişti. Düşüncelerinin gittiği yoldan hiç hoşlanmamıştı. Çünkü vermiş olduğu karardan dönerse sonucun ne olacağını şimdiden görebiliyordu.

Böyle yaparak hem kendimi hem de annemi daha büyük bir tehditten korumuş oluyorum, diye kendince mantık yürüttü.

Sınıf arkadaşlarını gözden çıkarma uğruna mı? Keşfedilme ihtimalinizi ortadan kaldırmak için içlerinden birisinin hayatını göz göre göre feda edebilecek misin? Düşünce çöplüğünün arasında, zihninin gerilerinden bir ses sinsice fısıldadı. Baban seninle gurur duyardı.

O ölü. Şu an bir şeyler hissedebildiğinden şüpheliyim. Ve eğer kendimi aday göstermezsem seçilecek olan Beauxbatons şampiyonunun öldürülme ihtimali de kesin değil üstelik. Düşünme tarzın eksik ve kusurlu.

Ah, hadi ama. İkimiz de öyle bir şey olursa suçluluk duygusuyla kendini yiyip bitireceğini biliyoruz. Zihnindeki ses neredeyse eğleniyormuş gibi bir tona bürünmüştü. Tüm o hain 'eğer'ler ve 'olabilirdi'ler yavaşça ruhuna sızmaya başlayacak. Daha öncesinde 'arkadaşlarını' hayatının zorluklarından uzak tutmakta bu kadar kararlı olan biri için, onları tehlikeye atma konusunda pek bir rahatsızlık hissetmiyor gibisin.

Bu onunla aynı şey değil! Eğer şampiyon olursam ayrıntılı incelemeye tabi tutulacağım ve istediğim en son şey, insanların bana olması gerekenden daha fazla dikkat etmeye başlaması. Voldemort'u şüphelendirme ihtimalini göze alamam. Yıllardır inşa ettiğimiz her şeyi riske atamam. Artı, şampiyon olmamam demek seçilen kişiye yardım etmeyeceğim anlamına gelmez. Şampiyonun görevlere uygun olarak hazırlanmasını sağlayarak ona desteğimi sunabilirim. Onları ölüme terkedecek değilim ya!

Beynindeki ses sessizliğe gömüldüğünde, Hadrian bunun iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi olduğunu kestirememişti. Bildiği tek şey, Madam Maxime'in kelimelerinin hala kulaklarında çınladığı ve benliğine zamk gibi yapışan bencillik hissinden kurtulamadığıydı.

Boğuk bir ses onu düşüncelerinden kopardığında döndü ve Jacob'ın yatağında hafifçe doğrulmuş bir halde onu izlediğini gördü. Diğer gencin gözleri uykulu ve yarı yarıya kapanmış bir haldeydi, ama zihni uyanık gibi görünüyordu. Bakışları gayet 'farkında' bir ifadeyle Hadrian'ın üzerinde sabitlenmişti

"Bir sorun mu var?" diye yumuşakça sorguladı diğeri. Vücudunu Hadrian'ın olduğu tarafa döndürmüş bir şekilde yan tarafına doğru yatmıştı. Saçları karman çorman bir vaziyetteydi, her bir teli tuhaf açılarla başka bir yöne bakıyordu. Bu görüntü Hadrian'ın göğsünde sıcak bir şeylerin hareketlenmesine sebep olmuştu. Bu gibi anlar, Jacob'la oda eşi olmalarına memnun hissettiği zamanlardı.

"Bir şey yok Jacob, uyumaya devam et."

"Emin misin?" Konuşmaya devam ettikçe arkadaşının gözlerinin her geçen saniyeyle biraz daha keskinleşmeye başladığını görebiliyordu. Kafasına takılan problemi onunla konuşmak gibi bir niyeti yoktu - bunu yapması aralarında yeni bir tartışmanın fitilini ateşlemekten başka bir şey yapmazdı.

Bu yüzden Jacob'a küçük, ama yatıştırıcı bir gülümseme gönderdi. "İyiyim Jacob. Sadece aklımda bir sürü şey var." Yorganının altındaki elini hareket ettirerek diğerinin olduğu tarafa doğru sözsüz ve asasız bir uyku büyüsü gönderdi. Arkasında varla yok arası bir miktarda sihir bulunduran ve Jacob'ı tamamen bayıltmaya yetecek derecede bir büyü değildi. Sadece uyuma isteğinin normalden daha fazla olmasını sağlayacak türden bir şeydi.

Jacob anlaşılamayan bir şeyler mırıldanarak gözlerini kapattığında, Hadrian iç çekerek bakışlarını tekrardan beyaz tavana yöneltti. Jacob'ın huzurlu bir gece geçirmesini sağladığı için diğerinin sabah olduğunda ona teşekkür edeceğinden emindi.

Annesine mektup yazması gerekiyordu. Ne zaman yola çıkacaklarını söylemeli ve şampiyon olmaktan sakınmayla ilgili planından bahsetmeliydi. Bunu sabahleyin, ilk dersten sonraki boş zamanda da yapabilirdi gerçi. Sakin bir yere oturup düzgün bir şekilde mektubunu yazabilirdi.

Annesini düşünmek zihninde rahatsız edici bir dizi düşünceyi harekete geçirmişti. Araları kötüyken ayrılmışlardı. Dahası onu turnuva bitiminde Fransa'ya dönene kadar göremeyecekti. Aylar boyunca ayrı kalacaklardı - bu da mektuplaşma gibi kısıtlı bir iletişim metodunu kullanmak zorunda olacakları anlamına geliyordu. Hadrian İngiltere'deyken annesine yazıp yazmama konusunda tam emin olamasa da, mektubunun ele geçirilme ihtimalini ya da hayati bir bilgiyi ortaya çıkaracak şekilde izlenmesini riske atacak bir şey yapamazdı.

Yeter. Bununla sabah ilgileneceğim. Yarınki derslere temiz bir kafayla girebilmesi için, bir an önce düşünmeyi bırakıp dinlenmesi gerekiyordu.

 

.

.

.

 

Neredeyse tüm akademi, onları uğurlamaya gelmişti. Hadrian altlarında, ana bahçenin girişini kaplayan mavi üniformalara bürünmüş bedenleri seçebiliyordu.

Hala şafak sökmemişti. Binbir güçlükle uyanıp dağın yamacına tırmanmaya başlamaları için acı verici bir derecede erken bir saatti. Gecenin ilerleyen saatlerinde valizleri onları götürecek olan at arabasına taşınmıştı. Hadrian'a göre bu küçük bir lütuftu. Arabayı okulun çok yukarısındaki bir piste değil de yakınlarında bir yere parketseler onun için çok daha makbule geçerdi.

"Oraya ulaşmak için neden anahtar kullanmadığımızı cidden anlamıyorum." Sol tarafından gelen Claire homurdandı. Hadrian kıkırdayarak kendini toparlamasına yardım etmek için kıza elini uzattı. Bir zamanlar dümdüz olduğu belli olan bu patika kullanılmaya kullanılmaya aşınmıştı. Yükseklere çıktıkça yürümek daha da zorlaşmış, varış noktalarına ulaşamadan birkaç kişinin tökezlemesine sebep olmuştu bile.

Claire minnettar bir gülümsemeyle ona uzatılan eli kabul etti ve iki genç pist girişine birkaç metre kalana kadar el ele yürüdüler. Arabalarının beklediği kalkış pistine yaklaşmaya başladıklarını görmesiyle, içinde anlık bir rahatlama hissi kendini göstermeye başlamıştı. Hadrian arabanın yanına gelinceye dek arkadaşını peşinden sürüklemeye devam etti.

At arabası çok güzel bir el işçiliğiyle yapılmıştı. Açık mavi renkli bir zemin üzerinde doğru noktalarda kullanılan altın vurgular, muhteşem ayrıntılarla bezenmiş çeşitli büyülü yaratıkların oymaları ve tabi ki de arabanın kapılarına işlenmiş olan Beauxbatons arması...

"Çok güzeller," diye fısıldadı Claire. Hadrian arkadaşının bakışlarını takip ettiğinde, koşum takımlarıyla beraber arabaya bağlanmış olan Abraxan'ları gördü. Ve Claire haklıydı. Sihirli atlar tek kelimeyle çarpıcıydı. Şu an bu kadar dar bir alanda sıkıştıklarından biraz tedirgin olduklarının belli olması ve toynaklarıyla yeri kazıyor olmaları bile bu durumu değiştirmiyordu.

Çok geçmeden arabaya bindiklerinde şaşalı koltukları, yumuşak kalın halısı ve ortamı sıcaklıkla dolduran yenice yakılmış bir şöminesi olan geniş bir oturma odasının çekici görüntüsü onları karşılamıştı. Odanın iç dizaynı içerdiği açık mavi, beyaz ve altın renk paletiyle akademidekiyle çok benzerdi.

Tam anlamıyla ev gibi hissettiriyordu

"Hadrian!" Adının çağrılmasıyla beraber bakışları koridorun girişinde onu bekleyen Jacob'a kaydı. Diğer genç yanına gelmesi için elini sallıyordu.

Claire'in elini bırakmadan önce kibarca sıktı ve Jacob'un kendisini beklediği yere doğru yöneldi. Diğeri ona kocaman bir gülümseme yollayarak konuşmaya başladı. "Odalarımızı görmen lazım, mükemmeller." Hadrian'ın kolundan kavrayıp, güzel bir şekilde boyanmış bir dizi kapının olduğu koridor boyunca çekiştirmeden önce söylediği tek şey bu olmuştu.

"Ben ikimiz için bir oda seçtim bile - valizlerimizi içeri aldırdım." Jacob kapılardan birisini itti ve Hadrian'ın odayı görebilmesi için yana çekildi. Oda da arabanın geri kalanı gibi etkileyiciydi. Hadrian'a okul yatakhanesindeki odalarını hatırlatmıştı, ama ondan daha da geniş gibiydi.

Mavi örtülü iki yatak, gerekli olduğunu düşündüğünden daha fazla yastıkla muhteşem bir şekilde dekore edilmişti. Hadrian örtüsü bozulmamış olana doğru ilerledi - Jacob'ın diğer yatağı çoktan sahiplendiği belliydi - ve elini yatağın örtüsünün üzerinde gezdirdi. İpekti.

Yatağının kenarına oturan Hadrian meraklı bakışlarını odanın geri kalanında gezdirdi. Odanın duvarları beyazdı, yer yer altın renkli dokunuşlar vardı. Çeşitli eşyalar ve mobilyaların üzerine işlenmiş dekoratif oymalar göze çarpıyordu.

Yatağın kenarları ve başlığı iç içe geçmiş asma desenleriyle bezeliydi. Şifonyerlerin üzerindeki periler, gerçekte olduklarından çok daha masum bir şekilde resmedilmişti. Masalarını süsleyen kanatlı atlarsa o kadar gerçekçi görünüyorlardı ki, neredeyse koyu renkli maunun üzerinde hareket ediyor gibiydiler.

Güzel bir odaydı - aydınlık ve iç açıcıydı. Sabahın ilk ışıkları tavandan sarkan muhteşem avizeye vurmuş ve odada küçük çaplı bir görsel şölen oluşmasını sağlamıştı.

Bir anlığına, bu kadar şatafatlı bir ortamda büyümemiş olan birisinin ne kadar şok olacağını merak etti. Her şeye rağmen Hadrian odanın bu halinden pek de etkilenmemişti ve bunu Beauxbatons'ta geçirdiği yılların 'savurganlık' konusunda algılarını biraz olsun köreltmiş olmasına bağlıyordu.

"Şurada ne var?" diye sordu, ilerideki kapıyı işaret ederek. Jacob elini belli belirsiz bir hareketle salladı.

"Banyo."

Hadrian'ın, banyonun da en az odaları kadar - belki de daha fazla - lüks olduğuna hiç şüphesi yoktu. Daha sonra duş alırken orayı keşfederdi. Onun yerine, yerçekiminin işini yapmasına ve vücudunun hafifçe zıplayarak yatağa doğru düşmesine izin verdi. Jacob beklediği yerde yumuşak bir ses çıkardığında, Hadrian sırıtmasını bastırmak zorunda kalmıştı.

Anlaşılan onun üzerinde bir şeyler yapmak isteyen sadece yerçekimi değildi. "Ne zaman yola çıkacağız?" diye sordu sessizce. Erkenden uyanmak zorunda kaldıktan sonra bu kadar rahat bir yüzeyde uzanmak uykulu hissetmesine sebep olmuştu. Göz kapakları usulca kapandı.

"Hiçbir fikrim yok. Eğer zamanında gitmek istiyorsak, yakında diye tahmin ediyorum."

Hadrian hımladı. Jacob'ın etrafta bir şeyler aradığını duyabiliyordu, ama gözlerini açma zahmetine girmek ona pek iç açıcı gelmemişti.

Ağır bir şey karnına atıldığında hareket etmek zorunda kalmıştı gerçi orası ayrı. Homurdanırken refleks olarak ayağa kaltığında, Jacob onun bu haline gülmeye başlamıştı. Hadrian ona dik dik baktı. Bu esnada arkadaşına çelme takarak misilleme yapmayı da ihmal etmemişti tabi.

Kısık sesli bir ciyaklamayla Jacob yatağına doğru düştü. "Pislik." Diğer genç fazlasıyla dağılmış bir görüntüyle konuştu.

"Piç." Hadrian alayla cevapladıktan sonra, gözlerini Jacob'ın biraz önce üzerine fırlattığı şeye döndürdü. Üzerinde ismi yazmayan kırmızı kaplı bir kitaptı. "Bu ne?"

Jacob omuzlarını silkti. "Babam bunu sana vermemi isteyen bir notla, önceki gece geç saatlerde bana yolladı. Ne olduğuna bakmadım."

Hadrian kaşlarından birisini kaldırdı. "Endişelenmeli miyim?" Éric normalde ona arkasında bir anlam olmayan bir şey vermezdi. Jacob tekrar omuzlarını silkti ve yatağına uzandı.

"Muhtemelen."

"Her zamanki gibi yardım etmekte sınır tanımıyorsun." Hadrian keyifsiz bir ifadeyle mırıldandı. Kitabı aldı ve elinde çevirerek dört bir yanını inceledi. Bir yandan da ne olabileceği konusunu düşünüyordu. En sonunda kitabı açtı ve yıpranmış sayfalar arasında gezinmeye başladı. Kitabın çoğunluğunun elle yazılmış, yer yer diyagramlar içeren notlar olduğunu farkettiğinde duraksadı. Tüm detaylarıyla çizilmiş olan bir yaratığın çizimi önünde duruyordu.

Bu yaratığın ne olabileceğini hatırlamaya çalıştığında çok geçmeden zihni ona bir isim sunmuştu bile. Nundu. Büyücülük dünyasında bulunan en tehlikeli yaratıklardan birisiydi. Birkaç sayfa daha çevirdiğinde oldukça gerçekçi görünen bir Macar Boynuzkuyruk çizimine rastlamıştı.

Akromantula.

Ruh Emici.

Mantikor.

Beşli.

Neden bana tehlikeli yaratıkları anlatan bir kitap göndermiş ki? Hadrian kaşlarını çatarak düşündü.

"Neymiş?" Jacob uzandığı yerden kıpırdamadan sordu, bakışları tembel tembel tavanda geziniyordu.

"Emin değilim," diye mırıldandı Hadrian. Gözleri notlardan ziyade çizimlerin üzerinde dolaşıyordu. Anlayabildiği kadarıyla, çeşitli yaratıklarla ilgili güçlü ve zayıf yönlerinden tutun, bu yaratıklarla ilgili mitlere - hem muggle hem de büyücü kaynaklı - kadar sayfalar dolusu bilgi vardı.

Göz atmayı bitirdikten sonra ilk sayfaya döndü ve oraya Éric'in zarif bir el yazısıyla karaladığı ufak notu gördü.

Gelecekte faydalı olacak. Kendine iyi bak.

Hadrian neredeyse kahkaha atacaktı. Bu Éric için fazlasıyla gizemli bir tavırdı. Jacob'ın bu açıklamayı kendi başına anlamamış olmasına şaşırmamak lazımdı.

Kapı üç kez sertçe vurulduğunda, Hadrian hızlıca kitabı kapattı. Kapının diğer tarafından Claire'in onları çağırdığını duyabiliyordu. "Birazdan Madam Maxime gelecek ve tüm öğrenciler odalarına yerleşti. O arabaya biner binmez yola çıkacağız. Hadi gelin de beraber kalkışı izleyelim."

"Hadi gidelim." Jacob sessiz bir homurdanmayla ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü. Hadrian ise arkadaşlarına katılmadan önce kitabı yastıklarından birinin altına gizleyebilmek için geride kalmıştı - daha sonra ayrıntılı bir şekilde inceleyecekti.

İçerdeki herkes pencerelere doluşmuş, heyecanlı bir şekilde kalkışı izlemek için bekliyordu. Hadrian, sihrin etkileyici özelliklerine her tanık olduğunda hissettiği bir heyecan duygusuyla içinin kıpır kıpır olmaya başladığını hissedebiliyordu. Ama o da çok geçmeden korku ve endişe duygusuyla gölgelenmişti.

Kısa bir süre sonra Voldemort'un bölgesinin kalbi olan Hogwarts'ta olacaklardı. Sürekli tehlike altında olduğu bir alanda, etrafı düşmanları tarafından çevrelenecek ve annesiyle olan iletişimi kesilecekti. Zekiydi ve karşılaştığı zorlukların nasıl üstesinden geleceğini biliyordu, ama yine de durumun boğucu gerçekliği altında sıkışıp kalmış gibi hissetmekten kendini alamıyordu.

Zihninin oldukça küçük bir kısmında merak hissi kendisini göstermeye başlamıştı. Hadrian şimdiye kadar bu duyguyu görmezden gelip nefret hissine odaklanmayı seçmişti. Ama şimdi...

Sonunda Voldemort ile tanışacaktı. Her zaman Hadrian'ın hayatının bir parçası olan adamı, aşılması gereken bir engel ve etkisiz hale getirilmesi gereken bir tehdit olarak görmüştü. Voldemort gözünde o kadar dokunulmaz bir izlenim edinmişti ki, bazen - küçük bir çocukken - Hadrian'ın adamın gerçekten var olup olmadığını merak ettiği zamanlar olmuştu.

Ve her şeye rağmen merak hissi canlılığını korumuştu. Diğerini artık kanlı canlı karşısında görmek ve onu harekete geçiren şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Bu annesiyle asla paylaşmadığı - ondan nadiren bir şeyler saklardı - tehlikeli bir düşünceydi. Çünkü annesinin nasıl tepki vereceğini biliyordu.

Bu duygu yerine, her zaman yaptığı gibi teninin altında kaynamakta olan nefret hissine odaklandı.

Elleri kendiliğinden yumruk haline gelirken, Claire ve Jacob'un boş bir pencereye geçmesini ve sesli bir biçimde konuşmaya başlamasını izledi. Nefes alışverişi sertleştiğinde, arkadaşlarının sesleri kulağında uzaktan gelen bir uğultuya dönüşmüştü. Hadrian karanlık duyguyu kucaklayarak merak hissinin yerini almasına izin verdi.

Sonunda yıllar önce çekirdek ailelerini hedef alarak hayatını mahveden, babasının katili olan adamla tanışacaktı. Ve intikam almakla ilgili hiçbir şey yapamayacaktı.

Dikkat çekmemesi ve Malfoy'la yaşadığı olaydaki gibi yanlış bir hareket yapmaması gerekiyordu. Tek bir hata yapmayı dahi göze alamazdı. Çünkü bir şekilde Malfoy'u yanlış yönlendirmiş olsa da, Voldemort'un önünde yanlış bir harekette bulunması onun biteceği anlamına gelirdi. Bundan en ufak bir şüphesi yoktu.

 

.

.

.

 

“Lordum.”

Kızıl gözleri sakince önünde eğilen figür üzerinde gezindiğinde, dudaklarının kenarlarına bir sırıtış yerleşti.

“Lucius.” Bakışları, ona seslenişiyle beraber takipçisinin vücudunda dolaşan ürpertiyi kolayca yakalayabilmişti.

Sarışın adam, izin verilip verilmediğinden tam olarak emin değilmiş gibi dikkatlice doğruldu. Safkanı saran korku ve saygıya tanık olmak her zamanki gibi eğlenceliydi. Kucağında bekleyen kitabına geri dönerek yanağını avcunun içerisine yasladı ve kaldığı yerden okumasına devam etti.

Lucius başı hafifçe öne eğilmiş bir vaziyette Lord’unun onunla konuşmasını bekledi. Eğer onu çağıran başka birisi olsaydı bu bekletilmeyi hakaret olarak algılayabilirdi – özellikle çağrılan kişinin kendisi olduğu göz önüne alındığında. Ama Lord Voldemort istediği gibi yapardı ve eğer kitap okurken Lucius’un sessiz bir şekilde yanında dikilmesini istiyorsa, Lucius da tam olarak öyle yapmaktan başka bir seçeneği yoktu.

Lucius sonunda kitabın yumuşak bir şekilde kapatıldığını duyduğunda dakikalar akıp geçmişti. Lord’u kitabı kapatmasıyla beraber ayağa kalktı. Göz ucuyla kirpiklerinin arasından baktığında, diğerinin cüppesini düzelttiğini ve kitaplarla dolup taşan kitaplığa doğru yürüdüğünü gördü.

Uzun, solgun parmaklar yavaşça kitap isimlerinin üzerinde gezindi ve kitapların arasında bulunan bir boşluğa uzanarak elindeki kitabı yerine yerleştirdi. “Rapor etmen gereken bir şey var mı?”

Lucius karşısındaki adama doğrudan bakabilmek için çenesini kaldırdı.

“Hem Beauxbatons’tan hem de Durmstrang’den haber geldi Lordum. Yola çıkmışlar ve bir saate kadar burada olacaklarmış.”

O büyüleyici kızıl gözlere dolan memnun parıltıyı beklediği yerden bile seçebiliyordu. Lord’una güzel haber getiren kişi olmak anlık bir memnuniyet hissiyle dolmasına sebep olmuştu. Lord’unun turnuvayı yeniden başlatma kararının arkasındaki gerçek sebebi ya da işlemekte olan daha büyük bir planının olup olmadığını bilmiyordu.

Öyle bir planı olsa dahi ona söyleyeceğinden kesin bir şekilde emin olamıyordu Lucius. En azından Lord’u onun bilmesini isteyene kadar bir şey öğrenemeyeceği garantiydi.

“Mükemmel, sevindim.” Kolundaki işaret bu kelimelerle uyumlu bir şekilde titreşti. Bununla beraber bir neşe hissi üzerinden akıp geçerek zihninde dolaşmaya başlamıştı. “Yolculuğun sırasında herhangi bir aksaklık yaşadın mı?”

Lord’u çalışma masasına geçmiş, masanın üzerinde duran parşömenlerin arasında bir şeyler aramaya başlamıştı. Şimdiden diğer konulara geçmiş gibi görünüyordu.

Lucius devam eden gündüz düşünü üzerinden attı ve ona yöneltilen soruyu kafasında tekrarladı. İstemsizce, öfkeyle parlayan yeşil gözler ve kibirli bir ses aklına gelmişti.

“Adın nedir evlat?”

“Merak mı ettiniz yoksa?”

Gecikmiş cevabı Lord’unun dikkatinden kaçmamış olacak ki, Lucius kendini tekrardan güçlü adamın inceleyen bakışları altında bulmuştu. Kızıl gözlerde karşılaştığı yoğunluk bir anlığına karşısındaki adamın Zihnefend kullanıp kullanmadığını merak etmesine sebep olmuştu.

Konuşmadan önce hafifçe boğazını temizledi.

“Tekliften şikayetçi olan birkaç politikacı vardı, ama ben bir şekilde... durumun mantığını anlamalarını sağladım. Aralarından sadece birisine bireysel olarak ziyaret etme gereksinimde bulundum.”

“Hangisine?”

“Éric Korin Lordum.”

Eğlence ifadesi adamın yüz ifadesini kaplamıştı. “Ah, evet. Lord Korin’in Fransız Konseyi’ne katıldığını unutmuştum. Adamı el altından ikna ettiğine olan inancım tam.”

“Aynen Lordum.” Düşünceli bir ifadeyle duraksadı. “Korin’in oğlu Jacob’un turnuvaya katılacağını düşünüyorum.”

Efendisi tekrardan evraklarına doğru eğilmişti. “Ve? Bay Korin sende nasıl bir izlenim bıraktı Lucius? Şampiyon olma potansiyeli taşıyor mu?” Lord’un sesinde çok tuhaf, alaycı bir ton vardı. Lucius bu ifadeyi deşifre etmek için bir anlığına duraksamış, ama çok geçmeden konuşmasına devam etmişti.

“Çocukla bire bir konuşma fırsatım olmadı. Bunu -” Tam diğer gençten bahsedecekken kendini durdurdu. Lord’unun, onu saçma bir şekilde sorgulayan kibirli bir bulanıkla ilgileneceğini pek sanmıyordu. “Bunu yapacak zamanım yoktu.” Cümlesindeki kesintinin göz ardı edilemeyecek kadar uzun olduğunu farkettiğinde sözünün gidiş yönünü değiştirmişti.

Lord’u, sanki onun bir şeyler sakladığını anlamışçasına dikkatlice izledi. Bir kez daha gencin yüzünün hatırası zihninde belirmişti.

Lord’u gözlerini kırpıştırarak hımladı. “Pekala Lucius, sana sormak istediklerimin hepsi buydu. Lütfen öğrencilerin, okul personelinin ve temsil heyetinin gereken zamanda toparlanmasını sağladığından emin ol. Misafirlerimize sıcak bir karşılama sunmalıyız.”

Lucius başını saygılı bir ifadeyle eğdi ve odadan çıktı.

Voldemort sandalyesine yaslanmadan önce, diğeri ofisten ayrılana kadar bekledi. Parmaklarını hafifçe içeri doğru kıvırırken düşünceli bir ifadeyle kaşlarını çattı. Gözlerini kapattı ve Lucius’un korunmalı zihninden çekmeyi başardığı görüntüyü zihninde canlandırdı.

Gördüğü kişi bir gençti, on altı on yedi yaşlarında gibi görünüyordu. Koyu renkli saçları ve parlak yeşil gözleri vardı. Bu çocuğun neden Lucius’un zihninde olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu, ama tahmin edecek olursa bu gencin Korin’le yapılan görüşme esnasında orada olduğunu söyleyebilirdi.

Düşünceli bir hımlamayla, zihnindeki görüntüyü uzaklaştırdı ve tekrardan dikkatini masasının üzerinde duran raporlara yöneltti. Diğer okulları karşılamaya gitmeden önce tamamlaması gereken yığınla işi vardı.

Yine de canını sıkan bir şey vardı. Lucius’un anılarının ona yansıttığı kısa süreli bir aşinalık hissi...

 

.

.

.

 

“Hadrian.”

Éric’in ona yolladığı kitaptan başını kaldırdığında, Claire’in sanki tüm beklentilerini yerle bir etmişçesine kendisini izlediğini gördü. Kaşlarını sessiz bir soru işaretiyle kaldırdı.

Bunun üzerine yarı-veela, pencerenin yanında beklediği köşesinde derin bir iç çekmişti. “Burnunu o kitaptan kaldır ve buraya gel.” Genç kız yaklaşmakta olan kıyametini unutmaya çalışma girişimini bozduğu için biraz rahatsız olmuştu. Ama onu görmezden gelmeye çalıştıkça kızın daha ısrarcı ve dikkat dağıtıcı olabileceğini biliyordu – o yüzden hareketlendi ve Claire’in yanına doğru adımladı.

Yanına geldiğinde durdu ve sabırsızlık içinde beklemeye başladı. Claire’se gözlerini devirmiş ve onu zorla pencereye doğru döndürmüştü. “Bak,” dedi emir veren bir tonla.

Hadrian onunla alay etmek için bakışlarını üstlerinden geçtikleri kırsal yerleşim yerine çevirdi. İskoçya’ya sınırını geçeli bayağı olmuştu ve çok yakında varış noktalarına ulaşmak üzere olduklarının farkındaydı.

“Aşağıya değil salak.” Claire sinirle konuştuktan sonra ufuk çizgisine doğru bir noktayı işaret etti. Sanki diğeri talepkar bir çocuk ve o da ebeveyniymiş gibi ağır bir şekilde iç çekti ve bakışlarını ona işaret edilen noktaya çevirdi.

Bakmasıyla nefes alma yeteneğini kaybetmesi bir olmuştu.

Çünkü Claire’in işaret ettiği şeyi görebiliyordu.

Hogwarts,” dedi fısıldayarak.

Hemen önlerinde, gün ışığının altında parıldayan muazzam bir su kütlesi vardı. Onun biraz ilerisinde ise ışık oyunları sayesinde altın ve pembe renginin çeşitli tonlarına boyanmış olan antik bir şato dağın yamacında duruyordu. Her penceresi yansıyan ışınlarla beraber elmas gibi parlıyor, şatonun görkemine görkem katıyordu.

Bir anda, o zamana kadar benliğini ele geçiren endişe duygusundan sıyrıldığını hissetti. En kötü kabusunun o şatoda kol geziyor olması ya da birazdan devamlı bir tehlike altına girecek olması artık önemli değil gibiydi.

Önündeki güzel görüntü her saniyeyle yaklaşırken ve ayrıntıları daha da belirginleşirken, daha önce kafasını taktığı şeylerin artık bir önemi kalmamış gibiydi.

“Beauxbatons’a pek benzemiyor.” Claire gencin yan tarafına yaslanarak kulağına mırıldandı. “Ama kendine ait bir çekiciliği var, değil mi?” Mavi gözleri Hogwarts ve Hadrian arasında gidip geliyordu. Gencin büyülenmiş görüntüsüyle beraber dudaklarında ufak bir gülümsemenin oluşmasına engel olamamıştı Claire.

O da en az şato kadar dikkat çekiciydi, gizli bir şekilde düşündü.

Hadrian’ın tatilden döndüğünden beri içine kapanık bir şekilde davrandığının farkındaydı. Ayrıca, diğerini rahatsız eden şeyin ne olduğunu öğrenmenin de bir yolunun olmadığını biliyordu. Claire bir anlığına bu tatsız halinin annesiyle ilgili olup olmadığını merak etti. Hadrian ev hayatıyla alakalı bir şeylerden nadiren bahsederdi. Babasının öldüğünü öğrenebilmek bile Claire’in üç yılını almıştı.

Claire, Beauxbatons’taki ilk yıllarını, orta okuldan resmi akademiye geçtiklerinde hissettiği heyecanı hala hatırlayabiliyordu. Herkesin anne ve babasının akademinin ilk gününde çocuklarına şans dilemek için oraya geldiğini ve Hadrian’ın tüm açılış seremonisi boyunca yalnız başına orada öylece beklediğini hatırlıyordu.

Ayrıca Claire, ailesinin nerede olduğunu sorduğunu ve Hadrian’ın ona verdiği basit cevabı da net bir şekilde anımsıyordu.

“Babam öldü ve annem seremoniye gelemedi.”

Şimdi de ona ne olduğunu – annesiyle kavga edip etmediklerini ya da onu etkileyen başka bir şey olup olmadığını – sormak istiyordu. Ancak ağzını her açtığında, sözcükler boğazında dizilip kalıyordu.

Hadrian kişisel hayatı hakkında konuşmazdı. Şu an bir şey sorsa, cevaplama ihtimali yok denecek kadar azdı.

Bunun yerine Claire içini çekti ve sessiz desteğini gösterebilmek için gencin etrafına kollarını doladı. Diğeri hala saygıya benzeyen tuhaf bir ifadeyle şatoyu izliyordu. Orada bekledikleri süre boyunca gencin omuzlarındaki gerilimin usul usul azalmaya başladığını hissedebiliyordu.

Claire hayatlarının nasıl bir anda kaotik bir yönde evrilmeye başladığı hakkında düşünmek istemiyordu. Hadrian’ın şampiyon olarak seçilme ihtimalinin de yüksek bir olasılık olduğunun gayet farkındaydı. Hadrian ve diğerleri arasında bir rekabet yoktu, genç açık ara onları ezip geçerdi. Zaten akademilerini ondan daha iyi temsil edecek kim olabilirdi ki?

Arkadaşının hayatının tehlikede olduğu düşüncesi buz gibi hissettiriyor ve onu turnuva bitinceye kadar bir yere saklamak istemesine sebep oluyordu. Tek tesellisi Hadrian’ın olağanüstü derecede yetenekli olması ve Beauxbatons' ın genci her anlamda destekleyecek olmasıydı. Turnuvayı kazanamayacak olsa bile Claire, her şey bittiğinde onun hayatta ve sağ salim olmasını sağlamak için orada olacaktı.

“Beni dinleyin.” Madam Maxime’in sesi araba boyunca yankılandığında Claire gözlerini kırpıştırdı. Hadrian kibarca kızı kendisinden ayırdığında, müdirelerinin oturma odasının ortasında beklediğini gördüler. Diğer öğrenciler de dağıldıkları yerden çıkarak heybetli kadının önünde toplaşmaya başlamışlardı.

“Birkaç dakika içinde inişe geçeceğiz. Herkesin hazırlanmasını ve karşılama törenine uygun bir şekilde giyinmesini bekliyorum.” Bunu söylerken Madam Maxime’in koyu renkli gözleri imalı bir şekilde okul süveterlerini çıkaran ve hafif dağınık bir görünüme sahip olan öğrenciler üzerinde gezinmişti.

Claire, Hadrian’ın iç çekişini duyduğunda ona baktı. Genç yüzünü ekşitmişti. İfadesi, sanki biraz önce Madam Maxime ölüm fermanını vermiş gibi bir hale bürünmüştü.

“Beş dakika içinde oturma odasında olun ve çiftlere ayrılın. İngiliz temsil heyeti ve –“ Madam Maxime kısa bir anlığına duraksadıktan sonra devam etti. “Karanlık Lord tarafından karşılanacağız.”

Claire kalp atışının hızlandığını hissedebiliyordu. Voldemort kadar güçlü biriyle biraz sonra karşılacakları düşüncesi... Adamı kanlı canlı görecek olmak tam anlamıyla inanılmaz olacaktı. Diğer herkesin de o an kendisininkine benzer bir heyecan patlaması yaşadığından neredeyse emindi.

Eğer bir anlığına kafasını Hadrian’a çevirmiş olsaydı, durumun herkes için öyle olmayacağını anlayabilirdi.

 

Chapter 4: Bölüm Dört

Chapter Text

Hadrian mavi Beauxbatons ceketinin yakalarını düzeltirken bu kısa boşluk anını nefesini düzenlemek için kullandı. Arabaları iniş yapalı bir dakika ya olmuş ya olmamıştı, ama şimdiden duygularında bir kaos hali hakimdi. Daha Hogwarts arazisine ayak bile basmamışken, benliğinde yer edinmeye başlamış olan başarısızlık hissi onu çıldırtıyordu.

Tanrım, elleri titriyordu.

Hadrian ellerini iki yanına bıraktı ve titremeleri azalıncaya dek parmaklarını açıp kapattı. Korku duygusunun üzerinde bu kadar kontrol kazanmasına izin vermiş olması kendinden tiksinmesine sebep oluyordu. Ama, bu şekilde hissetmesinin son olmayacağını da acı bir şekilde kabul etmeliydi.   

Karanlık Lord’un şu an arabanın dışarısında bekliyor olduğunu bilmek midesini bulandırıyordu. Neredeyse bir yıla yakın bir süre boyunca bu canavara bu kadar yakın olacağı düşüncesi, bir araya toplanmış arkadaşlarının arkasına saklanmak gibi çocukça bir girişimde  bulunmak istemesine sebep oluyordu. 

Annesinin dikkatli gözleri altında yetişmesine ve Fransa’nın belli başlı figürleriyle sözel olarak dans etme konusunda deneyimli olmasına rağmen, bu karşılaşmaya uzaktan ya da yakından hazırmış gibi hissetmiyordu. Artı, daha önce Voldemort gibi birisiyle karşılaşmadığı için hazır olabilmesi gibi bir durum en başından beri söz konusu olmadığının da acı bir şekilde farkındaydı.

Ne kadar da depresif bir hal ama...

Birisi koluna sürtünerek yanından geçtiğinde karamsar düşüncelerinden sıyrıldı. Raina yüzünde, yanında olmayı pek de istemiyormuş gibi görünen bir ifadeyle onu izliyordu. Zarif görünüşlü ellerinden birisini Hadrian’a uzatarak bekledi.

Hafif bir somurtmayla kıza baktı. “Başka bir eş seçemez miyiz?” Kızın elini nazikçe kavrayıp koluna girmesi için onu yönlendirirken sordu. 

“Çocukça davranmayı bırak,” diye tersledi Raina, kolundaki tutuşunu sıkılaştırarak. Hadrian okul ceketinin tasarımcısına kumaşı bu kadar kalın yaptığı için içinden teşekkür etti. Aksi taktirde şu an Raina’nın harpy pençelerinin tenine saplanıyor olacağından hiç şüphesi yoktu. “Herkes çoktan eşleşti. Ve tırnaklarımı pençe olarak görmüyorum.” 

Hadrian gözlerini kırpıştırdı. “O kısmı sesli mi söyledim?” 

Raina kaşlarını çatmış, ama ona cevap vermemişti. Hadrian, Raina’nın tırnaklarının pençe oluşunu reddedişine rağmen ‘harpy’ iğnelemesini yalanlamadığını farkettiğinde eğlendiğini hissetti.   

Diğerinin bunu kasıtlı olarak yapıp yapmadığını merak ediyordu.

“Nasıl hissediyorsun?” diye ilgisiz bir ses tonuyla sordu kız, konunun üzerinde fazla durmadan. 

Sorusu bir anlığına duraksamasını ve Hadrian’ın gerçekten ne hissettiğine odaklanmasını sağlamıştı. Şu an içinde amansız bir fırtına kopuyordu. Hiçbir şaka ya da alaycı bir yorum onu içinde olduğu bu durumdan uzaklaştıramazdı. Hadrian her zaman duygusal birisi olmuştu. Kendisi üzerinde - çoğu zaman diğerleri tarafından farkedilmeyen - kusursuz bir kontrole sahipti.

Raina’ya yalan söylemeyi, her zamanki rol yapmayı ve vereceği cevabı saptırmayı düşündü – ama bunu yapmanın ona bir fayda getirmeyeceği de açıktı. Bu yüzden doğruyu söylemeye karar verdi. 

“Gergin.” Açıksözlü bir şekilde söylediğinde partnerinin şok içindeki bakışlarıyla ödüllendirilmişti. “Kızgın, ama doğrusunu istersen bu rahatsız eden türden bir öfke. Heyecanlı.” Sonuncusunu biraz kısık bir sesle söylediğinden emindi. Raina’ya verdiği cevaba son bir şey eklemeden önce tekrardan duraksadı. “Korkmuş.” 

Kızın gözlerinde alaya dair hiçbir şey yoktu. Yüzündeki tek ifade, Hadrian’ın dürüstlüğüne karşı duyduğu şaşkınlıktı. “Neden korkuyorsun ki?” Bunu samimi bir merakla sormuş gibiydi. Bu yüzden Hadrian düşüncelerini diğeriyle paylaşmanın bir sakıncası olmayacağını düşündü. 

“Bir düşün, yıl sonununa kadar içimizden birinin ölme ihtimali var ve bu alınması ciddi derecede yüksek bir risk. Beraber büyüdüğümüz arkadaşlarımızdan birisi, bakanlıklar arasındaki mecazi sidik yarışı yüzünden saçmalık derecesinde tehlikeli bir turnuvaya atılmak zorunda kalacak. Sadece bunun –“ Doğru kelimeyi bulabilmek için biraz duraksadı. “İki taraf için de sakıncalı bir durum olduğunu düşünüyorum.”

“Nasıl yani?” 

Hadrian omzunu silkti. “Yanlış gidebilecek, uluslarası ilişkileri neredeyse tamamen yok edebilecek o kadar çok şey var ki. Sana bunlardan oluşan bir liste sunabilirim. Ve listenin en başında bir şampiyonun ölümü var. Şampiyonların ölmemesi için bir sürü önlem alındı evet, ama bu görevlerin hala tehlikeli olarak değerlendirilmeyeceği anlamına gelmiyor. Bir şampiyonun ölümü politik anlamda bir sürü tepkiye yol açardı. Özellikle de kayıp bizden ya da Durmstrang’den olursa. Çünkü Bakan Malfoy’un turnuvanın tekrar kurulması için yaptığı konuşmanın tamamı, şampiyonların korumasını sağlamak üzerine inşa edilmişti.” 

Acı bir ifadeyle gülümsedi. “İnsanlar, birisi ölünceye dek - bu tür hayatı riske atan ve heyecan veren olayları izlemeyi sever. Artık on sekizinci yüz yılda olmasak da, o günden bugüne insanların doğasında pek bir değişim olmadı. Değişen tek şey, öncekinden daha iyiymişiz gibi rol yapmaktan ciddi anlamda hoşlanıyor olmamız. Eğer şampiyonlardan birisi hayatını kaybederse, insanlar turnuvanın tehlikelerine göz yumarak teklifi kabul ettikleri gerçeğine rağmen öfkeye kapılacaklar.”

Kafasını iki yana sallayarak ufak bir kahkaha attı. “Bu en kalitelisinden ikiyüzlülük değil de nedir?.” 

“Yani sen ortada hem bir ölüm riski olduğu için hem de şampiyonlardan birisinin ölümüyle gelecek olan sonuçlardan dolayı mı korkmuş hissediyorsun?” 

Hadrian tekrar omuzlarını silkti. “Sanırım öyle, evet.” 

Raina düşünceli bir şekilde başını yana doğru eğdi. Hadrian ise uzun sayılabilecek bir süre boyunca medeni bir şekilde konuşma yapmayı başarabilmelerine  şaşkınlık duymaktan kendini alamıyordu. Raina ya şu an fazlasıyla sıkıldığı için onu bir tür zihinsel uğraş olarak görüyordu – ya da söyledikleri gerçekten ilgisini çektiği için dinliyordu. 

“Ne demek istediğini anlayabiliyorum,” dedi kız bir süre sonra. “Üzerine derin bir şekilde düşünülmüş bir fikir. Kendin için mi korkuyorsun?” 

“Neden kendim için korkayım ki?” 

Biraz ilerilerinden duydukları üç sert alkışlama sesi Raina’nın söyleyeceği şey her neyse onu susturmuş, dikkatlerinin ön sıralarda ayakta duran Madam Maxime’e yönelmesini sağlamıştı. “Arabadan dışarı çıktığımızda, temsil heyetinin önünde üç sıra oluşturmanızı ve verilecek olan talimatlar için beklemenizi istiyorum. Hepinizin soğukkanlı bir şekilde ortama uyum sağlamasını bekliyorum.” 

Sonrasında hemen arabanın kapıları açılmış ve masmavi bir akarsu gibi arabadan dışarı çıkmışlardı.

Hadrian midesinin korkuyla kasıldığını hissetti. Başlamadan önce bu gülünç durumu durdurmak ve eve dönmekten başka bir şey istemiyordu. 

Tüm bunlara rağmen, yüz ifadesine hissettiği herhangi bir rahatsızlığın dışarı sızmasına izin vermeyecek kadar iyi bir şekilde eğitilmişti. Bu yüzden adımları bir an bile duraksamamış, kalbi göğüs kafesinde hızlı bir şekilde atarken ve sihri teninin altında uğuldarken bile takındığı o güçlü duruşu bozmamıştı. 

Hadrian arabadan çıkmadan önce adımlarına dikkat ederek bir anlığına gözlerini kapattı. Güneş ışığının yüzüne vurduğunu hissettiğindeyse tekrardan açtı. 

Tek kelime etmeden müdirelerinin istediği şekilde üç sıra haline girdiler ve sessizce beklemeye koyuldular. Hadrian bakışlarını onları karşılayan komiteye doğru çevirdi – gözleri istemsiz bir şekilde birisini arıyordu. 

İşte orada.

Kenarda düz siyah cübbe giymiş uzun bir figür duruyordu. Üstündeki cübbe ne kadar sade ve heyetteki diğer kişilerin cübbelerinin sahip olduğu şık işlemelerden yoksun olsa da, bir şekilde adamın varlığını vurgulayan bir havaya sahipti.

Hadrian daha öncesinde sadece Karanlık Lord’un – yüzünün cübbesinin kapüşonundan dolayı anlık olarak belirdiği - fotoğraflarını görmüştü. Ama gazetede hareket eden siyah ve beyaz figürler adamın gerçek hayattaki haliyle karşılaştırılamazdı bile.

Bu sefer kapüşonunu çekmemişti ve Hadrian hayatında ilk kez babasının katilini arada hiçbir engel olmadan görebilme fırsatını elde edebilmişti.

Voldemort,  kemik beyazlığındaki cildi, düz burnu, kızıl gözleri, uzun ve iskeletvari vücuduyla rahatsız edici bir görüntü oluşturuyordu. Birinin en kötü kabusundan çıkıp gelmiş bir canavar gibiydi. Ve insan olduğu gerçeği her şeyi olduğundan daha dehşet verici hale getiriyordu.

Hadrian mümkün olduğunca detaylı bir şekilde baştan aşağı adamı inceledi. Zihninde ne kadar çabuk diğeri hakkında doğru bir fikir ortaya koyabilirse, burada geçireceği zaman o derecede kolaylaşacaktı.

Annesi düşmanlarla başa çıkma konusunda gözlem yapmanın çok önemli olduğunu söylerdi. Ne kadar çok inceler ve karşınızdakini anlarsanız, hata yapma olasılığınız o kadar azalırdı. O yüzden Hadrian gözlerini kullandı. 

Karanlık Lord’dan edindiği ilk izlenim - hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde - güçtü. Adamı çevreleyen hava resmen sihriyle doygunlaşmış gibiydi – varlığını etrafındaki kişilere ilan ediyor ve dikkatleri üzerine çekiyordu. Hadrian, Voldemort’u izleyen tek kişi olmadığını görebiliyordu. Temsil heyetinin neredeyse tamamı, dürtüsel bir saygı ifadesiyle adamın olduğu tarafa doğru eğilmişti.

Diğerinde gördüğü kibir de onu şaşırmamıştı. Karanlık Lord’un uzuvları boyunca yayılmış, rahat ve gevşek duruşunda kendini net bir şekilde belli ediyordu. Güçlü cadılar ve büyücüler sihirlerinin verdiği özgüvenle sık sık üstünlük kompleksine evrilen kibirli davranışlar sergileme eğilimindeydiler. 

Hadrian yıllar boyunca bu duygunun kurbanı olmuş, ama aynı zamanda kendi gücü söz konusu olduğunda her zaman aklını başına toplamaya çalışmıştı. Çünkü kibir, insana her şeyin üstesinden gelebileceğine dair güvence vererek sahte bir rahatlık duygusuna sürüklerdi. Hadrian ise sürekli olarak tetikte olmayı tercih ediyordu. Net bir şekilde yorucuydu, ama en azından benliğini lekeleyen paranoya hissi gafil avlanmaktan katbekat daha iyiydi. 

Bu durumun da dünyadaki en güçlü büyücülerden biri olan Voldemort için aynı olabileceğini düşündü. Bu kadar çok insanın ona hayranlık duymaya istekli olmasının, Hadrian’ın devam ettirmeyi amaçladığı sürekli tetikte olma planını iyi yönde etkilemeyeceği kesindi.

Peki ya etrafına buram buram yaydığı kibri sadece bir maskeyse? Düşmanlarını gardının indirildiğine inandırmak içinse ve gerçekte hepsinin hareketlerinin farkındaysa? Bu düşünce şekli bir Karanlık Lord’un zihniyle daha çok uyuşuyor gibiydi. Ama bir yandan Hadrian bu kibrin oldukça doğal göründüğüne de emindi. O zaman ikisinin bir karışımı denilse, yanlış olmazdı. 

Hadrian dikkatini Voldemort’un yüzüne döndürdü ve yürümeye devam ederken adamın sahip olduğu özellikleri inceledi. O kırmızı göz bebeklerinin küçük kalabalık üzerinde gezinme şeklini gözlemleyerek içinde taşıdığı duygu parıltılarını yakalamaya çalıştı. 

Hayır. Doğru bir okuma yapabilmek için fazla uzaktı. Belki de... 

Çok tehlikeli, diye düşündü, katı bir ifadeyle. Ama düşünce ısrarcı bir şekilde zihnini kemirmeye devam ediyordu. Eğer dikkatli olursam, fark edeceğini bile sanmıyorum. Kararsızlık içerisinde alt dudağını yaladı. Meraklı olduğunu inkar edemezdi. Eğer temkinli bir şekilde ilerlerse, Voldemort’un ne yaptığını anlayacağı bile şüpheli bir durumdu. 

Ama beni yakalarsa da...

Tanrıların cezası doyumsuz merakının kükreyerek canlandığını ve tedbirli tarafına karşı savaştığını hissedebiliyordu. Hadrian hangisinin kazanacağını şimdiden tahmin edebiliyordu. 

Heyecanla karışmış bir korku hissiyle, Hadrian sihrinin çok küçük bir parçasını Karanlık Lord’un sihrini aramak için yolladı. Başka birinin sihrine dokunmak çoğu zaman o kişinin anlık duygu durumuna bakmanıza olanak sağlardı – empati gibi değildi. Karşıdaki kişinin yüz ifadesi bir tuğla kadar düz olsa da, o kişinin sihri onu kolayca ele verebilirdi.

Bu yöntem ve empatinin arasındaki tek fark, Hadrian’ın diğerinin duygularını manipüle etme amacının olmaması ve sadece yüzeydeki duygulara bir göz atmak istemesiydi. Bir empat, hedef aldığı kişi tarafından hissedilen tüm duyguları okuyabilirdi. Eğer empat yeterince güçlüyse, herhangi bir sihirsel ya da fiziksel bir temas olmadan bu duyguları sezebilirdi

Bu küçük yeteneğin tek dezavantajı, iki tarafı açık bir kanal olmasıydı. Hadrian diğerini alarma geçirmemek için kendi duygularını çok güçlü bir şekilde karşısındakine yansıtmama konusunda dikkatli olmak zorundaydı. 

Hiçbir yönlendirme isteği olmaksızın saf sihri kontrol altına almaya çalışmak, muazzam miktarda bir konsantrasyon gerektiriyordu. Ama Hadrian kendini sihirsel kontrolün her alanında gelişmeye adamıştı – normalde sıradan bir büyücünün öğrenmesi onlarca yıl süren ve yoğun eğitim gerektiren bölümlerinde bile. 

Eğer normal bir büyücü olsaydı, şimdiden sihirli özünü kontrol etme konusunda bu kadar iyi olduğu gerçeğiyle karşılaşmak onu şaşkınlığa sürükleyebilirdi. Pratik yöntemlerle her zaman daha iyi öğrenmişti, ama o bile öğrenme hızının normal olmadığının farkındaydı. 

Sınıf arkadaşlarının uzmanlaşmakta haftalarını alan şeyler, onun en fazla iki gününü alıyordu. Büyü yapma yeteneği korkutucu bir kolaylıkla gelişiyordu. Ayrıca, asasız olarak büyü yapma konusunda ustalık yolunda emin adımlarla ilerliyordu.

Altı yaşındaki halini - Beauxbatons’a gitmeden iki yıl öncesini - hatırlayabiliyordu. Muggle banliyösünde yetiştirilmişti. Öğleden sonraki bir zaman diliminde, diğer çocuklarla oyun parkında oynarken avcunun içinde küçücük bir alev oluşturmuştu.   

“Sen bir ucubesin.” 

Sonraki hayatı boyunca bunu ona söyleyen çocuğun ismini ya da görünüşünü hatırlayamamıştı, ama kullandığı o kelimeler daima onunla kalmıştı. Belki de o çocuk bir bakıma haklıydı. 

Sihri şimdiye kadar hissettiği en karanlık güçle etkileşime geçtiğinde düşünceleri arasından sertçe sıyrıldı. Hadrian o yoğun sihrin titreşimleri kendine ulaştığı anda, şiddetli bir şekilde ürpermekten kendini alamamıştı. Tamamıyla karanlık güçten oluşan bir kuyunun büyüsüne kendisini o kadar kaptırmıştı ki, Raina’nın ona düşünceli bakışlar attığının bile zar zor farkına varabiliyordu. 

Aralarında oluşan varla yok arasındaki bağlantı, adamın duyguları hakkında daha derinlemesine bir fikir edinmesine izin vermişti. Can sıkıntısı, tiksinti ve hayal kırıklığı hislerinden oluşan bir tsunami üzerine çöktüğünde, Hadrian bu ezici enerjinin altında yeri boylayacağı korkusuyla sihirli bağlantıyı yok etti.

İçine bastıran ani yorgunluğu atabilmek için beyhude bir çabayla olduğu yerde kıpırdandı. Neler oluyor? Bunu yaparken daha önce buna benzer bir şey hissetmemiştim. Birkaç kez usulca gözlerini kırpıştırdı. Beynine kendine gelmesi için ani bir sihir dalgası yollayarak bu duyguyu zor da olsa kendisinden uzaklaştırdı.

Hadrian kendine hakim olduğu anda güçlükle yutkundu ve bir cesaretle diğerinin bir şeyler farkedip farketmediğini anlayabilmek için Karanlık Lord’un olduğu tarafa bir bakış attı. 

Siktir.

O kızıl gözler üzerine sabitlenmişti

Siktir.

Hadrian gözlerini Voldemort’unkiyle buluşturduğunda, bu hareketiyle beraber kafatasında baş ağrısına benzer muazzam bir basıncın oluştuğunu farketti. Panik içinde zihinbend bariyerlerini bir bir yerlerine yerleştirdi. Son derece rahatsız edici olan istilaya uğramış hissi kaybolduğunda rahat bir nefes almadan edememişti.

Hızlı bir şekilde Karanlık Lord’la olan göz kontağını bozdu ve bir daha asla o adamla sihirsel bağlantı oluşturmak gibi inanılmaz derecede aptalca olan bir şey yapmamaya karar verdi.  

Diğerinin bakışının ağırlığı birkaç dakika boyunca onu terk etmemişti. Hadrian, adamın olduğu taraftan başını aniden döndürmek gibi dikkat çekici bir şey yapmaktan kaçındı. Zaten korkunç bir hata yapmıştı. Kendisini av gibi hissetmeye başladığından, zihnini başka bir saldırıya açık bırakmayacaktı. 

Onun yerine onlara yapılan kısa hoşgeldin konuşmasına odaklanmaya çalıştı. Beyni tüm kelimeleri özümsüyor, ancak onların sadece yarısını aklında tutabiliyordu. Çünkü ne kadar konsantre olursa olsun hain zihni ona, kurdukları bu kısa bağlantıyla Karanlık Lord’un gözlerinde oluşmaya başlayan eğlence hissini ve kızıl gözlerin onu yoğun bir şekilde baştan ayağa süzdüğü gerçeğini ona tekrar tekrar hatırlatıp duruyordu. 

 

.

.

.

 

Raina ona bakıyordu.

Hadrian onu görmezden geldi ve hızlı adımlarla onları şatoya doğru yönlendiren temsil heyetinin peşinden gitmeye devam etti. Şu anda turnuvayla ilgili birkaç belgeyi imzalayacakları bir yere götürülüyorlardı. 

Tamamen formalite icabıydı. Şampiyon olmanın gerekliliklerini tam olarak anladıklarını detaylandıran, seçilmeleri dahilinde turnuvanın hüküm ve koşullarını kabul ettiklerini gösteren yasal bir gereklilikti. Şampiyonların gerçekte imzalayacağı bağlayıcı sihirsel sözleşmeye pek benzemiyordu. Bu daha çok İngiltere Sihir Bakanlığı’nın onları durumun ciddiliği hakkında tam bilgilendirmemekten dolayı gelebilecek suçlamalardan - turnuva boyunca ve sonrasında - sıyrılmasını sağlayacak türden bir şeydi.

Raina hala ona bakıyordu. 

“Ne?” diye tersledi en sonunda. Biraz önce yaşadığı tehlikeli durumdan hala kendini tam olarak toparlayamamıştı. Kız kaşlarını çatarak ona baktı ve inanamayan bir ifadeyle kafasını salladı.

“Biraz önce nöbet geçirmeye benzer bir şey yaşadın ve şimdi hiçbir şey olmamış gibi mi yapacaksın?” 

Kaş çatma sırası Hadrian’a geçmişti. “İlk olarak, o hiçbir şey değildi. İkinci olarak eğer gerçekten açıklama yapmam gerekseydi, onu ‘nöbet geçirme’ olarak adlandırmazdım. Ve üçüncü olarak, evet hiçbir şey olmamış gibi davranacağım.” Raina onu sorgulama fırsatını yakalayamadan önce, ondan kaçabilmek için kendini biraz daha hızlı yürümeye zorladı. 

“Sevgili kavgası mı evlat?”

Hadrian istemsizce başını yanında yürümeye başlayan adama çevirdi. Gençti, büyük ihtimalle otuzlu yaşlarının başındaydı. Üzerinde tipik üst sınıf politikacıların giydiği kıyafetlerden vardı.

“Ona ‘sevgilim’ diyemem efendim. Özel cehennem iblisim desek daha doğru olur.” Politikacı bu yorumuna içtenlikle kıkırdamış ve konuyu kendi haline bırakmıştı. El sıkışmak için Hadrian’a doğru uzandı.

“Arnold Abernathy,” dedi tuhaf bir sırıtışla. Hadrian ona uzatılan eli sıkıca tutarak selamlama mahiyetinde ufak bir gülümseme gönderdi.

“Ben de Hadrian Evans, memnun oldum.” 

Abernathy bir anlığına bu sözleri onu eğlendiriyormuş gibi bir ifade takınmış, ama üzerine bir yorum yapmamıştı. Onun yerine Hadrian’a hızlı bir bakış attı. “Beauxbatons ha? Evden bu kadar uzakta olmak nasıl bir duygu?” 

“İyi bir deneyim olacağı kesin. Hogwarts’ın dışı kadar içinin de muhteşem olacağına eminim.” 

Abernathy tekrar kıkırdadı. “Merlin, eğer her şeye bu kadar diplomatik cevaplar vermeye devam edersen, günün birinde çok iyi bir politikacı olacağına kalıbımı basarım.” Adam elini havadar bir şekilde salladı, diğer eliyse cebindeydi. “Birisinin neden politika içinde olmak isteyebileceğini anlamıyorum gerçi – çok fazla kural ve düzenleme var.” 

Hadrian başını ilgiyle yana doğru eğdi. “Kusura bakmayın, ama siz kendiniz bir politikacı değil misiniz?” Ufaktan şüphelenmeye başlamıştı – bu adam hiç de politikacı gibi konuşmuyordu. Hadrian, Abernathy’nin gözlerinde adamla ilgili bu şüphesini arttıran bir parıltı yakalamıştı. 

“Pekala, aslında bir bakıma öyleyim. Ama etrafımdaki insanlar gibi önemli bir konumda olduğumu söyleyemem.” Abernathy kendi söylediklerine güldükten sonra devam etti. “Öyleyse Hadrian, bana kendinden ve Fransa’dan bahsetmeye ne dersin? Daha önce oraya gitmedim, ama güzel bir yer olduğunu duymuştum.” 

Ne kadar acemice bir konu değiştirme girişimi... Hadrian yanında yürüyen adamı değerlendirirken gözlerini kıstı. Kendisi hakkında bir şeyler öğrenme isteği korkunç bir derecede şüpheli olmasa da, genel bir açıdan bakıldığında tuhaftı. Sanki bir şekilde önceki konuyu unutturup bir şeyleri örtbas etmeye çalışıyor gibiydi. 

Ya bu adam iletişim kurma konusunda yetenekli birisi değildi ya da belli bir sebep yüzünden ağzını yokluyordu. Hadrian’ın asıl merak ettiği şey, diğerinin 'neden' böyle yaptığıydı. Adamın dikkatini üzerine çekmek için yanında yürümekten başka bir şey yapmamıştı ve bu bile adamın onunla konuşmak zorunda hissetmesi gerektiği anlamına gelmiyordu. 

Konuşmayı başlatan ve sohbeti yönlendirmeye çalışan kişi Abernathy’di. Eğer bunları bir amaç dahilinde yapıyorsa, Hadrian bunun ne olduğunu öğrenmek istiyordu. 

Sıradan görünen bir rahatlıkla Abernathy’e Fransa ve Beauxbatons hakkındaki bazı basit gerçekleri, sözlerine kişisel bir yorum getirmekten kaçınarak aktardı. Bunu yaparken aynı zamanda adamın verdiği tepkileri dikkatli bir şekilde izlemeyi de ihmal etmemişti. Abernathy, sanki onun söylediği her şeyi hafızasına kazımak istiyormuş gibi dikkatle dinledi – ki bu cidden Hadrian’ın zihninde kırmızı sirenlerin çalmasını sağlayan bir durumdu. 

Bu adam kim olursa olsun, Hadrian ona herhangi bir şekilde güvenmemesi gerektiğini aklının bir köşesine not etti.

“Kulağa mükemmel bir yermiş gibi geliyor,” diye belirtti Abernathy, Hadrian Beauxbatons’un bahçelerini kabaca açıkladıktan sonra. Bu dürüst yorum, hem biraz şaşırmasına hem de memnun olmasına sebep olmuştu. Hadrian, Beauxbatons’ta öğrenim gören bir öğrenci olmaktan büyük bir gurur duyar ve başkalarının akademisine iltifat ettiğini duymaktan her zaman zevk alırdı. 

“Bahse girerim kardeşlerin de bu kadar harika bir okula girmek için can atıyorlardır, değil mi?” 

Hadrian, kişisel bir soruyu yanıtlamanın artı ve eksilerini tartarken duraksadı. Sonunda bir problem oluşturmayacağını düşünerek cevap vermişti. “Malesef bir kardeşim yok.”  

“Senden bir tane ebeveynlerin için çok mu fazla geldi?” Abernathy güldüğünde suratında tuhaf bir ifade oluşmuştu. Hadrian soğukkanlı bir şekilde gülümsemiş, ama adamı doğrulama zahmetine girmemişti. James Potter’ı konuşmaya dahil etmekle ilgilenmiyordu. Ölmüş bir ebeveynden sıklıkla bahsetmenin insanların sahte sempatilerini kazanmaktan çok onları rahatsız ettiğini düşünüyordu.

“Onun gibi bir şey,” dedi kısaca, diğerinin daha fazla üstelemesine izin vermeden. Hadrian adamın ona karşı doğal olmayan ilgisini görmeyecek kadar kör değildi. Adamı hazırlıksız yakalama girişimiyle kendisi bir soru sordu.

“Bakanlık’ta ne iş yapıyorsunuz Bay Abernathy?” Parlak yeşil gözler, adamın kahverengi gözlerinde çakan huzursuzluk kıvılcımını aç bir ifadeyle izledi. Bu adamın politikacı olmadığı kesindi. Maskesinde ve söylediklerinde çok fazla boşluk vardı. Kendine saygısı olan hiçbir politikacı, bu kadar kolay okunabilen bir ifadeye sahip olamazdı.

Bu da bir soruyu beraberinde getiriyordu – kimdi bu adam?

“Ah, ben maliye departmanında çalışıyorum. Birkaç safkanın mülk ve benzeri mal varlıklarını yönetiyorum. Hatırlayabildiğim zamanlarda da evrak düzenlemesi yapıyorum.” 

“Ne kadar ilginç,” diye mırıldandı Hadrian, Abernathy’nin duyabileceği kadar yüksek bir sesle. Adama doğru bir iki adım yaklaştı ve duygularını hissedebilmek için – aynı saat içinde ikinci kez yapıyordu bunu – kendi sihrinden oluşan incecik bir bağlantı yolladı. Karanlık Lord’un aksine, Hadrian bu adamla başa çıkmak konusunda herhangi bir problem yaşamayacağına emindi.

Güçlü bir korku ve öfke duygusuna paralel olarak büyülenme, heyecan ve... sevgi duygusu benliğini kapladı. Ne kadar da garip. Hadrian kendini geri çekti ve diğeri bir şeyler döndüğünü farketmeden bağlantıyı kesti.

Ayaklarının altındaki zemin çimenden taşa dönüşürken, onlar büyük bir girişe doğru hızlı adımlarla ilerlemeye devam ediyorlardı. Hadrian bakışlarını yukarı doğru kaldırarak yüksek yapının ana hatlarını inceledi. Şatonun pencerelerinden onlara bakan bir sürü yüz olduğunu farketti. Vakit öğle arasına yaklaştığından dersler çoktan bitmiş olmalıydı. 

“Hogwarts’tan mı mezun oldunuz Bay Abernathy?” 

Adam içten bir şekilde gülümseyerek bakışlarını görkemli bina üzerinde gezdirdi. İfadesinde hüzünlü bir şeyler vardı. “Evet, bina hala ilk günkü gibi, hiç değişmedi. Şatonun etrafında P – arkadaşlarımla gezindiğim günler sanki dünmüş gibi hissettiriyor.”

“Hadrian, buraya gel!”

Hadrian omzunun üzerinden bir bakış attığında, Jacob’ın da aralarında olduğu birkaç kişinin biraz ileride onu bekliyor olduğunu gördü. Özür dileyen bakışlarını Abernathy’e çevirdiğinde, diğeri elini belli belirsiz bir hareketle salladı. “Hadi, arkadaşlarının yanına git evlat. Seni burada tutmama izin verme. Eminim bundan sonra sık sık karşılacağız.”

“Tabi ki. Sizinle tanıştığıma memnun oldum Bay Abernathy.” 

Hadrian döndü ve arkadaşlarının olduğu yere doğru yol almaya başladı. Eğer arkasını dönseydi adamın solgun yüzünü kaplayan düşünceli ifadeyi görebilirdi – ya da parmaklarının cebindeki bir obje etrafında kıvrıldığını farkedebilirdi.

Yeterince yaklaştığında, Jacob omzuna hafifçe vurdu. “O kimdi?” Hadrian arkadaşına homurdanmaktan başka bir cevap vermemişti.

“Kim olduğu önemli değil,” dedi Nathaniel, derin bir şekilde kaşlarını çatarak. “Ne söylediklerini duydun mu? Bir performans sunmamız gerekiyormuş. Performans ne ya! Ne yapmamızı bekliyorlar ki?” Gencin sesi hakarete uğramış gibi geliyordu. 

“Bunu yapmamız gerektiğini ne zaman söylediler?” diye sordu Hadrian. Bunu söylemesiyle diğerlerinin inanamayan bakışlarının hedefine girmesi bir olmuştu. 

“Şu tombul küçük adamın yaptığı konuşma sırasında. Ne söylediğine dikkat etmedin mi?” Jacob başını merakla yana doğru eğdi. Hadrian omuzlarını silkerek arkadaşlarına küçük bir gülümseme yolladı.

“Dürüst olmak gerekirse, hayır. Sadece sesi kulaklarımı kanatmayan insanları dinlemek gibi bir huyum vardır.” Diğerleri bu sözlerine kıkırdamışlardı. 

“Nasıl yılımızın en iyi öğrencisi olduğunu asla anlayamayacağım,” diye sızlandı Charles, kafasını iki yana sallayarak. “Dersteyken profesörün anlattığı şeylerin yarısını bile dinlemediğine yemin edebilirim.” 

“Belki benim düzeyimde bir rakibim olsaydı, bu kadar sıkılmayabilirdim,” diye cevapladı Hadrian. Charles onu şakacı bir tavırla iterken, kulağa ‘pisliğin teki’ gibi gelen bir şeyler mırıldanmıştı. Dikkati, arkadaşlarının bu haline sırıttığı anda devasa giriş alanına giren ikinci gruba kaydı. Gözleri anında Karanlık Lord’u bulmuştu.

Bakışlarını heybetli adamın üzerinden çektiğinde kaşlarını çattı ve yumruklarını sıktı. Öncesinde adamın sihrine dokunduğu için, varlığına karşı aşırı farkında bir hale gelmiş gibi hissediyordu – ve bu onu çileden çıkarıyordu.

“Biraz korkutucu değil mi?” Jacob olması gerekenden biraz daha yakınında durarak kulağına doğru nefes aldı. Hadrian her nefes aldığında diğerinin ön tarafının omzuna sürtündüğünü hissedebiliyordu. “Görünüşü bana bir yılanı hatırlatıyor, yani şu burnuna bir bak.” 

Hadrian midesindeki çalkalanmalara rağmen, Jacob’ın duygusuz sözlerine sırıtmaktan kendini alamamıştı. Adam hakkında böyle konuşmak tehlikeliydi, özellikle de Karanlık Lord onlara sadece birkaç metre uzaktayken. Ama Hadrian şu an her türlü şaka girişimini takdir edecek kadar gergindi. 

Hafifçe geriye, arkadaşına doğru uzandı. “Dikkatli ol,” diye fısıldadı sinsi bir ses tonuyla. “Burnunun çalışmıyor olması, kulaklarının sorunlu olduğu anlamına gelmez.” 

Ve o an dehşet verici bir ironi midir bilinmez, kızıl gözler onların grubunun olduğu noktaya dönmüştü. Hadrian ve Jacob anında birbirlerinden uzaklaşmış, etraflarına sadece gençlerin yapmayı başarabildiği bir masumiyet havası yaymaya başlamışlardı. 

Bir adam Voldemort’la konuştu, o kızıl gözler üzerlerinden bir an bile ayrılmamıştı. Diğeri ona cevap vermiş olacak ki, adam ona emredilen şeyi yapmak için ortamdan uzaklaştı. 

Tanrım, buraya doğru geliyor. Hadrian, Karanlık Lord küçük gruplarına yaklaşmaya devam ettikçe tepki vermemek için kendini zor tutuyordu. Ürkütücü bir an Voldemort’un onlarla konuşmayı deneyeceğini düşündü, ama bu yersiz bir korkuydu.

Voldemort onlara tek bir bakış bile atmadan yanlarından geçti. Gruplarının durduğu yerde en uçta bulunma talihsizliğine sahip olan Hadrian, hareketsiz kaldı ve itaatkar bir davranışla yana doğru adımlamayı reddetti. Küçük çaplı asiliği, Voldemort’un kolunun kendi koluna sürtünmesiyle sonuçlanmıştı. Bu kısacık dokunuş bile onu sarsmış, başka bir odaya alındıktan dakikalar sonra bile hasta hissetmesine sebep olmuştu.

 

.

.

.

 

Öfkeli duyguları arasında bir denge bulmaya çalışarak arkasındaki taş duvara yaslandı. Üç saat boyunca konuşmak zorunda kaldıkları cadılar ve büyücüler yüzünden sabrı tükeneli çok olmuştu. Hogwarts’tayken onlardan ne beklediklerini ve uymak zorunda oldukları kuralları anlatmışlar, sayısız yazılı evrağı imzalamalarını istemişlerdi.

Oldukça bitkindi, ama akşam daha yeni başlıyordu. Halihazırda konsantre olması gereken bir giriş seremonisi vardı.

Sadece her şeyden bunalmıştı. Neşe ve korkuyla çeşitlenen duygular, içinde dalga dalga yükseliyordu. Uzun bir süre boyunca nasıl bir yer olabileceğini hayal ettikten sonra gerçekten Hogwarts’ta olmanın - antik zırhları, hareket eden merdivenleri ve büyülü portreleri görebilmenin getirdiği o tarifsiz sevinçti bu.

Ama bunun yanında kalbini sıkıştıran ve hayranlığını lekeleyen ezici bir korku da vardı. Burada olmanın tek iyi yanı Voldemort’un, Hadrian’ın ona sunduğu aptalca hareketin getirdiği ilgiden uzaklaşmış gibi görünüyor olmasıydı. Adamın onu koridor boyunca görmezden gelmesi büyük bir rahatlama hissi getirmişti.

Hadrian artık nasıl hissettiğinden tam olarak emin değil gibiydi. Bu yüzden kendisini, karşısında toplanmaya başlayan Durmstrang öğrencilerini izlemeye zorladı. Nadiren başka büyücülük okullarına giden öğrencilerle etkileşim kurma fırsatını elde ederdi. Son zamanlarda katıldığı partiler bile ağırlıklı olarak Fransız ve İspanyol büyücülerle dolup taşardı. 

Hepsinin etraflarında bir vahşilik havası hakimdi ve öğrencilerin gözlerindeki sertlik ilgisini çekiyordu. Durmstrang’in, sihrin daha karanlık olan dallarına meyilli olduğu konusundaki itibarını biliyordu. Bu durumun öğrencileri nasıl etkilediği Hadrian için bir merak konusuydu. 

“Biraz sert görünüşlüler, değil mi?” Claire onun yanında beklemek için yaklaştığında yumuşak bir sesle konuştu. Hadrian omuzlarını silkti.

“Sert, bir anlamda belki... Ama ben daha çok tehditkarlık çizgisinde dolaştıklarını düşünüyordum.” 

Arkadaşı bunun üzerine kaşlarını kaldırdı. “Tabi ki de korkmuyorsun. Dördüncü sınıftan beri girdiği her düelloda rakiplerini dümdüz eden Hadrian değil misin sen?” Kızın gözlerinde eğlenen parıltılar dolaşıyordu. “On iki yaşındayken bir öğrenciyi kurtarabilmek için paniklemiş kanatlı bir atın önüne atlayan Hadrian, şimdi bir grup Durmstrang öğrencisinden mi korkuyor?” 

Hadrian ufak bir kahkaha attı. “Hayvanlar kolayca tahmin edilebilir. Çünkü içgüdülerine göre hareket ederler. Asıl tehlikeli olanlar insanlardır.” Eleştirel bakışlarla Durmstrang öğrencilerden birinin ağzından ateş çıkarışını ve parlak turuncu alevlerin minyatür bir ejderhaya dönüşmesini izledi.

Etkileyici bir sihir gösterisiydi. Bükülmesi zor bir element olarak bilinen ateşi, bu kadar karmaşık bir şekle sokmak için gereken kontrol miktarı gerçekten dikkate değerdi. Hadrian sessizce öğrencinin yüzünü hafızasına işledi.

“Nasıl hissediyorsun?” Neden bugün herkes ona bu soruyu soruyordu? 

“Sanki bütün bu durum, baştan sona bir zaman kaybı ve saçmalık derecesinde gereksizmiş gibi.” 

Claire gözlerini devirdi. “Bu, güzel bir şekilde karşılanmamıza duyduğumuz minnettarlığın basit bir göstergesi Hadrian. ’Saçma’ olan hiçbir şey yok.” 

Kıza bilen bir bakış attı. "Etrafımızda dans eden parıltılardan oluşan bir yol boyunca dönerek takla atacağız. Bence kesinlikle öyle.” ‘Performans’larını oluşturmak için bir saatten daha az zamanları olmuştu - bu yüzden pratik yapmaya dahi fırsat bulamamışlardı. Hazırlık ve final çalışmalarının aynı anda olmasının daha iyi olacağını düşündü. Bu saçmalığa daha fazla katlanmak istemiyordu.

Hadrian, diğerinin dudaklarının bir gülümsemeyle kıvrıldığını gördüğünde istemsizce rahatlamaya başladı. Bu biraz olsun sinirlerine iyi gelmişti.

“Erkeklik onurun mu risk altında yoksa?” 

“Her zaman öyle değil mi?” diye sordu Raina, o ve Jacob yanlarına katılırken.

“Tökezleme laneti göndermemi istemiyorsan sus. Yapmayacağımı sakın düşünme, yaparım,” diye karşılık verdi. Ardından başını tembel bir hareketle döndürerek kıza sırıttı. Bu hareketinin onu sinir edeceğini biliyordu. Raina, onu devamlı kendi ‘kısmı’nı düzgün bir şekilde yapması konusunda köşeye sıkıştırmıştı. Şimdiye kadar da bir şekilde ondan kaçmanın bir yolunu bulmuştu. 

“Eğer beni herhangi bir anlamda utandırırsan, bağırsaklarını deşerim Evans.” 

Hadrian başını arkaya doğru yatırarak küçümsemeyle dolu bir kahkaha attı. Alaycılığı karşısında Raina’nın yanakları kızarmıştı. Yaşadıkları bu küçük kaos halinin birkaç Durmstrang öğrencisinin dikkatini çektiğini görebiliyordu. Olay haline getirmeye değer bir durumdu. Raina’nın gerçekten o tarz bir saldırıyla Hadrian’ı vurabileceğini düşünmesi, dürüst olmak gerekirse sevimliydi.

Bu tür bir ortamda bilinçli olarak sınıf arkadaşlarını sabote edecek değildi. Artık bir başkasını utandırmanın farkedilmeyecek kadar az olduğu Beauxbatons’ta değillerdi. Burada, Madam Maxime’in de onları tembihlediği gibi, ayrılamayan bir bütün olmaları gerekiyordu. 

Göstermeleri gereken bu küçük aptal performans, ev sahiplerine olan minnettarlıklarını ifade etmekten fazlasıydı. Asıl amaçları, okullarını olabilecek en iyi şekilde tanıtmak ve diğerlerine gözdağı vermekti. Ama ona göre bu tarz düşünceler gülünçtü. Ne en iyi girişi kimin yaptığı - ne de şampiyon adaylarının etkileyici hareketlerle gücünü sergilemesi hiç önemli değildi.

Koridorun ilerisinden bir gümbürtü koptu. Bu ses, kapıların büyük kanatlarının açılmaya başlamasıyla daha da netleşmişti. Hadrian ve diğerleri çabuk hareketlerle Beauxbatons öğrencilerinin bekledikleri alana doğru koşuşturdular. Onlara Durmstrang’in önce gireceği söylenmişti. 

Hadrian ve Jacob kızlardan ayrılarak erkeklerin beklediği sıraya geçtiler. Kızlar öne, erkekler arkaya olacak şekilde iki gruba ayrıldılar. Madam Maxime ise hemen arkalarında bekliyordu. Öğrencileri heyecanla kaynarken bile kadının yüzünde sakinlikten başka bir ifade yoktu.

Kendine - biraz önceki düşüncelerine – rağmen, Hadrian küçük gösterileri için birazcık heyecanlıydı. Performansları teorik olarak muhteşem görünecekti. Bu yüzden diğer öğrenciler üzerinde oldukça iyi bir izlenim bırakacaklarından en ufak bir şüphesi yoktu. 

Büyük Salon’dan bir ısı dalgası geldiğinde, bulundukları koridor kısa bir anlığına turuncuya boyandı. Hadrian biraz önce tanık olduğu minik gösteriyi de göz önüne alınca, Durmstrang öğrencilerinin ateşle ilintili bir performans yaptıklarını tahmin edebiliyordu. 

Bir alkış patlaması daha yankılanarak onlara ulaştığında, Hadrian ağzının kenarlarının küçük bir sırıtışla hareketlenmeye başladığını hissedebiliyordu. Voldemort’un bölgesinde olmakla ilgili olan tüm endişeleri bir anlığına susmuş, adrenalin seli vücudunu etkisi altına almaya başlamıştı.

Güçlü bir sesin okullarının ismini söylediğini duydu. 

Gösteri zamanı. 

Kızlar, vücutları şehvetli bir ritimle salınırken ilerlediler ve süzülüyormuş gibi görünen hareketlerle Büyük Salon’a giriş yaptılar. Erkeklerse odanın eşiğine yakın bir yerde beklemişler ve kızların gerisinde kalmışlardı. Mavi üniformalı zarif bedenler uzun koridorun sonuna ulaştıklarında, okul ceketlerinin altından sayısız mavi kelebek dalga dalga etraflarına yayıldı. 

Mavi böcekler göz kamaştıran bir şekilde hareket etmiş ve hemen sonrasında tavanda asılı halde duran yüzlerce mumu söndürmüştü. Tam o an, Büyük Salon birden karanlığa gömüldü.

Hadrian ve diğerleri aynı anda, içeridekilerin şok olmuş seslerini susturarak bir kez ellerini çırptı. Tam o anda, on dört tane el yukarıya doğru fırladı ve her birinden çıkan göz alıcı mavi kıvılcımlar hızla yukarıya doğru yükselmeye başladı. 

Kıvılcımlar havaya çıkıp geniş odayı aydınlatmaya başladığı anda, erkekler harekete geçti.

Büyük Salon’u bir uçtan diğer uca geçebilmek için çeşitli manevralardan oluşan hareketler dizisini sergilemeye başlamışlardı. Parendeler, saltolar ve taklalar... Bazı gençler gösteriyi başka bir seviyeye taşımışlar, kendilerini biraz daha yukarıya fırlatarak havada taklalar atabilmek için basamak olarak diğer arkadaşlarını kullanmaya başlamışlardı. Bir kere bile adımlarını kaybetmemişler ya da ritimleri bozulmamıştı.

Kızlar havadaki kıvılcımların kontrolünü ele geçirerek, mavi kıvılcımları kanatlı at formuna dönüştürmüşlerdi. Kıvılcımlarla çatırdayan mavi atlar tepelerinde dört nala koşuyor, birçok öğrencinin yakınından geçerek kafalarının üzerinden mavi, küçük ışık patlamaları gönderiyorlardı. 

Hadrian ve Jacob en son sıradaydı. Mükemmel bir senkronizasyon içinde kalan son birkaç metreyi hızlıca atılmış ön taklalarla tamamlamışlardı.

Ayaklarının son kez sağlam bir şekilde zeminle buluştuğu anda, kıvılcımlar halinde çatırdayan kanatlı atlar havada bin bir parçaya ayrılmış ve aşağıdakileri yıldız yağmuruna tutmuştu. Açık mavi renkli ışıklar yumuşak bir şekilde, sersemlemiş öğrencilerin üzerine yağdı ve birkaç saniyeliğine ortama mutlak bir sessizlik anı hakim oldu.

Sonrasında onları nefessiz bir şekilde izleyen seyirciler kendilerine gelmiş, onları alkışlamaya başlamıştı. 

Hadrian doğruldu ve Jacob’la birbirlerine gülümsediğinde Madam Maxime’in yanlarına geldiğini gördü. Kadının etrafa yaydığı kendini beğenmiş havadan, Hadrian onu memnun ettiklerini anlamıştı. 

“Madam,” diye selamladı arkalarından bir ses. Hadrian, müdiresinin adama hitap etmesine olanak vermek için kibarca yana doğru kaydı. Adamın yüzünde sert bir ifade vardı ve tertemiz bir şekilde giyinmişti. Sarı saçları, fırtınalı mavi gözlerini açığa çıkaran bir şekilde - gevşek bir at kuyruğu halinde geriye doğru toplanmıştı. “Sizi burada görmek büyük bir zevk.” 

“Müdüğ bey.” Madam Maxime, adamı varla yok arası bir baş hareketiyle selamladığında, Hadrian bu küçümseyici hareketle içinde bir eğlence dalgası oluştuğunu hissetti. Müdirelerinin, Hogwarts müdürünü fazla önemsemediği açık bir şekilde ortadaydı.

Hadrian meraklı bir şekilde adamı taradı. 

Yanlış hatırlamıyorsa bu adam Edward Yaxley’di. Biraz tadı kaçmıştı. Bu kişi annesinin söylediğine göre Voldemort’un takipçilerinden birisiydi ve Hadrian bundan biraz bile şüphe duymuyordu. Adam, masum insanları katletmekle hiçbir çekincesi yokmuş gibi acımasız bir görünüşe sahipti. 

Yine de adama hakkını vermek zorundaydı. Diğeri pek de kibar olmayan bu harekete karşı kılını dahi kıpırdatmamıştı. Yaxley sadece gülümsemiş – ayna karşısında bolca prova edildiği belli olan mekanik bir hareketti – ve oturmaları için birçok kişinin çoktan yerleştiği bir masayı işaret etmişti.

Hadrian midesinde bir çukur açıldığını hissedebiliyordu. Büyük Salon'a girmelerinden itibaren süregelen adrenalin akışı birden buharlaşıp kayboldu. Çünkü bundan sonra sırada ne olduğunu biliyordu. 

Korkuyla gözlerini kaldırarak bakışlarını masada oturan kişiler üzerinde yavaşça gezdirdi. Orada olacağını düşündüğü kişinin orada olmaması için dua ederken, gördüğü her bir kişiyi zihninde listeledi.

Ve o kişi orada değildi. 

Hadrian, Karanlık Lord’un orada olmadığını doğrulamak için bir kez daha gözlerini ana masa boyunca dolaştırdı. Beauxbatons ve Durmstrang’in resmi karşılama seremonisinde Karanlık Lord’un orada bulunacağına yemin edebilirdi. Şu an orada bulunmaması biraz... endişe vericiydi. 

Gerçi Hadrian’a en çok işkence eden şey, adamın yokluğunun hissettirdiği tuhaf hayal kırıklığı hissiydi. 

“Hadi oturacak bir yer bulalım,” diye mırıldandı Jacob, Madam Maxime Yaxley tarafından sandalyesine yönlendirilirken. Otuzu birden, müdireleri sandalyesine yerleşene kadar saygıyla ayakta beklediler – ancak kadın oturduğunda onlar da zarif bir şekilde yerlerine geçtiler. Hadrian, en yakınlarında olan birkaç Hogwarts öğrencisinin kıkırdamalarını duyabiliyordu. Uzakta oturanların da bu durumu aynı şekilde komik bulduğundan şüphe duymuyordu. 

Sınıf arkadaşlarının çoğunun bu kıkırdamaları duyduğunu ve kaşlarını çatarak hoşnutsuzluk içinde cık cıkladıklarını net bir şekilde söyleyebilirdi. Hadrian yakında bu durumu görmeye alışacaklarını biliyordu. Müdireleri sandalyesine oturana kadar öğrencilerin ayakta beklemeleri onlarda bilinen bir nezaket göstergesiydi. Her öğünde bu davranışı tekrarlardı. 

Ya sınıf arkadaşları bu durumu görmezden gelecekti ya da eninde sonunda iki grup arasında bir anlaşmazlık olacaktı. Hangisinin gerçekleşeceğini merak etmiyor değildi.

Yaxley, altın renkli platforma çıktığında bir anlık sessizlik oldu. Hadrian, dikkatli bir şekilde Büyük Salon’u inceleyen gözlerini adama çevirdi. Altın renkli güzel bir baykuş kanatlarını açtığında, öğrencilerin  sessizliğe gömülüşünü seyretti.  

Adamın sert sesi geniş alan boyunca kolayca yayıldığında, Hadrian dikkatli bir şekilde diğerini dinlemeye başladı.

“Öğrenciler ve öğretmenler, hepinizi selamlıyorum. Durmstrang ve Beauxbatons’tan gelen misafirlerimize en güzel dileklerimle hoşgeldiniz demek istiyorum.” Bununla beraber adam, iki okulun da beklediği tarafa doğru kısa bir baş selamı gönderdi. “Ve muhteşem performansları için onlara teşekkür ediyorum.” 

Hadrian hafifçe homurdandı. Okul müdürü, sesinde en ufak bir duygu belirtisi olmadan konuşuyordu. Bu da normalde samimi olabilecek kelimeleri soğuk ve sönük bir hale sokmuştu. Yaxley lider konumunda olan kişilerin, dinleyicileriyle bağlantı kurabilmek için üsluplarına dikkat etmeleri gerektiğini bilmiyor muydu? 

En yetenekli konuşmacılar, hedef kitleleri üzerinde en fazla etkiye sahip olabilecek herhangi bir duyguyu seçer ve seslerini buna göre şekillendirebilirlerdi. Yaxley’in bu konuda pek bir şey bilmediği açıktı.

Hadrian bilinçli bir şekilde dikkatini Hogwarts müdürüne yönlendirmeye çalıştı, ama düşünceleri istemsizce ana masanın orta noktasında bulunan boş sandalyeye kayıyordu – Karanlık Lord’un sandalyesi olduğu açıktı. Voldemort’un neden orada olmadığını merak ediyordu. Adamın orada bulunmamasının birçok sebebi olabilirdi.

Hadrian en büyük düşmanı orada olmadığı için kısa bir süreliğine kendisine rahatlama izni verdi. Yaxley – konuşan bir kaya gibi – turnuvanın yeniden kuruluşuyla ilgili kısa bir konuşma yapmış, Fransa ve İskandinavya’yı ikna etme çalışmalarının aylar sürdüğünden bahsetmekten kaçınmıştı.

Bunun yerine turnuvanın yapısı ve içerdiği tehlikeler hakkında konuştu. Hadrian, şampiyon adaylığı sürecinde yaş sınırı konulmasını yürekten onaylıyordu. Hayatlarını riske atacak kadar aptal olan çocukların kendilerini aday göstermeye çalışmasını izlemek acı verici olurdu. En azından, bu turnuvayı ciddiye alıyorlardı. 

Turnuvaya girecek olanlar, neyi riske attıklarının tam olarak bilincinde olan kişilerdi.

Hadrian o kategoride olduğu gerçeğini ısrarcı bir şekilde görmezden geliyordu. 

“Tanrım, o getirdikleri şey de ne?” diye fısıldadı Raina. Hadrian kızın bakışlarını takip etti ve  elinde altın renkli geniş bir kasa taşıyan iki adamın üzerinde duraksadı. Kasanın üzeri sayılamayacak kadar çok mücevherle bezenmişti. Hadrian sadece bundan bile, içindekinin çok değerli bir şey olduğu sonucuna varabiliyordu.

Éric’in bana bahsettiği sihirli obje mi yoksa? ‘Tarafsız yargıç’ diye sözünü ettikleri o şey?  İlgiyle oturduğu yerde iyice doğruldu. 

Evet, bu oydu. Dikkatini verir ve bu eserin nasıl çalıştığını – şampiyonları nasıl seçtiğini çözebilirse, o zaman bu durumu nasıl atlatacağını da bulabilirdi. Keşfedilmekten kaçınabileceği anlamına gelecekse, son çare yasadışı bir adıma başvuracaktı. Annesini ve kendini korumak için her şeyi yapardı. 

Hayranlık içerisinde altın kasanın açılmasını ve içindeki objenin Büyük Salon’daki herkesin gözleri önüne serilmesini izledi. 

Şekli normalden biraz daha büyük olsa da, Hadrian’a bir kadehi anımsatıyordu. Sanki bir çeşit taştan oyulmuş gibiydi. Yaxley’in bir işaretiyle kadehin içinde mavi bir alev parlamış ve birkaç öğrencinin endişeyle yerinde kıpırdanmasına sebep olmuştu.

Bu parça her neyse güçlü bir eşya olduğu şüphesizdi. Hadrian hayranlık içinde izlemekten kendini alamıyordu. Kadehi çevreleyen büyünün kalın tabakasının teninde küçük ürpermelere yol açtığını hissedebiliyordu

“Turnuvaya katılmak isteyenler, adını bir parşömen parçasına yazmalı ve kağıdı ateşin içine atmalıdır.” 

Sadece bu mu? Tanrım, bu düşündüğümden daha kolay olacak.

Yaxley’in konuşmasının geri kalanı boyunca ortamdan soyutlanmış, sadece Jacob’ın bardağa doğtu uzanan eli kendi eline çarptığında akşam yemeğinin servis edildiğini farkedebilmişti. Hadrian çabucak bir şeyler aldı ve düşüncelerin zihninde dolaşmasına izin vererek sessizlik içinde yemeye başladı. 

Bu kadehten kaçınmak kolaymış olacakmış gibiydi. Tabi ki de daha en başında ismini hiç atmamayı tercih ederdi, ama bütün sınıf arkadaşları kendini aday göstermesini bekliyordu. Madam Maxime’in geçen hafta turnuvayla ilgili olan konuşmasında samimi olduğunu biliyordu - ancak sınıf arkadaşlarının kendisini bilinçli bir şekilde aday göstermediğini keşfetmelerinin de onlar arasındaki itibarına ciddi anlamda zarar vereceğinin farkındaydı.

Hayır... Korkak olarak etiketlenmektense kendisini aday olarak göstermiş, ama seçilememiş gibi görünmenin bir yolunu bulmak daha iyiydi.

İçine boş bir kağıt atıldığında, kadehin nasıl bir tepki göstereceğini çok merak ediyordu. Basit bir şekilde görmezden mi gelirdi? Yoksa böyle bir şey yaptığında, bariz bir şekilde tepki mi gösterirdi? 

Hadrian, alevlerin sıradan bir adaylığa nasıl tepki verdiğini görene kadar beklemek zorunda kalacaktı. Ardından teorisini test etmek için uygun zaman dilimini seçmeliydi. Bu büyük ihtimalle gece geç saatlerde, kimsenin ortalıkta olmadığı bir zamanda olacaktı. 

Bildiği tek şey hızlı hareket etmesi gerektiğiydi. Çünkü, ismini koyması beklendiği zaman dilimi pek de uzakta sayılmazdı.

 

Chapter 5: Bölüm Beş

Chapter Text

İlk adaylığın gerçekleşmesi için uzun bir süre beklemek zorunda kalmamıştı.

Yemekler temizlendikten ve öğrencilerin binalarına olan toplu göçü başladıktan sonra, Durmstrang'den sert görünüşlü bir kız kadehe yaklaştı. Geride kalan öğrenciler ne olduğunu anlamaya başladığında, Büyük Salon'da konuşma seslerinin oluşturduğu kuru gürültü azalarak kaybolmuştu.

Salonda kalan birkaç Beauxbatons'tan biri olan Hadrian, kız kadehe doğru adımlarken dikkatli gözlerle izledi. Yaxley'in çizdiği ince yaş çizgisi bir iki adım boyunca kızla beraber içeriye doğru hareket etmiş, ama sonrasında çok geçmeden orijinal çember şekline geri dönmüştü. Belli ki bu kız ya istenen yaşa çoktan ulaşmıştı ya da içinde oldukları yılda girecekti.

Kız uzanarak ikiye katladığı parşömen parçasını mavi alevlerin içine attığında, şaşırtıcı derecede heves kırıcı diye düşündü Hadrian.

Kadeh kısa bir parlama dışında hiçbir tepki göstermemişti. Sonrasında kız, arkadaşlarının alkış sesleri arasında geriye çekildi.

Pekala, görünüşe göre teorimi düşündüğümden daha erken test edebileceğim.

Tam o anda birisinin tam arkasında durduğunu fark etti. Dudaklar kulağına sürtündüğünde, pürüzsüz bir ses yumuşak bir tonda konuşmaya başladı. "Birileri hevesli gibi görünüyor - ama nedense ilk katılımcının Durmstrang'den olduğuna şaşırdığımı söyleyemem. Yanlış hatırlamıyorsam turnuva tarihi boyunca en az galibiyete sahip olan okul onlarınki. Rencide olmuş bir gururun acısı felaket bir şey, insana her şeyi yaptırıyor."

Küçük çaplı olay sona erip yavaş yavaş arabalarına giden yola koyulmaya karar verdiklerinde, Hadrian Jacob'ın imasına cevap olarak hımladı. Hogwarts öğrencilerinin yanından geçerken bir iki bakıştan fazlasını almışlardı. Hadrian onların dikkatini yabancı ve bilinmeyen bir faktör oldukları için mi - yoksa akıcı bir şekilde Fransızca konuştukları için mi çektiğini tam olarak kestiremiyordu.

"Toplam adaylıkların yarısından fazlasının Durmstrang'den olacağına eminim. Müdürleri pervasız fedakarlıkları destekleyen tipte bir insanmış gibi görünüyor. İçlerinden birisini bile bile ölüme gönderiyor."

"Şampiyonların öleceğinin bir garantisi yok. Demek istediğim şey, görevler hala tehlikeli olacak evet. Ama akıllı ve güçlü olduğun sürece turnuvayı sağ salim bitirememek gibi bir durumun söz konusu olmayacağını düşünüyorum."

"Neden bu ima bana yapılmış gibi hissediyorum?"

Arabalarının park edilmiş olduğu karanlık araziye doğru yürüyüşlerine devam ettiklerinde Hadrian sordu. Jacob, sanki o son derece komik bir şey söylemiş gibi kahkaha atmaya başlamıştı.

"Çünkü, tabi ki de şampiyonumuz sen olacaksın," dedi, bir kahinin sahip olabileceği bir güvenceyle. Hadrian bunun üzerine olduğu yerde durdu. Jacob onun durduğunu farketmeden yürümeye devam etmişti. "Herkes zaten bu gerçeğin farkında. Hatta sırf bu yüzden sınıf arkadaşlarımızın çoğunun, isimlerini kadehin içine atmak konusunda çekincelerinin oluştuğunu görebiliyorum."

"Bu saçma bir düşünce. Hepiniz aptalca düşünüyorsunuz. Sihirsel olarak güçlü olmam, otomatik olarak şampiyon seçileceğim anlamına gelmiyor." Jacob yüzünü ona dönerek bir kez daha güldü.

"Hadrian," dedi neredeyse emrivaki yapan bir sesle ve yanına doğru adımlayarak kendinden birkaç santimetre kısa olan genci omuzlarından kavradı. Hadrian'ın neden bu konu hakkında tartıştığını bile anlamıyor gibiydi. "Sen 'sihirsel anlamda güçlü' değilsin. Sen kelimenin tam anlamıyla bir güç santralisin. Ve sakın herkesin kendi çapında bir değere ve güce sahip olduğu safsatasına başlama - çünkü kulağa çok gülünç geliyorsun."

Elleri dalgın bir şekilde omuzlarından kollarına, oradan da Hadrian'ın kalçasının hizasına doğru hafif okşayışlarla oyalanmış - sonrasında tamamen vücudundan ayrılarak Jacob'ın iki yanına düşmüştü. Hadrian, dokunuşun alevlendirdiği minik ilgi kıvılcımını görmezden geldi. Jacob'ın zihninin çoktan başka şeylere kaydığı ortadaydı. Bunun iyi bir şey olup olmadığına henüz karar verememişti orası ayrı.

Hadrian bakışlarını kaçırdı. İçinde bir kısım, arkadaşlarının isimlerini kadehe atmamayı düşündüğü gerçeğiyle kendisini küçük çaplı bir paniğin içerisinde bulmuştu. Diğer kısmı ise sadece sinirli hissediyordu. Eğer katılım aşamasından paçayı sıyırmak istiyorsa, bir şekilde diğerlerinin kendilerini aday gösterdiğinden emin olmalıydı. Özellikle yetenekli olan öğrencilerin... Kendinden belirgin bir şekilde zayıf biri seçilirse bu şüphe uyandırır ve insanların durumu sorgulamasına yol açardı.

Düşüncelerinden bazıları yüzüne yansımış olmalıydı, çünkü Jacob oyuncu tavrının bir kısmını kaybetmişti. Başını yana doğru eğdi ve yeterli ışık olmamasına rağmen açıkgözlü bir ifadeyle Hadrian'a baktı.

"Bu durumdan gerçekten hoşlanmıyorsun değil mi? Bunu sana ilk söylediğimden beri gerginsin. Burada olmak bile istemiyormuşsun gibi davranıyorsun."

Hadrian derin bir şekilde nefes verdi. "Belki de gerçekten burada olmak istemediğimdendir?' dedi duygusuz bir sesle ve öncekinden biraz daha hızlı bir şekilde arabaya doğru ilerlemeye devam etti. Bu durum aralarında başka bir tartışmaya yol açacaksa, bunun Hogwarts'ın bahçesinden ziyade daha güvenli bir ortamda olmasını tercih ederdi. Birilerinin onu duyabileceği bir yerde arkadaşının sözünü kesmek zorunda kalmayı istemezdi.

Ve bir de gece dışarı çıkma yasağında, okula nasıl sızacağını ve küçük testini nasıl yapacağını planlaması gerekiyordu. Ne tür bir güvenlik olacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu, ama bir şeylerin olduğuna emindi.

"Ama anlamadığım şey de bu." Jacob, Claire gibi ona yetişmekte bir sorun yaşamıyordu. Hadrian, kendi yıllarındaki en güçlü öğrenci olmasına rağmen ortalamanın altında bir boyla - annesi sağolsun - lanetlenmişti.

"Herkes - bunun bir zaman kaybı olduğunu düşünenler bile - bir aşamada şampiyon olmak istiyor. Lanet olsun, ben bile şampiyon olmanın nasıl bir şey olacağını merak ediyorum. Ama sen, sanki ilgini çeken bir şey değilmiş ya da düşünmeye bile değmeyen bir şeymiş gibi davranıyorsun. Hatta hepimiz senin seçileceğin gerçeğinden emin olsak bile."

Hadrian arabanın kapısını açmadan önce kısa bir süreliğine duraksadı. Jacob'ın küçük konuşması boyunca aşamalı olarak yükselen sesi, onu ikna etmeye yetmeyecekti. Hadrian'ın Jacob'la rahat bir şekilde konuşabilmesi için, bir an önce odalarına ulaşmaları gerekiyordu.

Onaylamadığı açık bir şekilde ortadaydı - ve bu inadı, Jacob'ın söylemek istediği şeyin etkili bir şekilde yarıda kesilmesine sebep olmuştu. Jacob oflayarak Hadrian'a içeri girmesini belirten bir işaret yaptı. Odalarının gizli ortamına girene kadar beklemesi gerektiği mesajını sonunda almıştı.

Tek kelime etmeden içeri süzüldüler ve doğrudan odalarına yöneldiler. Sınıf arkadaşlarının çoğu oturma odasındaydı. Bazıları kısık seslerle aralarında konuşuyor, bazıları da bir köşede dinleniyordu. Hadrian odalarının kapısını açtı ve asasını çıkararak odanın çevresine birkaç tane gizlilik bariyeri kurdu. Konuşmalarının duyulmasını ya da yarıda kesilmesini istemiyordu.

Tüm dikkatini arkadaşına vermeden önce, asasını dikkatli bir şekilde yatağının yanındaki komodinin üzerine yerleştirdi. "Şampiyon olmayı istemiyor olmam seni neden bu kadar rahatsız ediyor?" Jacob Hadrian'ın konuşmayı sonlandırmadığını ya da başka bir yöne çekmediğini gördüğünde, aralarındaki tartışma havasının biraz olsun dağılmaya başladığını hissedebiliyordu.

"Sadece neden istemediğini anlamak istiyorum. Kazanma ihtimalinin yüksek olduğunun sen de farkındasın değil mi?"

Hadrian dilini düşünceli bir ifadeyle alt dudağının üzerinde gezdirdiğinde, Jacob'ın gözleri bu hareketini takip etmişti. Jacob'a söylemek istiyordu. Birilerinin, onun bu tehlikeli durumu hakkında bilgi sahibi olmasının ne kadar yardımcı olacağının farkındaydı. Ancak konuşmak için ne zaman ağzını açsa, annesinin kelimeleri kulaklarında çınlıyordu.

"Jacob'ı ve diğer arkadaşlarını önemsediğinin farkındayım, ama onlara duyduğun sevginin kararlarını engellemesine izin vermemelisin. Onlarla bu konuları konuşmak sadece bizim için değil onlar için de tehlikeli."

Daha öncesinde sergilediği aptalca davranış yüzünden ince bir buz üzerinde yürüyordu zaten, bu durumun arkadaşının da hayatını riske atıp atmayacağını bilmiyordu.

"Bizim durumumuzda gizliliğin ne kadar kritik bir konumda olduğunu biliyorsun."

"Sana bunun hakkında konuşamayacağımı söylediğimde yalan söylemiyordum Jacob. Bu konuyu bir daha açmamak konusunda hemfikir olduğumuzu sanıyordum?"

"O an için konuyu kapatmayı kabul ettim, ama daha sonrasında tekrar açmayacağıma dair bir söz vermedim." Jacob kollarını bağlayarak kaşlarını çattı. Hadrian, Jacob'ın çoktan şampiyon olma konusundaki isteksizliği ve Malfoy'la haftalar öncesindeki yaptıkları görüşme arasında bir bağlantı kurduğunu görebiliyordu.

Hadrian gönülsüz bir şekilde, nabzının hızlanmaya başladığını hissetti. Yapboz parçalarının hepsi Jacob'ın önündeydi. Arkadaşının doğru resmi elde edebilmesi için sadece parçaları birleştirmesi gerekiyordu. Turnuvanın arkasında olan kişinin Voldemort olduğunu daha önce de konuşmuşlardı. Artı Jacob, Hadrian'ın Karanlık Lord'a olan düşmanlığının kısmen de olsa farkındaydı. Lucius Malfoy'un da yüksek rütbeli bir Ölüm Yiyen olduğu göz önüne alınınca...

Hadrian, dikkatli bir ifadeyle onu izleyen Jacob'a baktı. Kahverengi gözlerinde bir anlayış parıltısı belirmesine pek de şaşırmamıştı. "Başını bir çeşit belaya mı soktun Hadrian?" diye ciddi bir ifadeyle sordu diğer genç. Hadrian iç geçirerek zaten kaotik bir halde olan saçlarını biraz daha dağıttı.

"Bir anlamda öyle olduğunu söyleyebilirim." Bu konuşmadan bıkmış bir ruh haliyle, arkadaşına acı bir gülümseme yolladı. Jacob'ın her şeyi bilmesini isteyip istemediğinden emin değildi. Çünkü belirsiz fikirlerden ziyade her şeyi açıklamanın arkadaşlıklarına onarılamaz hasarlar verebileceği düşüncesi, içinin ani bir korku hissiyle dolmasına sebep oluyordu. "Üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil, bu yüzden endişelenmene gerek yok."

Arkadaşı ona inanamayan bir bakış atarak biraz daha yakınlaştı. "Endişelenmeme gerek yok mu?" diye sordu. "Dalga mı geçiyorsu -"

Hadrian uzandı ve kibar bir dokunuşla Jacob'ın ceketinin yakasını kavrayarak uzun genci kendine doğru çekti. Bu hareketi onun etkili bir şekilde çenesini kapamasını sağlamıştı. Hadrian, diğerine geri çekilebilmesi için biraz zaman tanıdı.

Jacob, göz kapakları yarı yarıya kapalı bir halde gönüllü adımlarla ona yaklaştı.

Bir anlığına, vücutlarının yaydığı sıcaklığın tadını çıkararak sessizce beklediler. Ama sonrasında Hadrian, Jacob'ın başını kendisine doğru çekerek dudaklarını hafifçe diğerinin dudaklarına sürtmüşü. O kısa temas anında, tartışmalarının getirdiği stresin arkadaşının bedeninden eriyip gittiğini hissedebiliyordu.

"Dikkatimi dağıtmaya çalıştığının farkındayım." Jacob, konuşabilecek kadar geriye çekildikten sonra mırıldandı. Dudakları bu dikkat dağıtma yöntemine dünden teslim olduğunu belirten bir ifadeyle kıvrılmıştı.

Hadrian, bu basit hilesini Jacob'ın görmesine aldırış etmeden omuzlarını silkti. "Daha fazla konuşmak istemiyorum. Sen sinirlisin, ben de stresliyim. Ve bu durumu hafifletmenin bir yolunu biliyorum."

Yatakların olduğu köşeye doğru ilerlerken ceketini çıkarttı ve gelişigüzel bir şekilde kenara fırlattı. Vücudunu arkadaşına bakacak şekilde çevirdikten sonra, ustalıkla üzerindeki gri yelek ve beyaz gömleğin düğmelerini açmaya başladı. Çıplak göğsü ortaya çıktığında, Jacob'a sanki 'Eee ne bekliyorsun?' demek istiyormuş gibi koyu renkli kaşlarından birisini kaldırdı. Diğer genç nihayet ona doğru yürümeye başladığında, istediği şeyi elde edeceğini anlamıştı.

Jacob önünde durdu ve elini Hadrian'ın çıplak göğsü boyunca gezdirmeye başladı. Hafif dokunuşlarını, esnek figürü ve soluk teni üzerinde sürdürdü. "Güzel," diye fısıldadı Jacob. Başını Hadrian'ın boynuyla omzu arasındaki kıvrıma yerleştirmiş, oradaki hassas teni ufak yalayışlarla süslemeye başlamıştı.

Hadrian daha fazla erişim sağlamak için başını geriye doğru attı. Jacob'ın hürmetkar dokunuşları altında, içlerinde bir yerde bir arzu kıvılcımının çaktığını hissedebiliyordu. Seksi keşfetmeye başladığından beri, partnerlerinde belli bir miktar meydan okuma görmenin hoşuna gittiğinin farkındaydı. İradelerin çarpışmasını ve kontrol için yapılan savaşları severdi. Çünkü bu tür bir mücadelede kazanan her zaman kendisi olurdu. Ancak zaman zaman daha rahat ve sakin bir tempodan da zevk aldığını inkar edemezdi.

Ne yazık ki bu seferki, o anlardan biri değildi.

Jacob da onunla aynı fikirde gibiydi. Çünkü çok geçmeden hareketleri daha talepkar bir hale dönüşmüş, dişlerini boynunun hassas derisine geçirmeye başlamıştı. Jacob'ın dudakları kendi dudaklarını bulduğunda, Hadrian takdir dolu bir ses çıkararak diğer gence yaklaştı. Sonunda ellerini olaya dahil etmeye karar vermiş, parmaklarını Jacob'ın giyinik göğsünde dolaştırmaya başlamıştı.

Jacob'ın öpücüğü birkaç saniyeliğine kontrol etmesine izin verdikten sonra, ellerinden birisini gencin kahverengi renkli yumuşak saçlarına daldırdı ve geriye doğru çekiştirdi. Jacob'ın başını geriye atması için zorladıktan sonra, uzun boylu gencin nabız noktasına yapışmakta hiç zaman kaybetmemişti.

Jacob, Hadrian boynunu ısırarak emmeye devam ederken gırtlaktan gelen bir sesle inledi. "İçindeki vampiri mi kucaklıyorsun?" diye sordu, nefes nefese kalmış bir şekilde.

Hadrian baştan çıkarıcı bir yalayışla saldırısını bitirdi. Tehlikeli olduğu kadar erotik bir sırıtmayla geri çekilmeden önce, Jacob'ın çenesine ufak bir ısırık bırakmayı da ihmal etmemişti. "O fikri daha ileri bir tarihte deneyebileceğimize eminim. Ama şu an, ondan daha fazla ilgilendiğim başka bir vücut sıvısı var."

Hadrian'ın parmakları alaycı bir şekilde Jacob'ın belinde, pantolonuyla gömleğinin birleşme noktasında hafifçe gezindi. Bu dokunuş Jacob'ın baştan aşağı ürpermesine yol açmıştı. Hiç beklemeden başka bir öpücük için dudakları çarpıştı. Hadrian arkadaşının ağzını açmasını sağladıktan sonra, dilini diğerinin dişleri boyunca gezdirmiş ve Jacob'ın dilini kendisiyle oynaması için kandırmıştı.

Öpücük oldukça dağınık hissettirmesine rağmen, ikisi için de uyarıcı bir faktör olduğu açıktı. En azından Jacob'ın sertleşmiş aletini hissettirebilmek için kasıklarını Hadrian'ınkine bastırması, bu durumu ispatlıyordu. Koyu saçlı genç eşit derecede bir şevkle yakınlaşarak cevap vermişti. Bir yandan da zihninde, Jacob'ı istediği pozisyona sokabilmek için diğerini nasıl hareket ettirmesi gerektiğini hızlı bir şekilde hesaplıyordu.

Ellerini Jacob'ın yapılı göğsü boyunca aşağı indirdi ve sert bir hareketle itti. Diğeri yatağa doğru devrildiğinde homurdandı, ama olduğu yerde kalmaktan memnun gibi görünüyordu.

İkisi de şu an durumu Hadrian'ın kontrol ettiğinin farkındaydı - Ve Jacob içten içe diğer gencin kendisi üzerinde baskınlık kurmasından hoşlanıyordu.

Hadrian kıvrak bir hareketle arkadaşının kucağına tırmandı ve bileğinin belli belirsiz bir hareketiyle Jacob'ın ellerini görünmez bağlarla başının üzerinde sabitledi. Jacob deneysel bir şekilde ellerini çekiştirmiş, ama durumuna hiçbir itirazda bulunmamıştı. Onun yerine Jacob kalçasını yukarıya doğru hareketlendirmiş, diğerinin şimdiden bu kadar sert olduğunu hissetmek Hadrian için pek de şaşırtıcı bir deneyim olmamıştı.

Hızlı bir şekilde arkadaşının yeleğini ve gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Ortaya çıkan tenin her bir santimi, ağzının saldırısına uğramaktan kurtulamamıştı. Sert bir şekilde dişleri arasındaki teni ısırmış ve hemen sonrasında acıyı hafifletmek için dilini yatıştıran hareketlerle ısırdığı noktaların üzerinde gezdirmişti. Jacob'ın vücudunu kendi işaretleriyle süslemeyi tamamladığı anda, gencin göğsü aldığı nefeslerle hızlı bir şekilde inip kalkmaya devam ediyor - gözleri odağını kaybetmiş camsı bir parıltıyla ona bakıyordu.

Hadrian nefes nefese kalmış arkadaşına sırıtarak, bakışları kesişinceye kadar bekledi. Sonrasında gencin kucağına iyice yerleşmiş, sadece düz gri renkli iç çamaşırlarıyla ayrılan aletlerini birbirine sürtmeye başlamıştı. Jacob'ın başı bununla beraber ipek çarşafın üzerine doğru düştüğünde, titrek bir sesle küfretmesine sebep oldu. Hadrian aynı hareketi tekrarladığında, altındaki gençten biraz öncekine benzer bir cevap almıştı.

Ellerini altındaki çıplak göğsün üzerinde dolaştırıyor, arada sırada tırnaklarını Jacob'ın göğüs uçlarına sürtüyordu. Dilini önceden bıraktığı mor izlerin üzerinde gezdirmek için arkadaşına doğru eğildi. Ağzını Jacob'ın boynuna bastırdı ve omzuyla kesiştiği noktayı emmeye başladı. Diğerinin kalbinin çılgınca atışını dilinin ucunda hissedebiliyor olmasına bayılıyordu.

Yaptığı en ufak bir hareket Jacob'ın tepki vermesine sebep oluyordu - bir homurdanma, kısık sesli bir inleme ya da nefes nefese kalmış bir şekilde adının söylenmesi... Her şeyiyle sarhoş ediciydi ve Hadrian her bir saniyesini seviyordu. Onu düello yapmaktan pek de farklı olmayan, ele avuca sığmayan bir heyecan duygusuyla dolduruyordu.

Orgazmının yaklaştığını ve Jacob'ın da neredeyse boşalmak üzere olduğunu hissettiğinden, kalçasının hareketlerine dur durak bilmeden devam etti. Jacob'ın kulağına doğru giden yolu küçük öpücüklerle süsleyerek, kulak memesini hafifçe dişledi. "Çok ateşlisin," diye fısıldadı, boğuk bir sesle. Jacob bunu söylediğini duyduğunda, kısık bir sesle inleyerek gözlerini kapatmıştı.

Arkadaşının geldiğini hissettiğinde, Hadrian sırıtmış ve Jacob'ın çenesine sert bir öpücük kondurmuştu.

Saniyeler sonra sessiz bir homurdanmayla o da geldi. Hadrian, Jacob'ın kucağından inerek arkadaşının yanına uzandı ve zevkten dolayı puslanmış bir zihinle tavanı izlemeye başladı. Birkaç değerli saniye boyunca zaman onun için bir anlığına durmuş - tüm korkuları, hüsranı ve yapması gereken planlar zihninin sessizleştiği bu anda buharlaşıp gitmişti.

Karanlık odadaki tek ses, ikisinin nefes alıp verme sesleriydi.

"Beni yakın bir zamanda serbest bırakmayı düşünüyor musun?" diye mırıldandı Jacob. Sesi kulağa Hadrian'ın hissettiği kadar rahatlamış gibi geliyordu. Koyu saçlı genç gözlerini kapatarak elini tembel bir hareketle salladı. Jacob'ın bileklerindeki bağlar anında kaybolduğunda, diğer genç memnun bir iç çekişle kollarını yanlarına uzattı.

"Eğlenceliydi."

Hadrian onaylayan bir ifadeyle mırıldandı. "Gizlilik bariyerlerini yerleştirdiğim için şanslıyız, öbür türlü kesin birileri bizi duyardı."

Jacob kıkırdadı. "Yarısından çoğunun ne yaptığımızı bildiğine eminim."

"Bu yine de bizi bölmelerini istediğim anlamına gelmiyor değil mi?"

"Buna katılıyorum, ama beni oyalamana sonsuza dek izin vereceğimi de düşünme."

Hadrian'ın dudaklarında sevecen bir gülümseme belirdi. "Uyu artık Jacob."

.

.

.

 

Hadrian, Jacob uykunun eşiğine gelene kadar bekledikten sonra, diğer gencin üzerine onu en az beş saat uykuda tutacak hafif bir büyü yerleştirdi. Ziyafetin uzunluğu, yapılan konuşmalar ve Jacob'la yaptıkları küçük egzersiz yüzünden saat gece yarısını bulmuştu. Daha fazla beklemeye tahammülü yoktu.

Sessizce ayağa kalktı ve giysi dolabına doğru yürüdü. Duş alacak kadar vakti olmadığından elinin hafif bir hareketiyle baştan ayağı her tarafını temizledi. Kirli ve buram buram seks kokan bir halde Hogwarts koridorlarında dolaşmak istemezdi.

Hızlı hareketlerle üzerine siyah düz bir pantolon ve uzun kollu siyah bir gömlek geçirdi. Asasını alarak kendi üzerine bir görmezden gelme büyüsü uyguladı. Bunu hallettikten sonra da asasını kolunun ön tarafına gizlediği asa tutacağına yerleştirdi.

Odayı terk etmeden önce boş bir parşömen parçası alarak katladı ve pantolonunun arkasına iyice sıkıştırdı. Cebi olmadığı için pantolonu ve cildi arasında kalan kısma yerleştirmesi gerekmişti.

Sessiz adımlarla arabanın kapısına doğru ilerledi. Herkesin dinlenmek için odasına çekildiğini fark ettiğinde, içten içe şükretmeden edememişti. Yarın oradaki ilk ders günleri olacaktı. Bu yüzden herkesin, Hogwarts'ın onlara getireceği zorluklara hazırlanabilmek için iyi bir gece uykusu çekmeyi istemiş olmalarına şaşırmamak lazımdı.

Eğer her şey planladığı gibi giderse, yatağına zamanında döneceğine ve arkadaşları gibi sağlam bir uyku çekeceğine emindi. İçeriye sızacak, kadehe boş bir parşömen parçası atacak ve nasıl bir tepki verdiğini izleyecekti. Kadeh, Durmstrang'li kızın adaylığına benzer bir şekilde tepki verirse, görevi tamamlanmış olacaktı. Benzer şekilde tepki göstermezse, kadehin üzerinde yapabildiği kadar teşhis büyüsü yapması ve sonraki gece tekrar denemek için gelmesi gerekecekti. Bu problem üzerinde çalışmak için çok kısıtlı bir zaman dilimi vardı. Bu yüzden ne kadar erken bitirirse, o kadar rahat olacaktı.

Bahçenin serin çimleri arasında ilerlerken devasa giriş kapılarına giden patikayı takip etti. Hogwarts'ın birkaç tane girişi vardı - ama daha şatonun genel planı üzerinde tam olarak hakimiyet kazanamadığından, bildiği yollardan gitmesi onun için daha iyi olacaktı.

Zihninin gerilerinde küçük bir kısım, hayatındaki her şey Voldemort tarafından mahvedilmemiş olsaydı - Hogwarts hakkındaki her şeyi çoktan öğrenmiş olabileceğini acı bir şekilde düşünmeden edememişti.

Hadrian kapılara ulaştığında, girişi sihriyle dikkatli bir şekilde taradı ve herhangi bir savunma mekanizmasının olup olmadığını kontrol etti. Hogwarts'ın koruyucu bariyerleri göz önüne alınması gereken etkileyici bir güçtü. Fazla güçlü olmaması için dua etmek dışında yapacak bir şeyi yoktu.

Birkaç saniyelik incelemeden sonra, kapının ilerisinde bir koruma bariyeri ya da herhangi bir varlık olup olmadığını kontrol etmek için kapıdan içeriye minik bir sihir dalgası gönderdi.

Hiç kimse yoktu. Memnuniyetle kapı kolunu kavradığında, dokunuşuyla beraber koruyucu bariyerlerin elinin altında ısınmaya başladığını hissetmişti.

Kapının üzerinde önceden tanımlanmış birisini elimine edebilecek hiçbir büyü yoktu. Anlaşılan bugün imzalamış oldukları evraklar, turnuvanın olası tehlikelerini kabul ettiklerini göstermekten fazlasını yapıyorlardı. Onu - geçici olarak - Hogwarts öğrencisi olarak kaydetmişlerdi. Bu da bariyerlerin Hadrian için tehlike oluşturmayacağı anlamına geliyordu.

Kapıyı açıp içeriye doğru süzülebilmek için tekrardan sihrini kullandı. Kısa bir anlığına kapıyı açık bırakmayı düşündü, ama kendisi meşgulken oradan geçen birisinin onu fark etmesi ve başkalarına haber vermesi riskini göze alamayacağına karar verdi. Yakalanmak istemiyordu. Çünkü bundan sadece basit bir cezayla paçayı sıyıramayacağını ve hile yapmakla suçlanacağını biliyordu. Bunun da bir dizi uluslararası problemi tetiklemesi kaçınılmaz bir durum olurdu.

Hadrian hızlıca üzerine hiçbir şey duyulmaması için bir sessizleştirme büyüsü yaptı - ne ayak sesleri, ne hareket ettiği zaman hışırdayan kıyafetlerinin sesi, ne de nefesi... Bunların hiçbiri duyulamayacaktı. Ezberinden, Büyük Salon'a giden yola doğru koyuldu ve merdivenlerden ikişer ikişer tırmanmaya başladı. En tepeye ulaştığında, büyük kapılardan içeri girmeden önce duraksadı ve koridoru baştan sona taradı.

Kapı hafifçe aralık bir konumda olduğundan, Hadrian içeride birisinin olup olmadığını kontrol etmek için içeriye baktı. Buna ek olarak temkinli bir şekilde bir sihir dalgası daha yollamış ve salonun boş olduğuna iyice emin olduktan sonra içeriye girmişti.

Salonun merkezinde bulunan kadehe doğru yürüdü ve yaş çizgisini kolayca aştı. Yaş çizgisi, çoğunluğun - yakın bir zaman diliminde on yedi yaşına girmek üzere olanların da geçmesine izin veriyordu. Bu da Raina gibi yıl içinde on altı yaşından on yedi yaşına girecek olan yedinci sınıf öğrencilerinin kendilerini aday gösterebilmesine olanak sağlamak içindi. On altı yaşındaki ve on yedi yaşındaki katılımcı arasındaki tek fark, on altı yaşındaki öğrencinin belirli yasal konuları onaylaması için yasal bir vasiye ihtiyaç duyuyor olmasıydı.

Hadrian çevik parmaklarla boş parşömeni sıkıştırdığı yerden çekip çıkardı ve küçük bir parçasını yırttı.

Bir anlığına sadece durdu ve bakışlarını parşömen parçasıyla dans eden mavi alevler arasında dolaştırdı. Bunun işe yarayacağını umuyordu. Eğer işe yaramazsa, başının belaya gireceğinin farkındaydı.

Hadrian bir süre daha oyalandıktan sonra, kendini toparladı ve boş parşömen parçasını ateşin içerisine atmak için uzandı. Bir dakika boyunca bekledi, sonrasında bu bekleme iki ve daha sonrasında üç dakikaya uzamıştı. Alev başlangıçta verdiği - parşömeni kabul ettiğini belirten - ufak parlama dışında başka bir tepki göstermediğinde, dudaklarının ufak bir gülümsemeyle kıvrılmaya başladığını hissedebiliyordu.

Artık akademisine ihanet ediyormuş gibi görünmeden turnuvadan sıyrılabilirdi.

Başarısından oldukça memnun bir şekilde, yaş çizgisinin gerisine doğru adım attı ve gitmek için döndü. Bunu yapmasıyla olduğu yerde donup kalması bir olmuştu.

Çünkü tam arkasında birisi vardı. Bir adam kapılardan sadece bir metre kadar uzaklıkta, hiçbir şey yapmadan bekliyordu.

Nasıl bana fark ettirmeden gizlice yaklaşabildi? diye düşündü Hadrian, panik ve rahatsız olmuş bir ifadenin karışımıyla. Yaptıklarımın ne kadarını gördü?

Adam yaşlıydı, belki de ellilerinin sonundaydı. Ama büyücüler ve cadıların oldukça yavaş yaşlandıkları göz önüne alındığında, Hadrian çok rahat bir şekilde bu adamın yetmişlerinin başında olduğunu söyleyebilirdi.

Alevlerin parlayışı ve yaş çizgisinin hareketi dışında bir şey görmüş olamaz. Eğer gizlice etrafından dolaşmayı başarabilirsem, güvende olacağım. Kadehle oynamadım bile. En azından, beni ele verebilecek hiçbir fiziksel kanıt bırakmadım.

Adamın keskin mavi gözleri hızlı bir şekilde kadehten ayrılıp odayı incelemek için dolaştığında, gizlenme büyülerinin adamdan varlığını saklamak konusunda pek de işe yaramadığının farkına varmış oldu. Teknik olarak görünmez olabilirdi, ama güçlü büyücüler veya cadıların onu sezebilme yeteneğine sahip olduklarını da biliyordu.

Hadrian sessizleştirme büyüsü altında olduğunu bilmesine rağmen nefesini tuttu. Durduğu yer, bilinmeyen adam ve kapı arasındaki mesafeyi çabucak hesapladı. Kendini riske atabilir miydi? Bu adam her kimse ona yakalanmak gibi bir niyeti yoktu, ama orada kalmak yakalanmaktan daha beter olurdu.

Ani yapılan bir hareketin adamı alarma geçirebileceğinin tamamen farkında olarak, Hadrian duvar boyunca hareket etmeye başladı. Mavi alevler tarafından oluşturulan hareketli gölgelerin içerisine daha da gömülerek ilerlemesine dikkatli bir şekilde devam etti. Çok hızlı hareket ederse, ortaya çıkacak görsel dalgalanmaları bu gölgelerle maskeleme avantajı vardı. Çünkü, beynin bu hareketleri ışık oyunu olarak etiketlemesi ve göz ardı etmesi kuvvetle muhtemeldi.

Geçen bu uzun dakikalar boyunca adamın olduğu yerden kıpırdamamış olması Hadrian için son derece rahatsız ediciydi. Onu bir şekilde kapıdan uzaklaştırmayı başarabilseydi...

"Bu kadar uzun bir süre gizli kalmayı başarabildiğine göre oldukça yetenekli olmalısın." Sonunda adam kadifeye benzer bir ses tonuyla konuşmaya başladığında, ses tonu Hadrian'ın duymakta zorluk yaşayacağı kadar alçaktı. Cümlesinin ilk kısmında saklı olan 'benden' ifadesi, Hadrian'ın duvardaki ilerleyişini bir anlığına da olsa durdurmasına sebep olmuştu. Ancak adamın söylediği her şeye inanacak kadar da aptal değildi.

"Ama bir yandan da, gecenin geç saatinde burada ne yaptığını merak etmiyor değilim."

Teknik olarak, diye alaycı bir mizahla düşündü. Sabahın erken saatlerindeyiz.

O mavi gözler geniş salonu saplantılı bir şekilde tekrar taramış, birkaç sefer Hadrian'ın saklandığı yerin yakınlarında dolaşmıştı. Adamın, kendini saklamak için üzerine yerleştirdiği küçük gizlenme büyülerini aşıp nerede olduğunu kesin bir şekilde bilebilecek kadar güçlü olup olmadığını merak ediyordu. Bu düşünce bir an önce orayı terk etme arzusunu daha da pekiştirmişti.

Biraz daha kendine güvenen bir ifadeyle, salonun köşesine gelmiş ve oradan da kapılara doğru yürümeye başlamıştı. Eğer adamın arkasına geçebilseydi, hiçbir şeyi açığa vurmadan kaçmayı başarabilirdi. Adam onun çıkmış olduğunu son anda fark etse bile, Hadrian diğerini geride bırakabileceğinden emindi.

Hadrian kapıya doğru yaklaştığı anda adam tekrar konuşmaya başladı. Ses tonunda eğlenmiş bir ifade vardı.

"Peki o zaman... Kendi isteğinle ortaya çıkmıyorsan, bu durumda seni ben dışarı çıkarmak zorunda kalacağım." Buruşuk bir el havada hızlıca bir kesme hareketi yaptığında, Hadrian dört bir yanında onu zorlayan muazzam bir kuvvetin baskısını hissetti.

Finite incantatem, saklanma büyülerini parçalayarak üzerinden uzaklaştırmaya çalışırken, Hadrian panik içinde yaptığı büyüleri yerinde tutmak için savaştı.

Finite incantatem baş belası bir büyüydü - ama dikkatinizi sürdürdüğünüz ve büyü gücünüz rakibinize eşit ya da daha çok olduğu zamanlarda direnilebilecek türden bir büyüydü. Çocukluğundan beri bu büyünün üstesinden gelme konusunda pek kayda değer bir problem yaşamamıştı. Çünkü hayatının her döneminde güçlü bir sihirli öze sahip olmuş, o büyüyü her zaman üstünden atabilmeyi başarabilmişti.

Hayatında ilk kez içine kaybetme korkusu düştü. Eğer aşırı derecede odaklanmış olmasaydı, yenileceğine dair en ufak bir şüphesi yoktu.

Hadrian büyünün ezici gücüne karşı savaşmaya devam ederken, görmezden gelme büyüsünü tam kapasitede yerinde tutabilmek için sihrini biraz daha zorladı. Ne yazık ki, bu esnada sessizleştirme büyüsünün yerle bir olmasını engellemek için gereken dikkati gösterememişti.

Üzerindeki ezici basınç kaybolduğu anda ani bir rahatlamayla verdiği keskin nefes, utanç verici derecede sesli çıkmıştı.

Adamın ondan sadece birkaç adım uzakta olduğu düşünüldüğünde, bunu duymamış olmasının imkansız olduğunu fark etti. Diğeri döndüğünde Hadrian olduğu yerde kalakaldı. Artık adamın, görmezden gelme büyüsünün bulanık dış hatlarını görebildiğini biliyordu. Adamın başı yana doğru eğildiğinde, gözlerine bir merak kıvılcımı yerleşmişti. Hadrian, o inanılmaz sihrin direkt olarak üzerine odaklandığını, kendi sihrine uzanıp çekiştirerek görmezden gelme büyüsünü alt etmeye çalıştığını hissedebiliyordu.

İçinde anlık bir korkuyla beraber, an be an gittikçe artan büyük bir öfke hissi belirdi. Bu ona istilacı güçle çarpışacak ve savuşturacak kadar yeterli gücü vermişti. Hadrian mavi gözlerin şaşkınlıkla büyüyüşünü gördüğünde, bu boşluk anını kullanarak hemen sessizleştirme büyüsünü yeniden uygulamış ve Büyük Salon'dan hızla uzaklaşmıştı.

Arabalarının içine girip sırtını kapıya yaslayana kadar da koşmayı bırakmamıştı.

Gece yaşadığı olayları beyninde tekrar tekrar oynatarak orada uzunca bir süre bekledi. Yakalanmadan kaçabilmiş olmasına ve sahip olduğu bu keriz şansına hala inanamıyordu.

Histerik bir kıkırdama içinde yükselirken adrenalin hissi soluklaşmaya, yorgunluk bütün uzuvlarında kendini hissettirmeye başlamıştı. Bitkin bir sersemlik hali her tarafını sarmıştı. O adamla tekrar karşılaşması halinde dikkatli olması ve her ihtimale karşı kendini ele verecek bir davranışta bulunmaması gerekecekti.

Ama o adamın düşüncesinin onda uyandırdığı huzursuzluk, amacına ulaşmış olmanın tatlı tadıyla karşılaştırıldığında hiçbir şeydi. Artık boş bir parşömeni kadehe koyma planının işe yarayacağını biliyordu. Arkadaşları arasındaki saygınlığını koruyacak ve şampiyon olmaktan kaçabilecekti - ve en önemlisi, sırları güvende kalmaya devam edecekti.

Hadrian - planının neden olduğu suçluluğu hafifletmek için bile olsa - sınıf arkadaşlarından hangisi seçilirse seçilsin yardım etmek için elinden geleni yapacaktı. Bunun dışında, her zaman olduğu gibi mükemmel bir öğrenci olmaya devam edecekti. Turnuva sona erdiğinde, Fransa'ya geri dönecek ve annesiyle uzun zamandır yapmakta oldukları planda bir sonraki adıma geçeceklerdi.

Sonunda her şey yoluna girmiş olacaktı.

 

.

.

.

 

Jacob hızlıca yeleğinin düğmelerini iliklerken, gözü diğer yatakta uyuyan figüre kaydı. Giyeceği giysileri neredeyse tamamlamıştı. Birkaç dakikaya kahvaltı için Büyük Salon’a gidecek olan sınıf arkadaşlarına katılacaktı.

Yastıklarından birisini alarak Hadrian’ın uyuklayan formuna yaklaştı. Pofuduk ve yumuşak silahını, tehlike altında olduğunun farkına bile varmayan arkadaşının kafasına indirdi.

Hadrian’ın kolu havaya kalkmış ve darbenin büyük bir kısmını engellemişti. Uyku mahmurluğuyla parlayan yeşil gözleri, yastık ve Jacob’ın iflah olmaz yüzü arasında gezindi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu kısa olan genç, sesi yüzünün çoğunu örten yorgan yüzünden boğuk geliyordu.

“Gördüğün gibi seni uyandırmaya çalışıyorum. Birkaç dakika içinde kahvaltı için şatoya gideceğiz. Seni beklememizi ister misin?”

Hadrian yatakta doğrulup bir eliyle yüzünü ovuştururken homurdandı. Jacob gerileyerek elindeki yastığı kendi yatağının üzerine fırlattı. Bir yandan da gözlerinin önündeki manzarayı takdir etmekten kendini alamamıştı. Sabahları Hadrian’ın uyanışını izlemek, muhtemelen en sevdiği şeylerden biriydi. Normalde oldukça farkında ve uyanık bir zihne sahip genci uyku sersemliği içinde görmek onun için eşsiz bir deneyimdi.

Hadrian'ın boynunu süsleyen önceki geceden kalma izler her şeyi daha da güzel bir hale getiriyordu. 

“Ne?” Hadrian, yorganından kurtulmaya çalışırken tekrar homurdandı. Jacob içten içe arkadaşının normalde olduğundan çok daha farklı ve huysuz olan bu haline gülerken kafasını iki yana salladı.

Kahvaltı, Hadrian. Birazdan çıkacağız. Bizimle gelmek ister misin?” Gencin gözlerindeki yorgunluk buharlaşıp yerini tam anlamıyla uyanık bir ifadeye bırakmadan önce, boş bir ifadeyle Jacob’ı süzdü. “Hayır.” Koyu saçlı arkadaşı sonunda onu cevaplamış, ayağa kalkarak giysi dolabına doğru ilerlemeye başlamıştı. Dolaptan üniformasını çıkardıktan sonra ona döndü. “Yine de teşekkür ederim. Derste görüşürüz.” Banyoya girerek gözden kaybolduğunda sesi tekrardan boğuklaşmıştı.

“İlk ders neydi?”

Jacob, Hadrian’ın yatağının kenarında duran masanın üzerinden ders programını aldı ve bugün olan dersleri gözden geçirdi. “Senin için Antik Rünler.” Elindeki sayfaları arkadaşının dağınık yatağının üzerine bıraktı. “Neden bu kadar berbat bir dersi seçtin ki?”

Devamlı akan su yüzünden Hadrian’ın attığı kahkahayı zar zor duyabilmişti. “Birtakım dalgalı işaretlerin ne anlama geldiğini bilmek hoşuma gidiyor,” diye seslendi, sesinde eğlenen bir tını vardı. “Artı, bariyerleri yıkabilmek, orijinal büyüler yaratabilmek ve antik metinleri tercüme edebilmek gibi faydalar da sunuyor. Senin görmezden gelmeyi sevdiğin ve sıkıcı bulduğun şeyler işte.”

“O ders, Beauxbatons’la Hogwarts’ın ortak verdiği derslerinden biri, değil mi?” diye sordu, Hadrian’ın alayını görmezden gelerek. Jacob bu dersi önceki yıllarında görmüş, Hadrian’ın dersle ilgili kısa bir değerlendirme yapabilmek için altına girdiği ders yüküne birince elden tanık olmuştu. Hayatında bu kadar yüksek düzeyde bir stres kaynağına gerek duymuyordu. “Hogwarts öğrencilerinin, o dersi aldığın gerçeğiyle nasıl başa çıkacaklarını merak ediyorum. Umarım onları ders süresince fazla aptal hissettirmezsin.”

“Bu konuda söz veremeyeceğim.”

Jacob kıkırdadı ve küçük bir gülümsemeyle odalarından ayrıldı. Buraya geldiklerinden beri Hadrian’ın üzerinde dolaşan kara bulutlar dağılmış gibiydi. Jacob, diğerinin bu kaygısız ve mutlu halinin devam etmesini umuyordu – bu kadar asık suratlı bir Hadrian’la odaya tıkılıp kalmak pek de hoşuna giden bir durum değildi.

Nathaniel’i gördüğünde, oyuncu bir ifadeyle sırtına vurdu. “Çok acıktım,” diye ilan etti. “Gidiyor muyuz, gitmiyor muyuz?” Diğer genç, omzunun üzerinden Jacob’ın geldiği tarafa doğru imalı bir bakış attı.”

“Hadrian gelmiyor mu?” diye sordu Nathaniel. Yeşil gözleri – Hadrian’ın tonunun yakınından bile geçmiyordu. Jacob, gözleri o kadar güzel bir renge sahip başka biriyle karşılaşacağını düşünmüyordu – koridordan kayıp tekrar onun yüzüne sabitlenmişti.

Jacob omuzlarını silkerek arabanın kapısına doğru yürümeye başladı. “Derste bize katılacağını söyledi. Şu an ve ortak dersimiz arasındaki zaman diliminde yiyecek bir şeyler bulabileceğinden eminim.”

Nathaniel ufak bir kahkaha attı. “Bahse girerim, ay sonuna kadar ev cinlerini emrine amade bir hale getirecek. Küçük yaratıklar resmen onu görür görmez aşık oluyorlar.” Jacob bunun üzerine güldü. Hadrian’ın, karşılaştığı çoğu yaratığı büyüleyebilme gibi bir yeteneğinin olduğu doğruydu. Beauxbatons’taki ev cinleri, onun şimdiye kadar o okula gelen en harika varlık olduğunu düşünüyorlardı.

  “Kimden bahsediyorsunuz?” dedi Charles, yanındaki birkaç öğrenciyle onların yanına katıldığı zaman. Herkes beklendiği gibi kusursuz bir şekilde giyinmişti.

  “Tabi ki de Hadrian’dan.”

  “Ah.” Charles’ın pürüzsüz yüzünde sevecen bir ifade belirdi. Diğer genç gözlerini boynunda dolaştırdıktan sonra, bakışlarını tekrardan Jacob’ın gözlerine çıkardı. “Dün gece iyi vakit geçirmiş gibisin Korin?”

  Jacob utanmaz bir tavırla izleri daha da net gösterecek bir şekilde boynunu sergiledi. Kirpiklerini abartılı bir hareketle kırpıştırmayı da ihmal etmemişti. “Tabi ki. Kıskandın mı?” diye mırıldandı. Charles gülerek başını salladı.

  “Okulda senin durumunu kıskanmayacak birisinin olduğunu sanmıyorum. Yine de biraz daha gizli davranmaya çalış. Hadrian, ilişkisinin reklamını yapacak tipte birisi değil.”

  Jacob omuzlarını silkti. “Hadrian’la bir ilişki içerisinde değiliz. Öylesine yaptığımız bir şey.”

  Diğerleri bu söylediklerine gülmüştü. Hepsi Jacob ve Hadrian’ın birbirini önemsediklerini bilmesine rağmen, ikisinin gerçek bir ilişkiye adım atmayacağını biliyordu. Arkadaşlıkları onlar için çok değerliydi.


.

.

.

 

Hadrian arabadan dışarı çıkarken içini çekti. Çantasını omuzlarından birine takmıştı ve elinde de bir elma vardı. Geçen gece kullandığı patikanın aynısını kullanarak Hogwarts’a doğru yola koyulduğunda, düşünceli bir şekilde elindeki elmayı birkaç kez havaya atıp tuttu.

Dişleri parlak kırmızı meyveye gömülürken, elma suyunun çenesinden aşağı damlamasını önlemek için emdi. Sabah serin ve renksizdi, ama aynı zamanda güzeldi. Jacob ve diğerleri gittikten sadece beş dakika sonra arabadan ayrılmıştı. Büyük Salon’a kahvaltı yapmaya gitmek için bir sürü zamanı olduğunu biliyordu, ama sınıfa erken gitmek istiyordu. Bu esnada da, koridorlarda dolaşmak ve şatoyu keşfetmek için biraz zaman ayırmayı planlıyordu.

Şatoya girdiğinde Büyük Salon’un kapısının önünden geçip gitmiş, çok sayıda hareketli merdivenin olduğu bir bölüme doğru yol almaya başlamıştı. Sanki bir saat gibi sürekli hareket halinde olan taş merdivenlere, nasıl zahmetsizce hareket edip değiştiklerine bakarken dudaklarında yumuşak bir gülümseme belirdi. Büyüleyici bir sihir gösterisiydi.

Cebinden ders programını çıkardı ve Antik Rünler için gitmesi gereken sınıfı bulana kadar taradı. Şimdi dördüncü kata çıkmak için merdivenleri nasıl kullanacağını bulması gerekiyordu. Elindeki sayfaları cebine geri koyarken önüne çıkan zorluğa sırıttı. Çok geçmeden elmanın kalıntılarını yok etmiş ve tam önünde beliren merdivene tırmanmaya başlamıştı.

Merdivenden merdivene geçmek şaşırtıcı derecede eğlenceliydi. Yukarı çıkarken ara sıra başka öğrencilerle karşılaşıyordu - ama kahvaltı zamanı olduğu için öğrencilerin çoğunluğu şu an Büyük Salon'daydı. Hadrian Hogwarts öğrencilerinden aldığı meraklı bakışları görmezden gelmiş, sadece ona düzgün bir şekilde selam verenlere karşılık vermişti.

Üzerinde bulunduğu merdiven dördüncü katta durduğunda Hadrian indi. Merdivenin o iner inmez harekete geçişini ilgiyle izledi. Gerçekten etkileyici bir sihirdi ve hiç şüphesiz şatonun kendisi kadar eskiydi.

Kafasını sallayarak yoluna devam etti. Yeşil gözleri her yanı inceliyor, yakalayabildiği tüm ayrıntıları dikkatli bir şekilde gözlemliyordu.

Anne ve babasını burada öğrenim görürken hayal ettiğinde, göğsünde biraz önce yaşadığı heyecana benzer bir his yayılmaya başlamıştı. Sert taş duvarlarla çevrili koridorlarda yürümek, aynı havayı soluyor olmak... Bu her zaman hayalini kurduğu bir şey olmuştu.  

Duyduğu heyecana rağmen acı bir duygu kendisini hissettirdi. Hogwarts’a asla annesinin yüklediği anlamı yükleyemeyecekti. Burayı takdir ediyor, saygı duyuyor ve – kesinlikle – seviyordu. Ama burası ona ait değildi. Beauxbatons, kendisini gerçekten evinde gibi hissettiği tek yer olacaktı.

Hadrian köşeyi döner dönmez birisiyle çarpıştı. Küçük bir figür göğsüne çarpıp onu sert zemine yollarken homurdanmaktan başka bir şey yapamamıştı. O anda kulaklarına, birkaç eşyanın yeri boylama sesini takip eden yumuşak bir inleme sesi ulaştı.

Hadrian ayağa kalktığında, etrafının bir dizi kitapla çevrili olduğunu gördü. Büyük ihtimalle çarpıştığı kişiye aitlerdi.

“Ah, çok üzgünüm! Nereye gittiğime dikkat etmiyordum! Ah cidden bu çok utanç verici!”

Hadrian başını kaldırdığında, kendi yaşlarında bir kızın aceleyle etrafa saçılmış kitapları toplamaya çalıştığını gördü. Kızın sesinin dehşete düşmüş gibi çıkması üzerine gülmeden edememişti. “Sorun değil, senin olduğu kadar benim de hatam,” dedi üniformasını düzeltirken.

Diğeri kitaplarını toplamak için çömeldiği yerde donakalmış, sonrasında hemen ayağa fırlamıştı. Kahverengi gözler hayranlıkla üzerinde gezindi. Hadrian ise ona sırıtmış, hala yerde durmakta olan iki kitabı almak için aşağıya doğru eğilmişti. “Beauxbatons öğrencisisin değil mi?” diye sordu.

Gülümsemesi genişlediğinde imalı bir şekilde gözlerini kendi üzerinde gezdirdi. “Nasıl bildin?” diye sordu eğlenen bir ifadeyle. Kız onun bu alaycı tavrıyla anında kızardı. Belli ki, önceki halinden daha fazla utanmıştı. Onu cevap verme zorunluluğundan kurtarmak için dikkatini elinde tuttuğu kitaplara çevirdi.

“İksir mi?” diye sordu, kitapları işaret ederek. Kızın dikkati kitaplara dönmüş, bir anlığına onların nasıl eline geçtiğini sorguluyormuş gibi şaşkınlıkla bakmıştı. Kızın bakışları tekrardan Hadrian'a döndü ve kafasını salladı.

“Hafıza iksirinin özellikleriyle ilgili bir ödevimiz var. Buraya gelmeden önce kütüphanede onunla ilgili bir araştırma yapıyordum. Eğer çalışmayı bırakmasaydım, Rünler’e geç kalacaktım ve –“

“Antik Rünler’den mi bahsediyorsun?” Hadrian, kızın saçma sapan konuşmasını komik bularak kibarca araya girdi. Diğeri tekrardan başını salladığında, birkaç tutam kıvırcık saç at kuyruğundan kurtulmuştu. “Ne tesadüf,” dedi. “Ben de o dersi alıyorum. Dersin nerede olduğunu bilen birisiyle karşılaşmak cidden mükemmel oldu.”

“Antik Rünler dersini mi alıyorsun?” diye sordu kız, gözleri parlayarak. “Beauxbatons’ta Antik Rünler’i ders olarak aldığınızı bilmiyordum.”

“Tabi ki de alıyoruz. Müfredatımızdaki en ilginç derslerden birisi. Ancak, çoğu sınıf arkadaşımın benimle aynı fikirde olmadığını bilmek oldukça üzücü.”

Diğerinin yüzünde anlayışlı bir gülümseme vardı. “Dur tahmin edeyim... Dersi faydalı görmüyorlar mı?”

Hadrian güldü. “Hayır, maalesef görmüyorlar. Dersi alanların çoğu ya ailesi zorladığı için orada ya da nasıl saçma sapan büyüler yaratacaklarını öğrenmek için. Gerçekten ilgisini çektiği için dersi alanların sayısı, bir elimin parmaklarını geçmez.”  

“Yeni ‘ders’ arkadaşıma sınıfa kadar eşlik etmekten mutluluk duyarım. Zaten buradan pek de uzakta değil.”

Beraber yürümeye başladıklarında, Hadrian içinde oldukları sessizlikten memnundu. Net bir şekilde, kızın zihninin sorularla dolu olduğunu söyleyebilirdi.

“Pekala, şimdiye kadar Hogwarts’ta sevdiğin bir yer oldu mu? Kendi okulundan çok daha farklı bir yer olduğunu hayal edebiliyorum.”

“Burası... değişik,” dedi Hadrian. “Beauxbatons daha çok mermer, cam heykelcikler ve yemyeşil bahçelerle kaplıyken, Hogwarts’ın daha antik ve kendine özgü büyüleyici bir havası var. Okulunuzun çok güzel olduğunu düşünüyorum, bundan bir şüphen olmasın. Sadece alışabilmem için biraz zaman gerekiyor.”

Kız bu açıklamasına sadece gülümsemişti. Hadrian soran bir ifadeyle tek kaşını kaldırdı. Diğeri tekrardan kıpkırmızı kesilmişti. “Özür dilerim, şimdiye kadar Fransız aksanıyla konuşan biriyle karşılaşmamıştım. Düşündüğüm kadar ağır bir aksan değilmiş.”

Hadrian onu onaylayan hafif bir ses çıkardı. “Çocukken devamlı olarak İngiliz aksanı olan birisinin yanındaydım. Akademiye başladıktan sonra Fransız aksanı kazandım. Çok tuhaf bir karışıma sahibim anlayacağın. Sınıf arkadaşlarımın çoğunun aksanı, İngilizce konuşmaya çalıştıklarında belli oluyor.”

“Oldukça mantıklı,” dedi kız, kitaplarını daha iyi tutabilmek için olduğu yerde kıpırdanırken. Hadrian uzandı ve diğeri daha fazla zorlanmasın diye önündeki kitap yığınından birkaç tanesini aldı. Kız ona minnettar bir bakış atmakla yetinmişti.

“Sınıfa biraz erken geldik. Dersin başlamasına daha on dakika var. Diğer öğrenciler genelde, dersin başlamasına beş dakika kalınca burada olurlar.”

Hadrian başını sallayarak sınıfın kapısını açtı ve içeriye hızlı bir bakış attı. Sıradan masalar ve sandalyelerle dolu, oldukça geniş bir odaydı. Sınıfa girerek en öndeki sıraya doğru yöneldi. Diğeri de onu takip etmiş, kitap yığınını düzgünce yanındaki sıraya yerleştirmişti.

Hadrian kızın diğer kitaplarını da vererek kendi çantasını masasının üzerine koydu.

Yüzünü kıza dönerek masasına dayandı. Boğazını hafifçe temizlediğinde, diğerinin dikkatini kolayca üzerine çekmişti. Kız kafa karışıklığı içinde kaşlarını çattığında, bu hareket Hadrian'ın gülümsemesine sebep olmuştu. Elini kıza doğru uzattı. “Benim adım Hadrian Evans. Seninki nedir?”

Kız bir kez daha utançtan kızardı. Büyük ihtimalle, daha yeni tanışıyor oldukları gerçeğiyle dehşete düşmüştü.

O da elini uzatarak Hadrian’ın elini tuttu. Hadrian, bolca pratik yapıldığı belli olan bir şekilde kızın elini dudaklarına götürmüş ve kızın parmak boğumlarına ufak bir öpücük kondurmuştu. Diğeri bu nazik jestine gülümseyerek karşılık verdi.

“Seninle tanıştığıma memnun oldum Hadrian. Benim adım Hermione Granger.”

 

Chapter 6: Bölüm Altı

Chapter Text

“Tekrar söyleyebilir misin lütfen?”

Hermione gülüşünü ellerinden biriyle gizleyerek Hadrian'ın söylediğini yaptı. “Hermione,” dedi yavaş ve net bir şekilde.

Hadrian başını salladı ve diğerinin adını söylemeye çalıştı. “Her-my-o-ni?” Ses tonu kendi telaffuzundan emin değilmiş gibi çıksa da, söyleyiş şekli gitgide iyileşiyordu. Hadrian’ın aksanı diğerleri kadar ağır olmasa dahi, kızın adını söylemek saçma bir şekilde zordu.

Hermione sevinçle sırıttı. “İşte bu, şimdi biraz daha hızlı bir şekilde söyle.”

“Hermione?”

Diğeri onun bu halini oldukça komik buluyor olacak ki, başını geriye doğru atarak gülmeye başlamıştı. “Özür dilerim, daha öncesinde birinin ismimi söylemesinin bu kadar zor olabileceğini düşünmemiştim.”

Hermione, Hadrian dudaklarında çarpık bir gülümsemeyle omuzlarını silktiğinde onu izledi.

“Bu elinden gelen bir şey değildi, sonuçta o ismi kendine sen vermedin. Gelecekte, yanlış söyleyerek ismini katletmeyeceğim için mutluyum.”

Hadrian’ın onunla tekrar vakit geçirmek isteyeceği ve bir şekilde onu korkutup kaçırmadığı düşüncesi Hermione’nin heyecanla dolmasına sebep olmuştu. Utangaç bir şekilde yüzüne doğru düşen kıvırcık bir tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Tanışmalarının üzerinden sadece birkaç dakika geçmişti ve Hermione konuşmalarının bitmesini istemiyordu.

Onu tanımayan veya içinde bulunduğu koşullar nedeniyle onun hakkında ön yargıları olmayan biriyle konuşmak harika bir duyguydu.

Hadrian’ın da sohbet etme konusunda oldukça yetenekli olduğu açıktı. Gencin konuşma biçiminden bile onun iyi eğitimli olduğunu anlayabiliyordu. Antik Rünlere olan ilgisi ise parlak zekasının başka bir göstergesiydi. Bu, minimum çaba veya beceriyle kolayca üstesinden gelinebilecek bir ders değildi.

“Sana bir şey sorabilir miyim?” Hermione aniden gelen soru karşısında gözlerini kırpıştırmış, ama yine de onaylayan bir ifadeyle başını sallamıştı. Hadrian'ın yüzünde tuhaf, şaşkın, merak ve pişmanlık karışımı bir ifade vardı. Bu da Hermione’nin duruma biraz daha temkinli bir şekilde yaklaşmak istemesine sebep olmuştu.

"Soyadının Granger olduğunu söylemiştin, değil mi?" Hermione, bu soru dizisinin nereye gittiğini şimdiden görebiliyordu. Diğeri hakkında olumlu görüşleri hızlı bir şekilde yön değiştirirken, dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı.

Hadrian duraksadı - onu incelerken başını hafifçe yana eğmişti. Hermione gencin parlak gözlerindeki soğukkanlı parıltıyı fark etmemiş değildi. Bu hem sinirlerini bozuyor hem de onu biraz rahatsız ediyordu.

Hermione sessiz kaldığında, diğeri konuşmaya devam etti. "Sen bir muggle-doğumlusun."

Hadrian lafı dolandırmadan direkt konuya girmişti. Hermione savunmacı bir tavırla çenesini öne doğru çıkardı. Bir konuşmada ne zaman kan saflığı konusu açılsa eski alışkanlıklarına geri dönmekten kendini alamıyordu.

Hayatı boyunca bu ön yargıyla yüzleşmiş, büyücülük dünyasında saygı görmek istiyorsa kendi değerini sürekli ispat etmesi gerektiğini zor yoldan öğrenmişti. Her zaman safkan öğrencilerden daha yetenekli ve çalışkan olamasa da, en azından onlarla aynı kalibrede olduğunu kanıtlamak için çaba gösteriyordu.

Yabancı öğrencilerin benzer bir zihniyete sahip olmayacağına, onun statüsünü duydukları anda alay etmeyeceklerine dair ufak da olsa bir umudu vardı. Fransa'nın genelinin sosyolojik açıdan tüm kan durumlarını kabul ettiğini, yalnızca eski ailelerin bu tip görüşlere hala bağlı olduklarını biliyordu.

Hadrian'ın kan saflığı durumunu sorması bile Hermione’nin diğer genç hakkında yanıldığını kanıtlıyordu. Safkanların hepsi birbirine benziyordu.

“Öyleyim,” dedi güçlü bir şekilde. Hadrian’a, onu küçümsediğini belirten herhangi bir harekette bulunması için meydan okuyor gibiydi. Bir anda gencin keskin merakı yerini endişelenmiş bir ifadeye bırakmıştı. Gözlerini şaşkınlıktan kocaman açmış, ellerini yatıştırıcı bir tavırla havaya kaldırmıştı.

“Seni kırmak istememiştim,” dedi, samimi bir ses ve onu affetmesi için yalvarırcasına bakan güzel yeşil gözleriyle. Hermione hayretle gözlerini kırpıştırdı. Hadrian’ın tavrındaki değişiklik o kadar ani olmuştu ki, bunun onu sakinleştirmek için taktığı bir maske olup olmadığını bile anlayamamıştı.

Devam eden sessizlik anı, Hadrian’a kendini toparlaması için gerekli zamanı vermişti. Bir kedinin her zaman dört ayağı üzerine düşmesi gibi bir kolaylıkla, gencin sesi kibar ve yatıştırıcı tona büründü. Hermione, gergin vücudunun bu ses tonuyla beraber farkında olmadan rahatlamaya başladığını hissedebiliyordu.

“Cidden üzgünüm Hermione. Hassas bir konu olduğu hakkında şüphelerim vardı. Sadece olmam gerekenden fazla meraklı davrandım sanırım.” Zayıf bir sesle kıkırdadı ve bakışlarını kaçırırken başını hafifçe salladı. Fransızca bir şeyler mırıldandığında, yabancı kelimeler ağzından bal damlıyormuş gibi akıcı bir şekilde çıkmıştı.

Hermione ne söylediğini sormak istiyordu, ama dil değişikliğinin bilinçli bir şekilde olmadığı konusunda şüpheleri vardı. Ancak daha o soramadan, diğeri konuşmasına devam etmişti.

“Karanlık Lord’un kan saflığı konusunda ön yargıları olduğu gibi bir izlenime kapılmıştım. Muggle-doğumluların Hogwarts'ta öğrenim görmesine izin vereceğini düşünmüyordum."

Hermione'nin yüzü gerginliğini kaybetmiş, Hadrian'ın samimiyetine dair başlangıçta duyduğu şüpheler azalmıştı. Merakını mükemmel bir şekilde anlayabiliyordu. Özrüyle birleştiğinde, Hadrian’ın oldukça cüretkar olan sorularının kendisine herhangi bir zarar vermek ya da imada bulunmak istemediği sonucuna varmıştı.

“Evet, birçok açıdan ön yargıları olan birisi. Ama aynı zamanda çok zeki bir adam. Safkan ailelerin çoğunda birtakım... sorunlar olduğunun farkında.” Ancak konuştuktan sonra, bu kadar hassas bilgileri açık açık söylememesi gerektiğini fark etmişti. Safkan ailelerin durumu gizli olmayabilirdi, ama böyle bir konuşmada ortalığa saçılacak bir şey olmadığını da biliyordu –

“Akrabalar arasında yapılan evlilikler mi?” diye sordu Hadrian, Hermione’nin düşüncelerini bölerek. Hermione ona imalı bir bakış attığında omuzlarını silkti. “Ne kadar iğrenç olsa da, dünya çapında yaşanan bir problem bu. Hatta Fransa’da bile, güya soyu temiz tutmak için zaman zaman bu tarz evliliklerin yapıldığını duymuştum.” Gencin sesinde aşağılayan bir ton vardı.

Hermione hımladı. “Evet, bu evliliklerle ilgili birkaç problem oluştu. Muggle-doğumlular bu anlamda belli başlı pozitif etkiler sunduğu için toplum içinde kabul edilmeye başlandı.”

Hadrian düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. “Soy için taze kan sağlama konusundan bahsediyorsun yani - yeni genler...”

Diğeri, Hermione’yi tekrardan şaşırtarak bu cevabını açıklamaya girişmişti. “Aslında ben ve bir arkadaşım, turnuvanın yeniden kurulmasının sebeplerinden birinin bu olduğunu düşünüyoruz,” dedi. “İngiltere’deki gençlerin uluslararası bağlantılar kurmalarını sağlamak ve akrabalar arası evliliklerin soylarında yol açtığı her türlü hasarı tersine çevirebilmek için.”

“Ayıptır söylemesi, İngiltere’deki safkan ailelerin durumu hakkında oldukça bilgi sahibi gibisin.”

Hadrian bunun üzerine gülümsedi. “Düşmanı tanımak çok önemli Hermione. Bu görünüşte okullar arası bir yarışma gibi görünebilir, ama derin bir şekilde politikayla bağlantılı. Bu yüzden, buna benzer konularda fazla bilgi sahibi olmak gibi bir durum söz konusu dahi olamaz.”

Hermione bu konuda ona katılıyordu. “Yani bu yüzden mi kan saflığı durumumu merak ettin?”

Sözleri gencin gözlerindeki şakacı ruh halini bitirmiş gibiydi. Hadrian’ın bir duygudan diğerine bu kadar çabuk bir şekilde geçmesi oldukça etkileyiciydi. Ona belli belirsiz üvey babasını – gözlerindeki hesaplayıcı parıltıyı ve soğukluğu – hatırlatıyordu.

“Fransa’da,” diye başladı genç. “İngiltere’nin Karanlık Lord’un rejimi altında nasıl ilerlediğiyle alakalı çok az bilgiye sahibiz. Safkanların karşılaştığı problemler, güncel politikacılar ve güçlü kişiler gibi belli başlı konular hakkında bilgiye sahibiz. Ancak son on beş yılda yaşananların çoğu bizim için hala bir sır.”

Hadrian elini saçlarının arasından geçirerek siyah tutamların olduğundan daha vahşi görünmesine sebep olmuştu. “Karanlık Lord’un muggle-doğumlulardan nefret ettiği biliniyor.” Konuşma şekli kendisinden bağımsızdı, sanki uzun zaman önce öğrendiği ve devamlı tekrarladığı bir şeyi yineliyormuş gibiydi. "Bana adını söylediğinde gerçekten çok şaşırdım. Elbette melez olma ihtimalin vardı, ama nedense muggle-doğumlu olman daha mantıklı geldi.”

Genç düz bir ses tonuyla konuşmaya devam ederken bir kez daha gözlerini ondan kaçırdı. “Burada kan saflığı farklı olanların nasıl bir muameleyle karşılaştıklarını hep merak etmişimdir, ama İngiltere o kadar içine kapanmıştı ki elimizdeki bilgiler sıfıra yakındı. Beklediğim en iyi ihtimal, muggle-doğumluların bir kölelik sistemi altına alınmış olmalarıydı – en kötüsü de soykırıma uğramalarıydı.”

Hermione, biraz önce sohbet ettiği tatlı gencin bu yanını gördüğünde hem etkilenmiş hem de biraz rahatsız olmuş bir şekilde izledi. Ama sonrasında Hadrian gözlerini kırpıştırmış, koridorda çarpıştıkları zamandan sınıfa gelinceye kadar tanık olduğu o eğlenceli parıltı yeşil gözlerine tekrardan yerleşmişti. Değişimin aniliği Hermione’nin kafasının karışmasına neden oluyordu.

Onu okumak gerçekten çok zordu.

Hadrian gülümsedi. “Yanıldığıma sevindim. Bana bu konu hakkında daha fazla bilgi verebilir misin?”

.

.

.

 

Hadrian, Hermione’nin yüzünün asıklığını kaybettiğini ve ona ufak bir gülümseme yollamasını ilgiyle izledi. Diğerini bu şekilde manipüle etmek kötü hissettiriyordu. Ama bunu yaptıktan sonra eline bazı cevaplar geçecekse, bu durumun geride bıraktığı suçluluk duygusuyla pekala baş edebilirdi.

Hermione’nin nasıl birisi olduğu hakkında kafasında aşağı yukarı bir fikir oluşmuştu. Yalnız olduğu ve parlak zekasının çevresiyle arasına doğal bir bariyer koyduğu açıktı. Kan saflığı durumu da, buna ek olarak etkileşimde bulunduğu insanların azlığını garanti altına alıyordu.

Kızın birileriyle – bunlar daha önce tanışmadığı kişiler olsa dahi - iletişim kurmak istediği belliydi. Bu zayıflığı faydaya çevirmek istemesi Hadrian’ı iğrenç bir insan yapar mıydı? Muhtemelen. Ama bu, İngiliz iç işleriyle ilgili açık bir kaynağa sahip olduğu anlamına geliyorsa, Hermione’yle bağ kurmaya dünden razıydı. Ayrıca arkadaşlıklarının ileride başka alanlarda fayda sağlama ihtimali de vardı.

“Pekala, merakını şimdi daha iyi anlıyorum,” dedi Hermione, ona düşünceli bir bakış atarak. Hadrian, kıza düşünmesi için zaman tanımak için sessiz kaldı. Kızın, düşüncelerini rahatça açıklayabileceği bir zaman dilimini beklediği için memnundu. Halihazırda ona verdiği bilgiler yeterince sağlam bilgilerdi. “Ve anlatmaya devam etme konusunda tam olarak emin değilim...” diyerek sustu Hermione. Onunla daha fazla bilgi paylaşma düşüncesi, sesinin tedirgin bir tona bürünmesine sebep olmuştu.

Hadrian başını ellerinin üzerine yaslayarak samimi bir şekilde gülümsedi. "O zaman bir alışverişe ne dersin?" diye önerdi. “Bana sorduğun her soru için, karşılığında ben de sana bir tane soru soracağım. Akademim ve ülkem hakkında merak ettiğin bir şeyler olduğuna eminim.” Hermione’yi tuzağa düşürmek için son bir çabayla gülümsemesinin olduğundan biraz daha çekici bir ifadeye dönüşmesine izin verdi.

Karşısındaki bilgiye aç, zeki bir kızdı. Ve şu an Hadrian da, bilgiyi direkt kaynağından öğrenebilme fırsatını elde etmişti. Hermione’nin durumu kafasında tarttığını görebiliyordu, ama Hadrian onun kararının ne olacağını şimdiden biliyordu. Birkaç saniye sonra kız tahminini doğrularcasına başını sallamış ve vücudunu tamamen ona doğru döndürmüştü.

Başarısına içten içe sırıtarak önce onun sormasını istediğini belirten bir el işareti yaptı. Bu gerçek sorgulamaya geçmeden önce, Hermione’yi biraz rahatlatmak için yaptığı bir girişimdi. Onun liderliği almasına izin vermek, ona kontrolün kendisinde olduğu ya da en azından onunla eşit şartlarda olduğu izlenimini verirdi.

“Beauxbatons’ta olup da Hogwarts’ta olmayan dersler hangileri?”

Dersler... Tabi ki de ilk sorusu eğitim hakkında olacaktı.

“Sağlık Çalışmaları, Beden Gelişimi ve Düello.”

Hadrian, diğerinin gözlerindeki ilginin gittikçe büyüdüğünü gördüğünde gülümsemeden edememişti. “İkinci ismin ne?” Hermione soruyu duyduğunda kafası karışmış bir şekilde kaşlarını çattı. Böyle bir soruyu beklemediği açıktı.

“İkinci ismim Jean. Hermione Jean Granger. Büyükannemin ismiymiş.” Hadrian devam etmesi için başını salladığında, sırıtmamak için kendini zor tutuyordu. Hermione’nin teselliyi eğitimde bulan ve yalnızlığı seven birisi olduğunu varsayıyordu. Bu tür kişilik tipine sahip insanlar, bir şey sorulduğunda farkına varmadan sahip oldukları bilgiyi ve değeri kanıtlamak için istendiğinden daha fazla bilgi verme eğiliminde olurlardı.

Hermione bu tavrını sürdürmeye devam ederse, bir şeyler öğrenmek için ekstra bir çaba harcaması gerekmeyecekti. Kızın bilinçsizce, Hadrian'ın istediği bilgileri gönüllü bir şekilde sızdırma ihtimali pek de uzak sayılmazdı.

“O derslerde ne yapıyorsunuz?”

“Sağlık Çalışmaları’nda, insan vücudunu tam olarak anlamayı öğrenmenin yanı sıra, tehlikeli durumlarda kendimize veya başkalarına yardımcı olabileceğimiz temel prosedürler öğretilir. Bu alanda özellikle yetenekli olan öğrencilerin ara sıra hastane kanadında çalışmasına izin veriyorlar.” Nefesini düzenleyebilmek için bir anlığına duraksadı.

"Beden Gelişimi, sihir içermeyen tek dersimiz. Diğerlerinde az da olsa sihirsel elementler var. Ama o derste en basit anlamda bedenimizi eğitiyoruz. Jimnastik, bire bir dövüş ve seherbazlık gibi bir mesleği yapmak isteyen öğrencilerin ihtiyacı olabilecek tüm becerilerin  karışımından oluşuyor diyebilirim. Dersin popülaritesi nedeniyle, cadı ve büyücülerimizin çoğunun fiziksel olarak mükemmel bir formda olmasını sağlıyor.”

Şimdi diğerinin ilgisini tam anlamıyla ele geçirebilmişti.

“Düello dersini üçüncü sınıftan itibaren almaya başlıyoruz. Uygun duruş ve pozisyonlar konusunda eğitiliyoruz. Ve ek olarak –“ dedi sırıtarak. “Birbirimizle düello yapıyoruz. Maçlar normalde aynı sınıftan öğrenciler arasında yapılır, ama bir öğrenci çok güçlüyse zaman zaman üst sınıflardan olan öğrencilere meydan okumasına izin verilir.”

Hadrian’ın gülümsemesi sinsi bir hal almıştı. “Alt sınıftan bir öğrencinin son sınıftaki öğrencilerle rekabet edebilecek bir düzeye ulaşması nadir görülen bir durum. Son sınıflar düelloda oldukça uzmanlaşmış olma eğilimindeler.”

Sesinde Hermione’nin ona biraz daha dikkatli bakmasına sebep olan bir şeyler vardı. “Peki sen hangi kategoridesin?” diye sordu Hermione. “Ortalama mı, ortalamanın biraz üstü mü, yoksa uzman mı?”

Hadrian ona göz kırpmakla yetinmişti. “En sevdiğin renk nedir?” Hermione onun konuyu saptırmasına pek de mutlu olmuş gibi görünmüyordu, ama sırası ona gelene kadar cevaplamayacağını da anlamıştı. “Caput mortuum. Hangi kategoridesin?”

Hadrian, Hermione'nin cevabıyla beraber kaşlarından birisini kaldırdı. Rengin ne olduğunu bildiği açıktı. “Bu soruyu geçiyorum.”

Kız şaşkınlıkla ona baktı. “Cevap vermek zorundasın!” diye çıkıştı. Hadrian bu haline güldü.

“Zorunda mıyım? Bunun anlaşmamıza dahil olduğunu hatırlamıyorum. Başka bir soru sor.” Hermione homurdanmış, ama konuyu uzatmak için bir girişimde bulunmamıştı. Çünkü Hadrian’ın bu cevabını çürütemeyeceğinin farkındaydı.

 “Peki.” Hermione onu yoğun bir şekilde baştan aşağı taradığında, Hadrian daha ağzını açmadan diğerinin ona ne soracağını anlamıştı. “Kan saflığı durumun ne o zaman? Safkan mısın?” Biraz önce sorusunu cevaplamayı reddetmesinden son derece rahatsız olmuş olacak ki, Hermione daha da özel konulara yönelmişti.

Hadrian, “Muggle-doğumluyum,” dediğinde yüzünde mimik dahi oynamamıştı. Yıllardır bu konu hakkında yalan söylüyordu. Hatta, rol yaptığını ve günün birinde Harry Potter olarak ortaya çıkmak için hazırlandığını unuttuğu zamanlar dahi olmuştu.

Onun için bir noktadan itibaren, iki kişiliği arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başlamıştı. Zihninde kendisini Harry Potter’dan ziyade Hadrian Evans olarak görüyordu. Harry Potter ismi onun için sadece zamanı geldiğinde ilgineceği bir sorun ve çocukluğunda yaşadığı bir talihsizliğin yan ürünü gibiydi.

Hermione’nin gözleri şaşkınlıkla genişledi. “Muggle-doğumlu mu?”

“Evet, öyleyim. Bana ailenden bahsetsene.”

Hermione’nin yüzü tuhaf bir ifadeye büründü. Bunun kendi kan saflığı durumundan mı – yoksa ona sorduğu soru yüzünden mi olduğunu söylemek zordu. Diğerinin endişeyle dudağını dişlemesi, Hadrian’a onun daha fazlasını anlatma konusunda korkuyor olduğu izlenimini vermişti. Bu zayıflığı sezen Hadrian, kızın dilinin çözülmesini sağlamak için kendi hikayesinden bir şeyler paylaşmaya karar verdi.

“Annem uzun bir kofti soyundan geliyor. Bu yüzden çok az bir sihre sahip. Babamsa bir muggle’dı. Bu da sihrimin, soyun önceki bireylerinden farklı olarak genetik hiçbir etki olmadan gelişmesine olanak sağladı. Teknik olarak büyücülük dünyasında büyüdüm. Bu yüzden muggle dünyası hakkında pek fazla deneyime sahip değilim. Sormamın sebebi de bu aslında, merak ettiğim için. Eğer seni rahatsız ediyorsa cevaplamak zorunda değilsin.”

Hafifçe öne eğildi ve parmaklarını kibar bir şekilde kızın ön koluna dokundurdu. Görünüşte onu rahatlatmak istiyormuş gibi görünüyordu, ama asıl amacı hızlı bir taramayla diğerinin duygu haline ufak bir göz atmaktı.

Hermione o an hem rahatlamış hem de suçlu hisseden bir ruh halindeydi. Hadrian istediğini elde edebilmek için bunu nasıl kullanacağını çok iyi biliyordu. Elini olduğu yerden uzaklaştırdıktan sonra konuştu. “Bilmek istediğin başka bir şey varsa bir soru daha sorabilirsin.”

“Babandan bahsederken geçmiş zaman kullandın.” Bu bir soru değildi, ama Hadrian bu durumu kendinden biraz daha bahsedebilmek için bir fırsat olarak kullanacaktı. Hermione Hadrian'ın kendisine karşı açıldığını görürse, muhtemelen o da çözülmeye başlardı.

“Evet. Babam ben beş yaşımdayken öldü. Hızlı bir ölümmüş – pek acı çekmemiş.” Bu bariz bir yalandı. James Potter’ın ölmeden önce acı çektiği şüphe götürmez bir gerçekti. Hadrian babasının düelloda oldukça yetenekli olduğunu biliyordu. James'in Karanlık Lord karşısında bu kadar uzun süre dayanabilmesini sağlayan tek şey de buydu zaten. Annesinin onu alıp kaçması için yeterli zamanı verecek kadar Voldemort’u uzakta tutmayı başarabilmişti.

Dürüst olmak gerekirse Hadrian, babasının asası o gece üzerinde olmasaydı neler yaşanabileceğini tahmin dahi edemiyordu. Hadrian'ın, asasını her zaman üzerinde tutmasının ve asasız büyü yapmayı öğrenmek için bu kadar çaba sarf etmesinin nedenlerinden birisi de buydu. Olur da bir gün asasını kaybederse, savunmasız bir durumda kalmayacaktı.

Hermione içgüdüsel bir rahatlatma isteğiyle omzuna dokundu. Hadrian bu hareketi üzerine hafifçe gülümsemiş, ama babasının bahsinin açılmasıyla ilgili en ufak bir üzüntü hissetmemişti. Adama karşı hissettiği şey defalarca sulandırılmış bir sadakat duygusu gibiydi. Hadrian babasına saygı ve hayranlık duyuyor, onu seviyordu. Ancak gerçek hayatta onunla ilgili bildikleri annesinin çocukken ona anlattığı ikinci ağızdan duyma anılardan ibaretti. Hadrian’ın içinde, ona karşı hissettiği elle tutulur duygusal bir bağlantı yoktu.   

Bir gölgeyi sevmeye çalışmak gerçekten çok zordu.

Akıllılık edip bu konudaki düşüncelerini annesiyle paylaşmamayı seçmişti. Annesi, Godric's Hollow'daki - muhtemelen yerle bir olmuş - evlerinde James Potter adının unutulmamasını sağlamak için çok çaba göstermişti. Annesi, babası hakkında böyle kopuk duygular beslediğini öğrense, kadın muhtemelen mahvolurdu.

“Sorun değil Hermione. Bu uzun bir zaman önce olup biten bir olay.”

Kuşkulu görünmesine rağmen, Hadrian’ın omzundaki elini çekmemişti. Bunun yerine ona dalgın bir bakış attı. “Ailemi üç yaşımdan beri görmedim,” diye mırıldandı Hermione yumuşak bir sesle.

Hadrian ulaştığı başarıyla beraber kalp atışının an be an hızlanmaya başladığını hissedebiliyordu. Voldemort’un muggle-doğumlu halkı nasıl yönettiğini duymak gerçekten ilgisini çekiyordu. Hermione onunla aynı yaştaydı. Yani, Voldemort İngiltere’nin yönetimini tam anlamıyla ele almadan önce doğmuştu. Bu yüzden diğerinin oldukça özel ve kapsamlı bir bakış açısına sahip olmasını bekliyordu.

“Onlardan alındığım günü hala hatırlayabiliyorum. Dışarıda oyun oynuyordum ve sonrasında yanıma komik giysiler giymiş üç kişi yaklaştı.” Anılarını tekrar yaşıyormuş gibi görünüyordu, gözlerine camsı bir ifade yerleşmişti. “İlk başta ne yaptıklarını anlamadım, ama iki adam eve girerken kadın yanımda kaldı. Adamlar birkaç dakika sonra dışarı çıktıklarında, kadın beni kucağına aldı ve sonra kaybolduk. Kadın beni kendi evine götürdü – sihirli ve özel birisi olduğumu açıkladı.”

Hermione üzgün bir ifadeyle kafasını iki yana salladı. “Eve gitmek istediğimi söylediğimde, kadın bana ailemin ‘beni yetiştirmek için uygun olmadığını’ söyledi. Bizim gibi olmadıklarını ve her şeyin bu şekilde devam etmesinin daha iyi olacağını açıkladı. Yıllar sonra – birkaç beceriksiz kaçma girişiminden sonra – benim için sahte bir ölüm planladıklarını öğrendim. Ailem, bir kazada öldüğümü sanıyordu. Muggle dünyası için, Hermione Jean Granger yıllar önce öldü.”

Hadrian kızın bu haline hem acıyor hem de kızıyordu. Bu, Voldemort’un insanların hayatını yok ettiğinin başka bir kanıtıydı. “Bu tüm muggle-doğumluların yaşadığı bir durum mu?” diye sessizce sordu. Bir yandan da adamın gösterdiği salt küstahlığa öfke duymaktan kendini alamamıştı. 

Hadrian, büyücülük ve muggle dünyaları arasında her zaman bir çekişme olduğunun - ve olacağının - farkındaydı. Gerçekçi bir bakış açısıyla baktığında, iki toplumun hiçbir zaman uyum içinde yaşayamayacağını biliyordu.

Ama muggle-doğumlu çocukları kaçırma ve onları hayatlarının geri kalanında yabancılarla yaşamaya zorlama fikri...

Onu tam anlamıyla hasta etmişti.

Hermione sorusuna cevap olarak başını salladı. “Birkaç çocukta daha bana benzer kaçırılma durumlarının olduğuna eminim, ama muggle-doğumluların çoğu doğuştan saptanıyor ve gerçek ailelerinin yanından alınıp başka ailelerin yanına yerleştiriliyor. Bizim gibilerin büyücülük dünyasına girişlerinde, koruyucu ailelerin yanı sıra, yetimhaneler de kullanılıyor. Orada yetişenlerin çoğu muggle dünyasından geldiklerini bile hatırlamıyorlar. Ama, tüm bu kaybolmaları nasıl örtbas ettiklerini ben de bilmiyorum.”

Hadrian’ın, duydukları karşısında ne söyleyeceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Zihninin hızlı bir şekilde kaçırılma durumlarının nasıl saklanabileceği konusunda birkaç seçenek ortaya koyması, içinde olduğu bu iğrenç durumdan daha da nefret etmesine sebep olmuştu. Halihazırda yozlaşmış bir sistemde - birisini kaybetmek, anıları değiştirmek ve sahte belgeler oluşturarak sağlıklı bir bebeği ölü doğum olarak göstermek kadar kolay bir şey yoktu. Ayrıca Hadrian, muggle dünyasında bu meseleleri sessiz tutabilmek için sıkı bir kontrol kontrol uygulaması ve bu uygulamaları yöneten birkaç kilit figürün olması gerektiğini düşünüyordu.

Bir düşmanı yakından incelemesinin sorunlarından biri, Hadrian’ın zaman içinde onların düşünce kalıplarını anlamaya başlıyor olmasıydı.

“Hey,” dedi Hermione yumuşak bir ifadeyle. Kız, onun dikkatini tamamen üzerine çekebilmeyi başarmıştı. Hadrian’a küçük ve üzgün bir gülümseme yolladı. “Sorun değil Hadrian. Daha önceki hayatını hatırlayan çoğu kişi – buna ben de dahilim – içinde olduğu durumla barışık bir şekilde yaşıyor. Ailemi tekrar görsem, onlara ne söyleyeceğimi bile bilmiyorum. Onların küçük kızı olamayacak kadar çok değiştim.”

Sanki ailesinden vahşice koparılıp alınmış olan oymuş gibi, onu teselli etmeye çalışıyordu. Hadrian, annesi olmadan hayatının nasıl olacağını düşünmek dahi istemiyordu. Annesinin ona rehberlik etmek ve onu desteklemek için yanında olmayacağı bir dünyayı hayal edemiyordu.

Uzanarak Hermione’nin elini sıkıca tuttu. “Başından geçenler için üzgünüm Hermione,” dedi nazik bir ses tonuyla. Daha fazla bilgi toplamak için zihninde dolaşan tüm düşünceler uçup gitmişti. Bir anlığına, daha öncesinde birisinin Hermione'nin bu durumunu soğukkanlı bir şekilde "normal" olarak kabul etmek yerine - ailesini kaybetmesi karşısında sempati gösterip göstermediğini merak etmişti. "Bunu yaşamak zorunda kaldığın için üzgünüm."

Hermione ise buna cevap olarak elini sıktı. Kızın gülümsemesinin her santiminde ona duyduğu minnettarlık ifadesi vardı.

“Teşekkür ederim. Aslında o kadar da kötü değil. Malfoy’lar başkaları tarafından pek sıcak bir aile olarak görülmeyebilir, ama bana kötü davrandıklarını da söyleyemem.”

Sınıf kapısı açılıp öğrenciler içeriye doluşmaya başladığında, Hermione geri çekildi ve masasını düzenlemeye başladı. Hadrian, kızın koruyucu ailesinin ismini öğrenmesinin şaşkınlığıyla oturduğu yerde öylece kalakalmıştı.

Malfoy.

O korkunç, dar kafalı, kendini beğenmiş ve Voldemort’un en güvendiği adamlarından biri olan kibirli herif mi Hermione’nin üvey babasıydı?

 

.

.

.

 

Hermione, Antik Rünler sınıfından ayrılırken düşündü – Hadrian Evans tam anlamıyla büyüleyici bir kişilikti.

Hadrian zekiydi, ancak kibirli bir şekilde bilgisini sergilemiyordu. Bu, Hermione’nin değer verdiği ve saygı duyduğu bir özellikti. Hatta kibirden çok yanında taşıdığı sıradan bir gerçeklik – esnek görünüşlü formunu saran bir tür güvence gibiydi.

Hermione’nin içinde her zaman muggle-doğumlu oluşunun, onu olduğundan daha aşağı bir konuma getirmediği konusunda kendini kanıtlama dürtüsü olmuştu. Derslerde, gerekli olduğu zamanlarda ilk cevap veren kişi her zaman kendisi olmuştu - ve bilgisini diğerleriyle paylaşmaktan zevk alıyordu.

Ancak Hadrian derste tam tersini yapmış, zekasını aktif olarak sergilememişti. Aslına bakılırsa profesörü dinleyip dinlemediği bile şüpheliydi. Ders boyunca not almadan sırasında sabit bir pozisyonda oturmuştu.

Durum Hermione’nin kafasını karıştırmıştı. Hadrian not almıyorsa – ya da en azından dersi dinliyormuş gibi bile görünmüyorsa – o zaman diğerinin konular hakkında önceden bilgi sahibi olduğu sonucuna rahat bir şekilde ulaşılabilirdi.

Hadrian dersin başlangıcından itibaren ilk kez arkadaşlarıyla konuştuğunda, tam o anda profesör de bunu görmüş ve gencin not almadığını fark etmişti. Hermione, profesör Hadrian’la konuşmaya başladığında sınıftaki diğer iki Beauxbatons öğrencisinin gülümsemelerini ve sırıtışlarını tutmaya çalıştıklarının bariz bir şekilde farkındaydı.

“Bir sorun mu var genç adam? Ders materyali çok mu zor geldi?”

Hadrian içinde küçümseme tınıları taşıyan sesi duyduğunda gözlerini bile kırpmamış – ya da Hermione’nin yaşıtlarının alaycı bakışlarına maruz kaldığında aldırış etmemişti.

Onun yerine kibarca gülümsemekle yetinmiş ve tamamen sahte bir saygıyla başını öne doğru eğmişti.

“Tam tersi profesör. Sadece, iki yıl önce kendi kendime öğrendiğim bir konuda not alma fikrini anlamsız buluyorum.” 

Bu şekilde ifade etmesi fazlasıyla cesur – birazcık da aptalca – bir hareket olmuştu. En iyi yanı, profesörün Hadrian’ı müfredatın önünde olduğu için cezalandıramayacağı gerçeğiydi. Sonrasında profesör, o an ne diyeceğini bilemeyip cevap bulmaya çalışırken hiçbir şey olmamış gibi sırasında oturan Hadrian’ın önünde öylece beklemişti. Bu sınıftaki öğrenciler için karşılaşması zor, nadir bir andı.

Sınıftan ayrılırken, Hadrian’ın yanına iki tane Beauxbatons öğrencisi - koyu tenli bir genç ve bronz tenli güzel bir kız - yaklaştı. İkisi de gülümseyerek Hadrian’la akıcı ve hızlı bir Fransızcayla konuşmaya başladılar. Her ne söyledilerse Hadrian kıkırdamış, pişmanlık duymayan bir sırıtışla onlara karşılık vermişti.

Hermione hafiften korkmuş hissederek onları takip etti. Hadrian’la tanışalı çok olmamıştı. Bu yüzden, Hadrian’ın onunla kendi arkadaşları etraftayken zaman geçirmek isteyip istemeyeceğinden pek emin olamıyordu. Ama Hadrian kitaplarını taşımasına tekrardan yardım etmeye karar verdiğinden, Hermione’nin o an onlarla gitmekten başka seçeneği kalmamıştı. 

Sessiz bir şekilde üç Beauxbatons’luyu inceledi. Ana salona giden yola yöneldiklerinde, diğer iki öğrencinin farkına bile varmadan Hadrian’ın bir iki adım gerisinden gelmesi Hermione’ye ilginç gelmişti. 

Merdivenlerin olduğu bölüme geldiklerinde Beauxbatons’lu kız keskin bir şekilde sırıttı ve Hadrian’ın boynunu işaret etti. O anda Hermione, Hadrian’ın boynunu süsleyen mor işaretleri farketmişti. İzler hafif olmasına rağmen, gencin soluk teniyle belirgin bir tezat oluşturuyordu.

Konuşmalarının arasında ‘Jacob’ diye bir isim duydu. Arkadaşlarının bilen bakışları, sırıtışları ve Hadrian’ın etkilenmemiş tavrını göz önüne aldığında, ‘O izleri Hadrian’ın boynuna bırakan kişinin Jacob olduğu sonucuna ulaşmıştı Hermione. Kızararak bakışlarını kaçırdı.

“Ah, evet. Bu Hermione Granger. Hermione, bu ikisi sınıf arkadaşlarım – Albert ve Sophia.”

Hermione dikkatini toparladı ve tokalaşmak için aceleyle elini uzattı. Sophia Hermione’nin elini birkaç saniyeliğine kavramış, soğuk ama kibar bir şekilde başını eğdikten sonra serbest bırakmıştı. Albert ise Hadrian’ın yaptığına benzer bir şekilde elini dudaklarına çekerek kibar bir öpücük kondurmuştu. “Memnun oldum,” dedi genç, ona hafif ve gamzeli bir gülümseme yollayarak. Albert gülümsediğinde bu onun on iki yaşında gibi görünmesine yol açmıştı, ama Hermione onun en az on altı – ya da on yedi - yaşında olduğunu biliyordu.

Cevap olarak onlara gülümsemesiyle, saçının kaos içinde olduğunu ve saç tutamlarının muhtemelen dört bir yana dağıldığını düşünmesi bir olmuştu. Ön dişlerinin yüzü için normalden daha büyük durduğunu düşünmek de saçma bir şekilde endişelenmesine sebep oluyordu. Hermione, bu üçüyle karşılaştırıldığında kurbağa gibi hissetmekten kendini alamadı. Üçü de göz alıcıydı ve mükemmel derecede bakımlı görünüyordu.

Sophia, Fransızca bir şeyler söylediğinde sesinde başlangıçta taşıdığı hafif ton yoktu. Hermione Fransızca bilmese de, net bir şekilde alay edildiğini anlayabiliyordu. O ifadeyi nerede görürse tanırdı çünkü.

Albert kızın söylediklerine hafif eğlenmiş gibi görünüyordu, ama Sophia’nın dikkati çeken asıl şey Hadrian’ın gösterdiği tepkiydi. Gencin ağzı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Ancak bu, kısa etkileşimleri boyunca Hermione’ye sergilediği türden bir gülümseme değildi. Bu bir köpekbalığının, onu yemeden önce avına yolladığı son bir gülümseme gibiydi – ve intikam arzusuyla dolu gülümsemenin hedefinde Sophia vardı.

Hadrian konuşmaya başladığında – bu sefer Fransızca değildi – kelimelerinin soğuk ve keskin oluşu Hermione’ye Karanlık Lord’un Lucius’la konuştuğu zamanları hatırlatmıştı.

“Kiminle konuştuğunu unutma Sophia. Ne de olsa, ben de damarlarımda o bahsettiğin kirli kanı taşıyorum.”

Bunu duymasıyla beraber Sophia’nın gözlerine yerleşen korkuyu ve benzinin bir anda attığını görmek, Hermione'ye tuhaf bir şekilde komik gelmişti. 

Hermione, düelloda nasıl olduğunu sorduğu zaman Hadrian’ın ona yönelttiği kendini beğenmiş bakışı hatırladı. Bir anlığına, gencin sınıf arkadaşlarının Hadrian’ın ne kadar güçlü olduğunu birinci elden tecrübe edip etmediklerini merak etmişti. Bir yandan da, kızın böyle bir tepki göstermesi için Hadrian’ın ne yapmış olabileceğini merak etmekten kendini alamıyordu.

Sophia sanki Hadrian bakışları altında eziliyormuş gibi başını öne doğru eğdi. “Sert sözleğim için... özüğ dilerim. Uygunsuz davğandım.” Sözler ona yöneltilmiş olsa da Hermione, Sophia'nın gözlerinin dikkatle Hadrian'ı izlediğini ve gencin onayını beklediğini görebiliyordu.

Hadrian bunun üzerine hiçbir şey söylememiş, Sophia’yı görmezden gelerek Hermione’ye dönmüştü. “Bunun için özür dilerim. Bir sonraki dersin ne Hermione?”

“İksir var. Dersi zindanlarda işliyoruz.” Hadrian ‘zindan’ kelimesini duymasıyla,  ona meraklı bir bakış atmış ve kaşlarından tekini havalandırmıştı. Hermione ona cevap olarak dudaklarının hafif bir gülümsemeyle kıvrılmaya başladığını hissedebiliyordu. Sık sık diğer okulların farklı bir yerleşim planına sahip olduğunu ve farklı binalardan oluştuğunu unutuyordu. Başka okullarda zindanların olması fikri oldukça düşük bir ihtimaldi. En azından Beauxbatons’ta bu durum o şekilde değerlendirilebilirdi. Durmstrang’de zindanların olması Hermione’yi şaşırtmazdı.

“Peki ya senin Albert?” Albert hımladıktan sonra, Hadrian’ı bekletmeden yanıtladı.

“Benim de İksir.”

“Harika,” dedi Hadrian, taşıdığı kitapları diğer gencin kollarına bırakarak. “O zaman sınıfa Hermione’yle beraber gidebilirsiniz.”

“Bekle,” dedi Hermione düşünmeden. “Sen İksir dersine gelmeyecek misin?”

Hadrian kafasını hayır anlamında salladı. Sanki zindanlara gelemeyeceği için hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Bunun sebebi, ya İksir’i sevdiği için ya da Hermione’yle daha fazla zaman geçirmek istediği için olabilirdi – tam emin olamıyordu.

“Maalesef hayır, sonraki dersim Sağlık Çalışmaları.” Diğeri, kollarındaki kitap yığınını rahat taşınabilecek bir pozisyona sokarken sesli bir şekilde güldü.

“Tamamen uzmanlaşamadığın tek ders,” dedi Albert, aşırı sayılabilecek bir neşeyle.

Hep beraber merdivenlerden indiler. “Buna rağmen sınıfta ikinci sırada olduğumu hatırlatırım Albert. Bunda gülünecek bir şey yok.”

“Evet, ama yine de bunu komik bulmaktan kendimi alamıyoğum.”

Hadrian gözlerini devirerek ve ilgisiz bir şekilde elini salladı. “Pekala, size zindanlarda iyi eğlenceler. Benim de suyunun son damlasına kadar çekmek zorunda olduğum bir kaktüs var.” Hermione o yürüyüp giderken izledi. Hadrian’ın adımları, şato hakkında pek bir şey bilmemesine rağmen özgüvenliydi.

Sophia Albert’a bir şeyler mırıldanmış ve aceleyle Hadrian’ın peşinden gitmişti.

“Pekala,” dedi Albert, yüzünde parlak bir ifadeyle Hermione’ye döndüğünde. “Gidelim mi?”

Hermione irkilerek gözlerini Hadrian ve Sophia’nın gittiği yerden uzaklaştırdı. “Hadrian derste öğreneceğimiz konuyu gerçekten biliyor muydu?” Soru düşünmeden ağzından çıkmıştı. Albert şaşkınlıkla kafasını kaşıdığında, Hermione utansın mı yoksa dehşete mi düşsün tam karar veremiyordu.

“Dürüst olmak gerekiğse hiçbir fikrim yok – ama muhtemelen biliyoğdu. Önceden ders mateğyali üzerinde çalışma alışkanlığı olduğu için dersleri pek dinlemez. Bu duğum bazı profesörleri gıcık ediyoğdu, ama onu değiştirmeyi deneme konusunda onlar da pes ettileğ artık.”

“İyi notlar aldığı için mi?” Hermione, zindanlara inen yola yöneldiklerinde sordu. Albert tekrardan güldüğünde, bu sefer tamamen söylediklerine yönelik olduğunu biliyordu.

“Sadece iyi notlağ almıyor. Dersleği tam anlamıyla egemenliği altına alıyor desek daha doğru olur. ‘atta son zamanlağda, profesörlerin ‘adrian için ayrı bir not sistemi icat ettikleği konusunda şüphelenmeye başlamıştım. Sahip olduğu bilgi seviyesi saçmalık derecesinde.”

Hermione içinde anlayış hissine benzeyen bir duygunun yükseldiğini hissedebiliyordu. Hadrian’ın zeki olduğunun farkındaydı, ama istisnai bir durumda olduğunu öğrenmek onun içine su serpmişti. Belki de – sonunda – kendisiyle bağlantı kurabileceği bir arkadaşı olurdu. “Ama Sağlık Çalışmaları’nda sınıfın en iyisi değil, anladığım kadarıyla?”

Albert, dudakları neşeli bir sırıtmayla gerilirken tuhaf bir ses çıkardı. “Claire’in onu alt ettiği ilk sefer mükemmeldi. Ama ‘adrian yapılması zor olan bazı prosedüğlerde, Claire’in hareketlerinde sahip olduğu kesinliğe ulaşamıyor. Bunun için kontrol edemeyeceği kadağ çok sihri var.”  

Evet, diye düşündü Hermione. Hadrian kesinlikle büyüleyiciydi.


.

.

.

 

Hadrian sınıf arkadaşlarından oluşan gruba doğru hızla ilerledi. Sophia’nın sahte özürlerini ya da yalvarışlarını dinleyecek bir havada değildi. Kızın alaycı yorumlarının neden onu bu kadar sinirlendirdiğini bilmiyordu. Belki de, geçmişinde yaşadığı zorluklar nedeniyle Hermione’ye karşı hissettiği koruma dürtüsüyle ilgili olabilirdi – ya da arkadaşlarının onun bir safkan olmadığını devamlı unutmasından nefret ettiği içindi.

Hadrian Evans muggle-doğumluymuş gibi rol yapıyor olabilirdi, ama Harry Potter bir melezdi. Her iki durumda da kan saflığıyla alakalı ön yargılardan hoşlanmıyordu. Hadrian, arkadaşlarından konu hakkındaki bu tutumunu devamlı hatırlamalarını bekliyordu. Melezler ya da muggle-doğumlular hakkında ne düşündüklerini zerre umursamıyordu. Düşüncelerini kendi beyinlerinde tutup dillendirmedikleri sürece, Hadrian’ın onlarla bir problemi olmazdı.

“Pekala.” Raina yanına geldiğinde konuştu. “Bu sefer ne yaptı?”

Hadrian siyah saçlı kıza baktı. “Bir şey yaptığını sana düşündüren nedir?”

Raina tatsız bir ifadeyle güldü. “Cidden... Yanımıza, özür dilemeye çalışan korkmuş bir Sophia’yla fırtına gibi geldin. Devamlı somurtmandan bahsetmiyorum bile. Seni kızdıracak bir şeyler yaptığı çok açık.”

Hadrian birkaç saniyeliğine Raina’nın yüzünü inceledikten sonra, söylediklerine katılırcasına hımladı. Raina’nın dudağı anlık bir gülümsemeyle kıvrılmış, hemen sonrasında bu yüz ifadesi soğumuştu. Kızın gözleri başka bir yerde oyalandığında, Hadrian bakışlarını takip etti. O an Raina’nın zihninden ne geçtiğini kesin bir şekilde söyleyebilirdi.

Claire grupları ana salonun dışında buluştuğundan beri, diğer kızların sohbeti yönlendirmesini izlemiş ve hiçbir şey söylememişti. Kız tuhaf ve alışılmadık derecede sessizdi. Hadrian, Claire’in üzerindeki gönülsüz havayı farketmiş ve düzenli olarak ona bakmıştı – ama diğeri bilinçli bir şekilde gözlerini kaçırıyordu.

Bu durum Hadrian’ı endişelendiriyordu. Çünkü, zihni kızın bu tuhaf haliyle ilgili mantıklı bir açıklama getiremiyordu.

Arabaya girdiklerinde, derse başlamak için onları bekleyen Madam Maxime’le karşılaştılar. Kadın keskin bakışlarını öğrencilerinin üzerinde gezdirmiş ve görünüşlerini tatmin edici bulmuş olacak ki onlara küçük bir gülümseme yollamıştı. “Malzemelerinizi alır almaz buraya gelin,” diye emretti tatlı bir ifadeyle.

Hadrian, odasına gitmek için Raina’dan ayrılarak diğer öğrencilerin arasına karıştı. Gidiş yolunda Claire’le karşılaşmış ve onunla göz kontağı kurmayı denemişti. Ama daha amacına ulaşamadan kız onu tekrardan görmezden gelmiş, odasına girerek kapıyı Hadrian’ın suratına kapatmıştı.

Diğerinin ona neden böyle davrandığını anlayamaması kafa karıştırıcı ve biraz da sinir bozucuydu. Son zamanlarda onun kalbini kıracak bir şey mi söylemişti? Ziyafetten beri pek konuşmamışlardı. Aslında, devamlı olarak konuştuğu tek bir kişi vardı o da – Ah.

Hadrian kavrama anı zihninde zuhur ettiğinde gözlerini kırpıştırmış, tıbbi ekipmanlarını toplayan elleri bir anlığına duraksamıştı.

Ellerinden birisini kaldırdı ve hafif bir dokunuşla mor izlerin tenini görünür bir şekilde süslediği boynunun üzerinde gezdirdi. Bu sabah kalktığında, onların üzerini örtmek aklına dahi gelmemişti – ve Jacob’ın boynundaki izlerin de kapatılmamış olduğuna dair bir şüphesi yoktu.

İkiyle ikiyi toplamak için dahi olmak gerekmiyordu. Önceki gece odalarına beraber girmişler ve sabahleyin ne olduğu açık bir şekilde belli olan izlerle dışarıya çıkmışlardı. Gün boyunca izlerine yapılan yorumlarla karşılaşmıştı ve şu an bir piç gibi hissediyordu.

Claire Jacob’ı seviyordu. Hoşlandığınız birini başka birisiyle görmek çok kötü bir durumdu. Hadrian’ın onun Jacob’a olan duygularını bilmesine rağmen böyle bir davranışta bulunduğu gerçeği durumu daha kötü bir hale sokuyordu.

Sert bir şekilde burnundan nefes verdi. Bu durumu düzeltmesi gerekiyordu. Claire en yakın arkadaşlarından biriydi. Bu yüzden arkadaşlıklarını riske atacak bir adım atmak istemiyordu.

Ekipman çantasını alarak kapıya ilerledi. Bir yandan da asasını yapılmamış çarşaflarının üzerinde gezdirerek düzelmelerini sağlamıştı. Buruşuk çarşaflar sinirlerini bozuyordu.

Dışarıdakilere katılan en son kişi olması, ona Madam Maxime’den hoşnutsuz bir bakış kazandırmıştı. Neyse ki kadın, geç kaldığı için ona bir şey söylememişti.

“Son derste kaldığımız konudan itibaren devam edeceğiz. Beauxbatons'ın aksine, Hogwarts’ta çalışmalarımızı sürdürebileceğimiz uygun bir oda yok.” Yanağındaki ufak seğirme, bu duruma karşı hissettiği rahatsızlığın bir göstergesiydi. “Bazı prosedür ve tekniklerimizin taşıdığı gizlilik nedeniyle, derslerimizi normalde kullandığınız dersliklerden farklı bir yerde yapmamız gerekiyor.”

Öğrencilerden birkaçı duyduklarına inanamayarak kendi aralarında gülüştüler. Hogwarts’ta sağlıkla alakalı bir ders işlenmiyor olması onları şaşırtmış gibiydi. Hadrian da bu durumu saçma buluyordu. Fransa, öğrencilerine sağlık alanında eğitim alma imkanı sunduğu için etkileyici ders programlarıyla - dünyanın en iyi şifacılarını üretmesi ve tıp alanında belli başlı gelişmeler sunmasıyla - uluslararası arenada bir üne sahipti. En azından şimdiye kadar, diğer ülkelerin onlardan bir iki şeyi örnek almış olabileceğini düşünürdü.

Grup halinde Hogwarts’a giden bir patikada yürümeye başladılar. Birkaç dakika ilerledikten sonra, kravatında sarı ve siyah renkli desenler olan iki öğrenci – bir kız ve bir erkek – onları karşılamışlardı. Bu iki öğrenci Madam Maxime’le konuştuktan sonra, grubun onları takip etmesini belirten bir hareketle tüm öğrencileri geniş ve boş bir sınıfa yönlendirdi.

Kısa bir hazırlık anından sonra Hadrian asasını kaktüse doğrultmuş, sert bir ifadeyle bakışlarını önündeki dikenli bitkiye sabitlemişti.   

Gözlerini ders kitabında yazılı olan metodun üzerinde gezdirdikten sonra, ufak bir tereddüt hissiyle büyüyü uygulamaya başladı. Asasının ucu anında yumuşak mavi bir ışıkla aydınlanmış, büyüyle aynı renk ince bir çizgi kaktüsün etrafını çevrelemişti.

Bu, yüksek düzeyde konsantrasyon ve sihrin dikkatli bir şekilde kontrol edilmesini gerektiren oldukça zor bir işlemdi. Hadrian konsantrasyon ve kontrole sahipti, ama bazen kanalize ettiği büyü miktarını düzenlemekte zorlanıyordu.

Onun sadece -

Kaktüs bir anda patladı.

"Lanet olsun-"

"Bay Evans."

Hadrian küfür etmeyi bırakıp Madam Maxime’e döndü. Kadının yüzünde umursamaz ve birazcık da yargılamaya kayan bir ifade vardı. Üzerine yapışmış kaktüs parçaları olmasaydı bu bakışın onu azarlanmış gibi hissettireceğine dair hiçbir şüphesi olmazdı.

Sınıftakilerin çoğunun, bu şaşkın haline gülmeye başladığını duyabiliyordu. En az üç kaktüs daha aynı anda patladığında, Madam Maxime herkesle teker teker ilgilenmenin en iyisi olacağına karar vermişti.

Hadrian somurtmaktan kaçınarak asasının hızlı bir hareketiyle kaktüsün geride bıraktığı pisliği temizledi. Bunu yaptıktan hemen sonra sınıfın en arkasına doğru yürüdü ve farklı kaktüs çeşitlerinin olduğu masaya ilerledi. Dikensiz olan bir kaktüs seçtikten sonra sırasına geri döndü.

Claire’in masasının olduğu bölmeye geldiğinde durdu ve saksısını onun masasına yerleştirdi. Claire önündeki bitkinin içindeki suyu kararlı bir şekilde çekerken, arkadaşının davetsiz gelişine herhangi bir tepki göstermemişti.

Hadrian, kızın prosedür üzerindeki ustalığına hayret etmek için kendine biraz zaman ayırdı. Bu metot esas olarak arterlere, damarlara veya kılcallara zarar vermeden kan dolaşımına girmiş olan zehirleri vücuttan uzaklaştırmak için kullanılıyordu. Normalde bilinen yöntemlerden biraz daha gizli bir prosedüre sahipti. Ortamda bir şifacı ekibi olmadan bu büyüyü kullanmak sakıncalıydı, ama buna rağmen öğrenmeye değer kullanışlı bir beceriydi.

Sonunda Claire bitkideki tüm sıvıyı çekmiş ve yanındaki kaseye yönlendirmişti. Ancak o zaman asasını indirmiş ve keskin bakışlarını gencin üzerine sabitlemişti. Hadrian sıraya yaslandı ve Claire’in bakışlarına aynı yoğunlukla karşılık verdi.

“Bana kızdığının farkındayım,” dedi Hadrian, kibar bir ses tonuyla. “Ve bunun nedenini de biliyorum.”

“Ben de, aşırı bir tepki göstermeyeyim diye herkese açık bir ortamda benimle yüzleşme fırsatı yakalamaya çalıştığını biliyorum,” dedi sert bir sesle. Hadrian, onun gözlemi karşısında eğlenen gülümsemesine engel olamamıştı.

Bu ifadenin kaybolması oldukça çbuk olmuştu gerçi. “Konuyla ilgili duydukların için özür dilerim Claire.”

Kızın gözlerinde bir anlığına yırtıcı bir ifade belirdi, ama yüzündeki acı ifadesinin ardında ne olduğunu saptamak oldukça güçtü. “Jacob’la bir... ilişki içerisinde olduğunuza kızmadım Hadrian. Bunu bana söylemediğin için kızdım.” Claire kafasını iki yana sallayarak devam etti. “İlişkinizin ne olduğunu ilk sorduğumda beni yanlış yönlendirdin. Arkadaşım olduğun için ben de söylediklerine inandım Hadrian. Asıl kızdığım şey bu. 

Hadrian, Claire’in söylediklerini zihninde evirip çevirebilmek için kendine biraz zaman tanıdı. Diğerinin bütün bu olanlar yüzünden incinmiş - ve ihanete uğramış - hissetmesi gayet anlaşılabilir bir durumdu. Durum daha da büyümeden önce bu sorunu düzeltmesi gerektiğinin farkındaydı.

“Açıklamama izin verir misin?” Masanın etrafından dolaşarak Claire’in yanına geldi, ama ona dokunmak için hiçbir girişimde bulunmamıştı. Claire şu an sinirliydi ve fiziksel bir etkileşim onu Hadrian’dan daha da uzaklaştırabilirdi. Şikayet edecek bir şey söylemediğinde, Hadrian konuşmasına devam etti.

“Jacob ve ben birbirimizi gerçekten önemsiyoruz. Ama aramızda olan şey, kalıcı ya da ciddi bir durum değil.” Ve bu söyledikleri gerçekti. O ve Jacob ilişkilerinin ne olduğu hakkında ortak ve net bir görüşe sahiplerdi. “Aslına bakarsan, sadece eğlence ve stres atma yöntemi olarak görüyorum. Aramızdaki yakınlığı, herhangi bir zamanda sonlandırmaya da hazırız.”

Claire’in rahatladığını gözle görülür bir şekilde görmesiyle beraber, kendi üzerinde hissettiği gerilim de kaybolmaya başlamıştı. Arkadaşı gözlerini kaçırarak önündeki su dolu kaba baktı. Hafifçe kaşlarını çatmıştı - Hadrian rahat bir şekilde düşünebilmesi için ona gerekli zamanı verdi.

"Jacob'a romantik duygular beslemiyor musun gerçekten?" diye sordu, cevabını duymaktan korkuyormuş gibi bir tavırla.

Hadrian, kendine engel olamadan homurdandı. Claire tek kaşını kaldırarak soran bir ifadeyle ona baktı. "Hayır, Jacob'ı sorduğun anlamda sevmiyorum. O benim ara sıra seks yaptığım en iyi arkadaşım. Daha fazlası değil."

"Pekala, sana inanıyorum Hadrian. Ama bana bir kez daha yalan söylediğini öğrenirsem, bunu yaptığına yapacağına pişman olmanı sağlayacağım."

Hadrian kabul edercesine başını salladı. Aralarındaki bu huzurlu sessizliğin tadını çıkardıktan kısa bir an sonra kaktüsünü işaret ederek sordu.

"Kendimi tekrardan saçma sapan bir durumun içerisinde bulmamam için bir iki şey önerirsin değil mi?”

Claire onun çaresiz ses tonunu duyduğunda güldü.

 

Chapter 7: Bölüm Yedi

Chapter Text

Beraber yürürlerken Claire, Hadrian’ın koluna girdi. Raina bir kez daha kinci bir neşeyle Hadrian’ın dersteki başarısızlıklarını anlatmaya başladığında, Claire’in yanakları gülmekten kıpkırmızı kesilmişti. Normalden daha hoşgörülü davranarak kızların onunla dalga geçmesine izin verdi. Çünkü bu Claire’i mutlu ediyordu ve şu an onun istediği tek şey de buydu.

Hadrian, ona Jacob’la olan ilişkisini söylemediği için affedildiğini biliyordu, ama bir yandan bu durumun Claire’in hala canını sıktığının da farkındaydı. Kızın kıskandığını değil - sadece durumun geneli hakkında ufak bir hayal kırıklığı yaşadığını düşünüyordu.

Bu yüzden sabah kahvaltısına gitmek için arabadan ayrılmadan önce Claire’i beklemiş, iyi bir ruh halinde olduğundan emin olmak için her şeyi yapmıştı.

Raina’nın da yanlarında olması onun işine gelmişti. Arkadaş olmayabilirlerdi, ama Claire’le ortak bir bağlantıları vardı ve ikisi de onun tekrardan kendini iyi hissetmesini istiyordu. Bu da şimdilik, arkadaşlarının iyiliği için birbirlerine tahammül edecekleri anlamına geliyordu.

“Sadece üç kez başarısız oldum,” dedi Hadrian gözlerini devirerek. “Hatırlarsanız, o halimle bile sınıfın çoğundan daha başarılıydım.” Raina’nın olduğu tarafa imalı bir bakış attığında, kızın yanaklarının pembeleşmesine sebep olmuştu. Raina’nın kaktüsü patlamamış olsa da, bitkiye zarar vermeden suyunu doğru bir şekilde çekebilmesi epey zamanını almıştı.

Raina yaşadığı utançtan çabucak toparlanarak ona kışkırtıcı bir sırıtma yolladı. “Beni eğlendiren asıl şey 'senin' başarısızlığa uğradığın gerçeği. Muhteşem Hadrian Evans – basit bir kaktüs tarafından yenilgiye uğratıldı. Tüm bunların ne kadar hızlı yayılabileceğinin farkındasın değil mi?”

“Şimdi Raina, bu Hadrian’ın hatası değildi.” Claire gülümseyerek konuştu. “Derste öğrendiğimiz oldukça zor bir prosedürdü. Birisi güçlü bir zehirle zehirlenmediği ve uygulanacak başka bir yöntem kalmadığı sürece bu prosedürün kullanılması önerilmez. Hatta yanımızda bu süreci gözlemleyecek başka biri yoksa kullanmamamız gerekir. O kadar tehlikeli bir durum.”

Claire gülerek Hadrian’a baktı ve kolunu hafifçe sıktı. “Büyüyü dengelemek için en az dört şifacıya daha ihtiyaç var. Herhangi birinizin bunu tek başına yapmayı başarmış olması bile etkileyici bir şey.”

Hadrian güldü. “Öyle demene rağmen, büyüyü ilk denemende tamamladın Claire.”

Diğeri onun gelişigüzel övgüsü karşısında kıpkırmızı olmuştu. “Bir kaktüs ve insan vücudu arasında belirgin bir farklılık olduğunu unutuyorsunuz. Gerçek bir hasta söz konusu olsaydı, bu kadar kolay bir şekilde başarabileceğimden tam emin olamazdım. Her şeyin – hastanın kalp atışı, nefes alışverişi, vücudunda mevcut olan yaralar - göz önünde bulundurulması gerekir. Zehrin özelliklerini, ne kadar hızlı etki ettiğini bilmek gerektiğinden bahsetmiyorum bile.” Kafasını iki yana sallayarak konuşmaya devam etti. “Hayır, canlı bir insan üzerinde bu işlemi gerçekleştiriyor olsaydık muhtemelen bazı dokulara hasar vermiş olurdum.”

Hadrian sessiz bir hayretle kızı izledi. Eğer Claire kariyerine sağlık yönünde devam etmeye karar verirse, bir gün olağanüstü bir şifacı olacağından hiç şüphesi yoktu. İnsan vücudunu ve tedavi yöntemlerini doğuştan gelen anlama kabiliyeti tam anlamıyla eşsizdi. İyileştirme büyüleri üzerindeki ustalığı Hadrian’ın düellodaki yetkinliğiyle başa baş yarışırdı.

Claire’in Sağlık Çalışmaları dersinde onun önünde olmasından rahatsız hissetmemesinin sebeplerinden birisi de buydu. Kız bütün övgüleri hak ediyordu.

“Bu, hala etkileyici olduğu gerçeğini değiştirmiyor,” diye ısrar etti Raina. “Madam Maxime’in bu konu üzerinde sana Şifacı Alexis’le bir görüşme ayarlayacağı hakkında bir duyum aldım.”

Claire bir anlığına nefesini tutuyormuş gibi göründü. Hadrian bile bunu duyduğuna şaşırmıştı. Şifacı Alexis, Avrupa’nın önde gelen şifacılarından biriydi. Ara sıra öğrencilere - sadece şifa sanatları üzerinde benzersiz yetenekler sergileyenlere - akıl hocalığı yapmasıyla bilinirdi.

Eğer Raina’nın kulağına gelen şey doğruysa – ki büyük ihtimalle doğruydu, aksi halde Claire’i yanlış yönlendirebilecek bir şey söylemezdi – bu Claire’in Şifacı Alexis’in kanatları altına alınacağı anlamına geliyordu. Bu da gelecekte Claire’in Avrupa genelinde istediği herhangi bir sağlık merkezinde çalışma fırsatı elde etmesi demekti.

Aynı zamanda bu durum, Madam Maxime ve diğer profesörlerin Claire’in yeteneklerine olan görüşlerinin ne kadar olumlu bir yönde olduğunu da belirtiyordu.

Hadrian Claire’den ayrılarak kollarını kızın beline sardı. Hızlı bir şekilde hafif bedeni havaya kaldırdı ve etrafında döndürmeye başladı. Bununla beraber, kızın parlak ve şaşkın kahkahalarının koridorda yankılanmaya başlaması bir olmuştu.

Hadrian Claire'i bir kez daha döndürdükten sonra, onu yavaşça yere bıraktı ve gülümsedi. “Ünlü bir şifacı olduktan sonra bizi unutmayacağına ve tedavi edeceğine söz verir misin?”

Claire sırıtarak ona baktı - mavi gözleri saf, filtresiz bir neşeyle kırışmıştı. “Sihir Bakanı olduktan sonra bana zaman ayırmaya devam ettiğiniz sürece neden olmasın Bay Evans.” Claire utangaç bir tavırla cevapladı.

Hadrian, Raina’nın onların bu hareketlerine olan göz devirmelerinin ve oflamalarının gayet farkında olarak, şakacı bir tavırla Claire’in önünde eğildi. “Sanki sizi geri çevirebilirmişim gibi konuşmayın lütfen Bayan Daniau.”

“Çocuk gibi davranmayı bırakın,” dedi Raina kaşlarını çatarak. Duruşu adeta hoşnutsuz bir ifadeyle haykırıyordu - ama gözlerinde, hissettiği eğlenceyi ele veren bir parıltı vardı. Claire zarif bir reverans yapınca Hadrian doğruldu ve siyah saçlı kıza döndü.

"Bu kadar sert olmana gerek yok Raina,” dedi  ve ona bir adım daha yaklaştı. "Eğer katılmak istiyorsan, tek yapman gereken sormaktı." Raina tepki dahi veremeden Hadrian onu da belinden tuttu ve Claire'e yaptığı gibi havaya kaldırdı.

"İndir beni piç kurusu!" diye bağırdı. Raina bir eliyle ulaşabileceği her yere vurarak sıkı tutuştan kurtulmaya çalışıyordu. Hadrian ufak bir kahkaha atarak diğerinin gitmesine izin verdi. Dengesiz adımlarla uzaklaşmasını izlemek son derece komikti.

"Hayvan!" Raina, yanakları alev alev yanarken sinirle bağırdı. Bir yandan da üniformasını düzeltiyordu.

"Harpy," diye karşılık verdi Hadrian.

Claire'in ona bakarak gülümsediğini gördüğünde, tek kaşını kaldırarak "Ne?" diye sordu. Diğerinin yüzündeki gülümseme eğlenmiş bir gülümseme değil, aksine daha yumuşak ve tatlı bir şeydi.

Claire gözlerini kırpıştırarak sevecen bir ifadeyle onu izlemeye devam etti. “Böyle, güzel güzel anlaşmanız hoşuma gidiyor.” Bu, Claire’in Raina’yla beraber kol kola girip Büyük Salon’a doğru yürümeye başlamadan önce ona söylediği tek şey olmuştu. Gizli bir şey konuşuyormuş gibi birbirlerine doğru eğilmişlerdi.

Hadrian, Claire’in kelimelerine hafiften şaşırmış bir şekilde duraksadı, ama fazla üzerinde durmadan onları takip etmeye devam etti. Aralarında fısıldadıkları şey her neyse bitmiş gibiydi.

Düşündüğünün önemsiz olduğunu bilerek belli belirsiz bir hareketle omuzlarını silkti. Ne zaman onlara baksa, her zaman birbirlerine fısıldıyor olurlardı. Hadrian hangi konuda konuştuklarını merak etmeyi uzun zaman önce bırakmıştı.

Büyük Salon’a girdiklerinde Hadrian’ın gözleri istemsizce kadehin titreyen mavi alevlerine kaydı. Kadeh geniş odanın tam ortasına yerleştirilmişti. Sadece o uğursuz görüntüsünü görmek bile, içinde hissettiği sıcaklığın paramparça olmasına yetmişti.

Zihni önceki gece yaşadığı anılara geri dönerken, yeşil gözleri kadehin üzerinde yavaşça gezindi.

O adam...

“Bu kadar uzun bir süre gizli kalmayı başarabildiğine göre oldukça yetenekli olmalısın.”

Adamın ipeksi sesinin hatırası zihninde yankılandığında yumruklarını sıktı. Soğuk mavi gözleri tekrardan hatırlamak, gergin hissetmesine sebep olmuştu. Sanki şu an bile bir yerlerden izleniyormuş gibiydi.

Önceki günün son saatlerini nispeten iyi bir ruh hali içinde, istediği cevapları almış ve kıl payı kurtulmanın verdiği başarı ile kıpkırmızı olarak geçirmiş olsa da - içinde her an o adamla tekrar karşılaşacağına ve her şeyin açığa çıkacağına dair gereksiz bir paranoya vardı.

Gizli kalma yeteneğine gerçekten çok şey borçluydu. Tek bir yanlış hareketinde, annesiyle beraber yıllardır üzerinde çalıştığı planlar alt üst olabilirdi.

İnanılmaz derecede ürkütücü ve iç karartıcı bir durumdu, ama Hadrian bunlara rağmen içinde fazla bir korku hissetmemişti. Belki de hissettiği soğukkanlılık yaşının getirdiği bir şeydi ya da en basit haliyle kibrinin bir yan ürünüydü, ama bir şekilde bu durumla başa çıkabileceğini biliyordu. Hatta durumun yanında getirebileceği sorunları bile sabırsızlıkla bekler olmuştu.

Yapması gereken tek şey, adamın Hadrian ve önceki gece olanlar arasında bir bağlantı kurmadığından emin olmaktı. Buna dikkat ettiği sürece bir problem çıkacağını sanmıyordu.

Bir an için sakinleşen Hadrian, umursamazca gözlerini masalara çevirdi. Saat hala erkendi ve salondaki insanların azlığı öğrencilerin bu saatte uyanma konusundaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koyuyordu. Sadece birkaç öğrenci vardı - bazıları gruplar halinde kümelenmiş, büyük bir çoğunluğu da tek tük masaların genelinde yayılmıştı.

Hadrian’ın gözleri, büyük ciltli bir kitap üzerine eğilmiş, dalgınlıkla çayını yudumlayan bir öğrenciye takıldı.

Küçük bir sırıtışla Claire ve Raina'dan uzaklaşarak, onu tekrar gördüğüne sevinmiş bir ruh haliyle Hermione'nin oturduğu masaya yaklaştı.

Duyulacak kadar yaklaştığında boğazını kibarca temizledi. Kızı korkutmak istemiyordu sonuçta. “Bonjour, Hermione.”

Diğerini korkutmamak için taşıdığı tüm iyi niyetlere rağmen, Hermione irkildi. Büyük kahverengi gözler şok içinde ona çevrildi. “Hadrian,” dedi.

“Normalde - insanlar ismimi söylediklerinde sesleri kulağa biraz daha heyecanlı gelirdi,” dedi Hermione’nin yanına otururken. Hadrian, üzeri tereyağıyla kaplı birkaç dilim tost olan bir tabak ve meyve suyuyla dolu bir bardak önünde belirdiğinde tepki dahi vermemiş, bunun yerine öne doğru uzanarak dirseklerini masaya dayamıştı.

“Özür dilerim, günün bu saatinde birinin yanıma gelmesini beklemiyordum...” Sesi bir anlığına canlılığını yitirmiş, gözleri endişeyle masanın bir ucundan diğer ucuna gezinmişti. Hadrian meyve suyundan bir yudum aldı. Sonrasındaysa yanında bekleyen Claire ve Raina’nın bir anda durgunlaştığının gayet farkında bir tavırla hımlamıştı.

“Erken olduğu için mi? Sana katılsak bir sorun olmaz değil mi?”

“Tabi ki de olmaz ve -“ dedi Hermione, tatlı bir şekilde gülümseyerek. “Sana da günaydın Hadrian.” Diğer iki kıza döndüğünde Hermione’nin gülümsemesi biraz daha tereddütlü bir ifadeye bürünmüştü. Hadrian, onun şu an Sophia’nın itici tavırlarını hatırladığını biliyordu. “Günaydın,” dedi Hermione. Raina ve Claire’e bakan gözleri sabah yaşadığı talihsizliğe rağmen kararlı bir ifadeye sahipti. “Ben Hermione Granger.”

Hadrian, Hermione'nin kendini dünküne benzer bir duruma sokacak kadar cesur olmasından etkilenmeden edememişti. Hermione, Claire veya Raina'nın muggle-doğumlulara hakkındaki görüşlerini bilmemesine rağmen kendisini riske atıyordu.

Hadrian, kızların nasıl tepki vereceğiyle pek ilgilenmiyordu. Raina ve Claire – ikisi de safkan olsa dahi – kan saflığıyla ilgili durumlar hakkında dar görüşlü fikirlerden uzak bir kafa yapısına sahiplerdi.

Hadrian uzun zaman önce onlara, bu konu hakkında negatif olabilecek çoğu argümanı saf dışı bırakacak birinci elden kanıtlar sunmuştu.

Claire, cevap olarak Hermione’ye gülümsedi. “Bonjour,” dedi akıcı bir telaffuzla. Normalde Claire kadar hassas ve düşünceli olamayan Raina kaşlarını çattı.

“Sana saygısızlık etmemek için –“ diye konuşmaya başladı Raina. “Adını söyleme girişiminde dahi bulunmayacağım.” Raina burnunu hafifçe çekerek önünde beliren çaydan yavaş bir yudum aldı.

Hermione birkaç kez gözlerini kırpıştırdıktan sonra samimi bir ifadeyle gülümsedi. Claire, çenesini zarif parmaklarına dayayarak karşısında oturan Hogwarts’lı kızı cesurca gözlemlemeye başlamıştı.

“Hadrian’la nasıl tanıştınız?” diye sordu.

Hermione kızardı. “Ah, birazcık utanç verici bir olaydı.” Hermione’nin gözleri bir iki saniyeliğine onun üzerinde dolaştıktan sonra tekrardan Claire’e kaydı. “Koridorda köşeyi dönmek üzereyken birbirimize çarptık ve yere düştük.” Küçük bir kahkaha attı. “İlk dersimizin ortak olduğunu öğrendikten sonra, sınıfa beraber yürümeye karar verdik ve bu zaman diliminde de birbirimizi tanıma şansımız oldu.” 

“Yere mi düştünüz?” Claire biraz şaşırmış bir ses tonuyla sorduğunda Hadrian omuzlarını silkti.

“Beni hazırlıksız yakaladı. Tepki vermeye dahi zaman bulamadım.”

“Quidditch reflekslerinin seni kurtaramadığı gerçeği beni şok etti.” Raina önündeki tosttan iştahlı bir ısırık alırken düz bir ses tonuyla konuştu.

“Quidditch mi oynuyorsun?” Hermione meraklı bir ifadeyle sorduğunda, Hadrian tekrardan omuzlarını silkti.

“Yani – sadece birazcık.” 

Claire eğlenen bir tonla konuştu. “Birazcık mı? Neredeyse iki yüz yıldır okulumuzun gördüğü en iyi arayıcı sensin. Viktor’u bile yendin.”

Alay etme sırası Hadrian’a geçmişti. “İlk olarak, onu yenmedim. Maçı berabere bitirdik. Ve ikinci olarak, doğru hatırlıyorsam Beauxbatons’ta arayıcı alanında rekoru elinde tutan kişi senin büyükannendi.”

“Sadece teknik anlamda. Viktor’la berabere kalmak onu yenmek kadar iyi bir sonuç.”

“Viktor mu?”

 Hermione sorduğunda Hadrian ona dönerek konuştu. “Viktor Krum,” dedi ve kısaca açıklamaya girişti. “Bulgaristan Quidditch takımının arayıcısı. Ayrıca dünyadaki en iyi arayıcılardan biri. Geçen yıl onunla, Avrupalı arayıcılar arasında yapılan küçük bir hayır maçında karşı karşıya gelme fırsatım oldu. İkimizin de takımı finallere çıktı ve berabere kaldık.”

“Oldukça etkileyici,” diye iltifat etti Hermione. Ses tonundan Quidditch’le çok ilgilenmediği belli oluyordu. Buna rağmen övgüsü Hadrian’ı memnun etmeye yetmişti. Kıza teşekkür eden bir gülümseme yolladı. “Viktor Krum berabere kalmanızdan pek mutlu olmamıştır diye tahmin ediyorum?”  

Raina kıkırdadı. “Aslında tam tersi. Maçtan sonra ikisi sıkı dost oldular. Viktor, Hadrian’ın Fransız milli takımına katılmasını ve onunla profesyonel anlamda doğru düzgün bir maç yapabilmeyi istiyor. Bu isteğini söylerken arada bir yerde, ‘karşılaşmaya değer bir rakiple oynamak’la ilgili bir şeyler de söyledi.”

“Öyle bir şey söylemedi,” dedi Hadrian bıkkınlıkla, ama kızlar söylediklerine pek de dikkat ediyormuş gibi görünmemişlerdi.

“Kariyer anlamında, profesyonel Quidditch oyuncusu olmayı düşünüyor musun?” Hermione sorduğunda, bir anlığına düşündü. Hem Claire’in hem de Raina’nın, gelecek planlarını duymaya oldukça hevesli bir şekilde vereceği cevabı beklediğini görebiliyordu.

“Heyecan verici bir meslek olduğunu ve iyi bir Quidditch oyuncusu olabileceğimi düşünüyorum. Ama kariyer anlamında asıl ilgi duyduğum alan, orası değil malesef. Gözlerimi çoktan başka bir hedefe diktim bile.”   

“Peki o hedef nedir?” Kahverengi saçlı cadı belirsiz cevabından rahatsız olmuş bir şekilde ısrarla sordu.

Hadrian onun bu haline kıkırdayarak tostundan kocaman bir ısırık aldı. Ağzındaki lokmayı çiğnerken damağına yayılan lezzet patlaması karşısında inlemeden edememişti. Raina’nın yargılayan bakışlarını gördüğünde omuzlarını silkti. “Ne? Tadı çok güzel.”

Siyah saçlı kız 'bu iflah olmaz' anlamında kafasını iki yana salladığında, şu an Hadrian’ın kariyer hedefleri hakkında bir şey öğrenemeyecekleri gerçeğini kabullenmiş gibi görünüyordu. “Sadece yerken orgazm olmamaya çalış. İnsanların yemek yemekten soğumasına sebep oluyorsun.”

Hadrian, Raina’ya çapkınca gülümsedi. Konu bir önceki konudan hızlı bir şekilde sapmış, bilinmeyen bir yöne doğru ilerliyordu. “Güven bana tatlım. Eğer öyle bir şey olsaydı, kesinlikle anlardın. Orgazm olurken yüzümün aldığı ifadenin oldukça ateşli olduğu söylendi bana.”

Bunu duymasıyla beraber yanında oturan Hermione, neredeyse içtiği çay yüzünden boğuluyordu. Claire ve Raina hafifçe kızarmalarına rağmen, bu ifadesine bir tepki göstermemişlerdi. Hadrian, yeşil gözleriyle Raina’yı bir şeyler söylemesi için tahrik etmeye çalışırken kahvaltısından bir ısırık daha aldı.

“İğrençsin,” dedi Raina sert bir ifadeyle. Hadrian'dan sandalyesini terketmeden uzaklaşmak istiyormuş gibi, oturduğu yerde geriye doğru yaslanmıştı.

“Sadece, daha önce o ifadeyi görme fırsatını yakalayamadığın için kıskanıyorsun,” diye mırıldandı Hadrian. Raina’yı sinir etmek için başka bir alan bulmaktan son derece memnundu.

Tuhaf bir ifade anlık olarak Raina’nın gözlerinde belirmiş, sonrasında öfkeyle üstü örtülmüştü. “Belki bir sürtük gibi davranmasaydın, bunu yapmayı düşünebilirdim.”

“Yattığım insanları saymak için tek elimdeki parmaklar yeterli kevaşe.”

“'Üzerlerine atladığın insanları' sayabilmek gerçek anlamda kaç tane tek ele ihtiyacın var?" diye sordu Raina, ağzı hissettiği zalim eğlenceyle kıvrılırken. Kızın yüzünde, Hadrian’la yaptıkları uzun didişmelerinin başlangıcında beliren inatçı ifadenin aynısı vardı.

“Pekala, eğer söylediğini yapıyor olsaydım bütün gün burada olurduk.” Tostunun geri kalanını tabağa bırakarak kırıntılardan kurtulmak için ellerini çırptı. “Ama bu da bir sürü deneyimim olduğu anlamına gelir.” Hadrian alnına düşen saç tutamını yana doğru ittikten sonra Raina’ya sinsi bir bakış attı. “Peki ya sen Raina? Yaramaz fantezilerini gerçekleştirmesi için müstakbel kocanı beklemekte kararlı mısın?”

Hadrian, konuşmasına devam edemeden dizinin altına gelen şiddetli bir tekmeyle refleksif olarak geri çekildi. “Merde,” dedi ve bacaklarını olası darbelerden koruyabilmek hafifçe geriye doğru çekti. Gözleri Raina ve Claire arasında şüpheli bir ifadeyle dolaştı.

“Çocuk gibi davranıyorsunuz ve yanımızda bir misafirimiz var.” Claire, sanki biraz önce Hadrian’ın canını yakan kendisi değilmiş gibi sakince konuştu. Hadrian bakışlarını utanç içinde yerinde kıpırdanan Hermione’ye çevirdi.

Bu arada Claire ve Raina arasında geçen bakışmayı tamamıyla kaçırmıştı.

“Özür dilerim Hermione,” dedi, eğlencesini örtmek için içinde doğru miktarda pişmanlık bulunduran bir sesle. Kıvırcık saçlı kız, tartışmayı kestikleri için minnettarmış gibi görünüyordu.

“Sorun değil,” dedi Hermione, neredeyse şok olmuş bir kahkaha bırakarak. “Oldukça... ilginç bir sohbetti.”

“İlginç olan nedir?”

Yeni bir ses konuşmalarını zahmetsizce böldüğünde, Hadrian konuşan kişiye bakmak için arkasını döndü.

Sesin sahibi olan genç, keskin yüz hatları ve ince vücut yapısıyla oldukça yakışıklıydı. Artı, sarı saçları ve fırtına grisi gözleri ona çekiciliğini arttıran farklı bir hava katmıştı. Hadrian başını ellerine dayadı ve bakışlarını arsızca karşısındaki gencin üzerinde gezdirdi. Onun kim olduğunun gayet farkındaydı, ama gencin soyadı Hadrian’ı manzaranın tadını çıkarmaktan alıkoyamamıştı.

Sarışın gencin üniforması, üzerine siyah bir cüppe giymemesine ve gömleğinin kollarını gelişigüzel bir biçimde kıvırmış olmasına rağmen kusursuz görünüyordu.  

"Draco," diye selamladı Hermione, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme ve sesinde şaşırtıcı bir sıcaklık vardı. "Günaydın, iyi uyudun mu?"

Draco Malfoy, Jacob'ın Éric'e benzediği kadar babasına benziyordu. Hadrian diğerinin gözlerinde gezinen tehlikeli zeka parıltısını farketmekle beraber, Lucius Malfoy’un kendinden aşağı pozisyonda olan insanlara yönelttiği küçümsemeyle ilgili hiçbir şey görememişti. İlginç.

“İyi uyudum,” dedi Draco soruyu geçiştirerek, ama ifadesinde belli belirsiz bir yakınlık da vardı. Hadrian bakışlarını merakla iki Hogwarts öğrencisi arasında gezdirdiğinde, Hermione'nin duruşunun daha da rahatlamış bir pozisyona girdiğini farketmeden edememişti.

Hermione’nin Malfoy'ların evlatlığı olduğunu biliyordu. Bu yüzden Draco'yla beraber büyümüş olması yüksek bir ihtimaldi - ama asıl merak ettiği şey, ikisinin birbirlerini nasıl gördükleriydi. Birbirlerini basit bir tanıdık olarak mı değerlendiriyorlardı? Yoksa erkek ve kız kardeş olarak mı? Belki de daha yakınlardı?

Draco'nun gözleri onunkilerle buluştuğunda, Hadrian dudaklarının yavaş ve minnettar bir gülümsemeyle kıvrılmasına izin verdi. Diğer genç onun bu ifadesine kaşlarından tekini kaldırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Onun yerine Hermione'ye dönmüş ve cebinden bir mektup çıkararak kıza uzatmıştı. Hermione mektubu aldığında Draco tekrardan konuştu. "Annem bunu senin için göndermiş," sonra dikkatini tekrardan Hadrian'a çevirdi.

İki genç bu kısa anı birbirlerini inceleyerek geçirdiler. Draco hafiften rahatsız edici olmaya başlayan sessizliği elini Hadrian'a uzatarak sonlandırdı. "Draco Malfoy." Tek söylediği şey, basit bir şekilde kendini tanıtmak olmuştu.

Hadrian'ın gözleri Malfoy'un ona uzattığı elinden, koluna - ön kolu, diğeri gömleğini sıyırdığı için çıplaktı -  oradan da yüzüne kaydı.

Armudun ağacın dibinden ne kadar uzağa düştüğünü merak ediyorum.

Draco’nun elini sıkıca kavradı.

“Hadrian Evans, bunlar da arkadaşlarım Claire Daniau ve Raina Séverin.”

Hadrian, diğer gencin adına gösterdiği tepkiyi yakından gözlemledi. Ancak, Draco ya fikirlerini saklamakta babasından daha yetenekliydi - ya da Hermione'yle geçirdiği çocukluk, muggle-doğumlulara karşı beslediği ön yargıyı kırmasına olanak sağlamıştı.

Ne olursa olsun, Hadrian kendisini onun hakkında daha fazlasını merak ederken bulmuştu.

Draco'nun solgun elini gevşek bir şekilde tuttu. İkisinin de yakın bir zamanda teması kesmek üzere olmadığını bilmek Hadrian’ı eğlendiriyordu. Diğerinin duygularını araştıran ufak bir sihir dalgası yolladığında, kendi hissettiği merakın aradaki bağlantıdan geri yansıdığını gördü. Güçlü bir sırıtma dürtüsü benliğini kaplamıştı.

“Yani –“ dedi kibar bir sesle. “Bakan’ın oğlu.” Hadrian’ın gülümsemesi muzip bir ifadeye evrilmişti. “Sizinle tanışmak bir onur.” Baş parmağını hafifçe Draco’nun elinin arkasında gezdirdi.

Sarışın gençse başını yırtıcı bir ifadeyle yana doğru eğmekle yetinmişti. Draco gülümsemesine bir sırıtışla karşılık verdiğinde, Hadrian nabzının hızlanmaya başladığını hissetti. Bir oyuna başlamak üzere oldukları belliydi. Oynamaya değecek yeni biriyle karşılaşmayalı uzun bir zaman olmuştu.

“Maalesef beni dezavantajlı bir konumda yakaladın.” Gri gözler, inceleyen bakışlarla üzerinde gezindi. “Daha önce senin hakkında bir şey duymadım.” Hadrian’ın tanınan bir aile bağlantısından yoksun olmasına yönelik bir ima yaptığı açıktı. Onların dünyasında her şey, kim olduğunuz ve kimleri tanıdığınız üzerine kuruluydu.

Amacı nabız yoklamak olan basit ve küçük bir hareketti.

“Beni tanımadığın için seni suçlayamam.” Hadrian, Draco’nun elini serbest bıraktı ve yüzü gence dönecek şekilde arkasına yaslanarak oturuşunu düzeltti. “Gerçi, bu yılın sonuna kadar kim olduğumu öğreneceğine dair en ufak bir şüphem yok.” Parmakları gözünün önündeki saç tutamlarını çekerken utangaç bir ifadeyle gülümsedi.

Draco’nun dudakları eğlendiği belli olan bir ifadeyle yukarı doğru kıvrıldı. “Öğrenecek miyim gerçekten?” diye sordu.

“Ah kesinlikle. İnsanlar üzerinde... iyi bir izlenim bırakmakla tanınırım.”

Draco nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde - hem ilgili hem de kararsız görünmeyi başardığında, Hadrian hareketlerinden özgüven damlayan rahat bir tavırla öne doğru eğildi. "Seninki gibi saygın bir aileden olmayabilirim, ama bu eksikliğimi başka alanlarda telafi ediyorum."

“Bazı...” Sarışın genç pratik bir şekilde cevapladı. “Saklı yeteneklerin olduğuna şüphem yok.”

Hadrian yüksek sesle gülmek üzereyken dudaklarını birbirine bastırarak kendini durdurdu. Herhangi bir imada bulunmak istemiyordu. Draco'nun da bunu cinsel anlamda kastetmediğine emindi zaten. Bu yüzden tekrardan bu konuşmaya girmekten kaçınıyordu.

“Tamam Hadrian.” Ses tonunda belli belirsiz bir neşe olan Claire araya girdi. “Bu kadar züppelik yeter. Bırak da kahvaltımızın geri kalanını huzur içinde tamamlayalım.”

 

.

.

.

 

Hadrian, Hogwarts'ın zindanlarına doğru yürürken göz ucuyla Draco'yu izledi. Diğer gençle beraber geçirdikleri zaman arttıkça, geçen her saniyeyle ona daha da hayran olmaktan kendini alamıyordu.

Büyük Salon yavaş yavaş öğrencilerle dolmaya başlarken, şaşırtıcı derecede güzel bir kahvaltı yapmışlardı. Draco da onlara katılmıştı. Ancak çoğu zaman sessiz kalmayı seçmiş, keskin bakışlarını üzerlerinde gezdirmişti.

Özellikle o ve Hermione arasında, diye eğlenen bir ifadeyle düşündü Hadrian.

Hadrian, Draco'nun yüzündeki dikkatli bir şekilde yerleştirilmiş olan tarafsız ifadeye birazcık bile aldanmamıştı. Sarışın genç onu, Claire'i ve Raina'yı analiz ediyordu. Sessiz bir şekilde bilgi topluyor, fikirlerini değerlendirerek onlar hakkında her şeyi hesaplıyordu.

Dürüst olmak gerekirse, oldukça ilgi çekici bir durumdu. Kendine ve hareketlerine dikkat etmesini gerektiren birisiyle karşılaşmak Hadrian için yeni sayılırdı.

Beauxbatons'ta geçirdiği zaman boyunca Hadrian - gerektiğinde - yeteneklerini arkadaşlarını yanlış yönlendirmek konusunda kullanmaktan çekinmemişti. Onları gözlemek, davranış kalıplarını ve alışkanlıklarını incelemek için yeterli zamanı olmuştu. Gelecekte geniş kitlelere nüfuz etme ihtimali olan kişileri manipüle etme sanatını mükemmel hale getirebilmek ona yıllara mal olmuştu.

Ama burada... Bazı zorluklarla karşılaşacak gibiydi.

Hadrian, Voldemort'un varlığının getirdiği gerçek tehlikeyi göz ardı ettiğinde, öğrendiği her şeyi ve ustalaştığı tüm becerileri test etme şansına sahip olduğu için çok mutlu hissediyordu. Ne de olsa karşısında kendisini deneyebileceği bir okul dolusu öğrenci vardı.

Yine de şu an, ilgisini Draco üzerinde tutmaktan son derece memnundu.

Hadrian'ın gözleri bir kez daha dalgın bir ifadeyle sarışın gence kaydı.

"Hermione senin üvey kardeşindi değil mi?" Bunu söyleyerek aralarındaki sessizliği bozmayı amaçlamıştı. Draco ona şüpheli bir bakış attığında, iyi bir konuşma konusu seçtiğini anladı.

"Evet." Draco, açıkça detaylandırma ihtiyacı hissetmeden kısa bir cevap vermişti.

Hadi ama hoş çocuk. Bu kadar kolay pes edeceğimi düşünmüyorsun, değil mi?

Draco'nun tepkilerini yakından ölçerek, "O olağanüstü bir cadı," diye konuşmasına devam etti Hadrian. "Aynı zamanda inanılmaz derecede akıllı."

"Öyle."

Anlaşılan Draco üvey kardeşi kadar geveze değildi - ya da daha doğrusu gardını indirmeye pek niyeti yok gibiydi. Ama Hadrian bunun bir sorun oluşturacağını düşünmüyordu. İksir sınıfına gidene kadar diğerinin ağzından bir şeyler koparacağından emindi.

"Bana dersin profesöründen biraz bahsetsene - adı Carrow'du değil mi?" Hermione'nin ismini andığı anda Draco'nun gerildiğini hissetmiş, konuyu değiştirerek onu biraz olsun rahatlatmak istemişti.

Genç ona ne yaptığının farkında olduğunu gösteren kurnaz bir bakış attıktan sonra konuştu. "Profesör Carrow katı bir öğretmen. Öğrencilerinin derste konuya tam olarak hakim olmasını bekler. Başarısızlık ve aptallıktan nefret eder. Ayrıca sevmediği kişileri cezaya bırakmaktan da çekinmez."

"Gayet anlaşılabilir bir durum," dedi Hadrian başını sallayarak. "İksir dersi içerdiği proseslerden dolayı tehlikeli bir ders ve ciddiyet gerektiriyor. Sadece bir aptal patlama riski taşıyan malzemelerle çevriliyken dikkatsiz davranır."

Draco güldü. "Haklısın yalnızca aptallar öyle yapar. İksir dersinde iyi misindir?"

"Neredeyse derslerimin tamamında birinci sıradayım. İksir de onların arasında. Niçin sordun?"

Sarışın ona sırıttı. "Bugünkü ders için olası partner adaylarını araştırıyorum diyebilirim. 86 Numaralı İksir'i duydun mu hiç?"

Hadrian hafızasını yoklarken düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. "Biliyorum sanırım. 86 Numaralı iksir bir zehir değil miydi?"

Draco onaylayan bir ifadeyle başını eğdi. "Son derece zehirli bir iksir. Bugünkü derste bizden onu yapmamız istenecek. Profesör Carrow başlangıç mahiyetinde pek bilinmeyen bir iksir kullanarak diğer okulların öğrencilerini elemeyi umuyor."

Hadrian kıkırdadı. "O zaman hayal kırıklığına uğrayacağını söyleyebilirim. Önceki dönem çok zehirli bir iksir üzerinde çalıştık. 86 Numaralı İksir değildi, ama ona benzer ayarda bir konuydu."

"Ne yaptığını bilen bir partnerle eşleştiğimi bilmek iyi oldu. İşte geldik."

Hadrian, her türden karışımla dolu küçük ve basık sınıfa girerken diğerinden gelen iltifata gülümsemeden edememişti. Duvar boyunca devam eden raflara yaklaştı ve sıra sıra dizilmiş olan kavanozları inceledi. Bazılarının görüntüsü yüzünün hoşnutsuzlukla buruşmasına sebep olmuştu.

Beauxbatons'ta çalıştıkları laboratuvar ve çalışma tezgahları, her dersten sonra titizlikle temizlenir ve sterilize edilirdi. Tüm malzemeler doğru bir şekilde etiketlenir ve kullanılmadığı zamanlarda öğrencilerin ulaşamayacağı yerlerde uygun biçimde depolanırdı.

İksir sınıfının bu kadar iğrenç bir vaziyette olduğunu görmek, Hogwarts hakkında şimdiye kadar oluşan iyi düşüncelerini zedelemeye başlamıştı. İksir dersi en sevdiği derslerden biriydi ve şu an ciddi bir hayal kırıklığı yaşıyordu.

"Hadi," dedi Draco, eliyle ön tarafta duran tezgahlardan birisini işaret ederek. Gösterdiği yerin arkasındaki masalar çoktan Durmstrang öğrencileri tarafından işgal edilmişti. Hadrian onlara hızlı bir bakış attığında, aralarında karşılama seremonisinin ardından kendini aday gösteren kızın olduğunu gördü. Yanında ağzından ejderha şeklinde alev çıkaran genç de vardı.

Çantasını tezgahın üzerine koyma konusunda tereddüt ederek rengi solmuş ve yıpranmış tezgahı dikkatle inceledi.

Arka taraftan gülüşler ve onların beraberinde Almanca konuşan derin, gırtlaktan gelen bir ses duyuldu.

"Şuna bir bak. Tezgahı gördüğünde hassas duyguları incinmiş olmalı."

Draco bakışlarını Durmstrang öğrencilerine çevirdi, ama Hadrian diğer gencin kafası karışmış bir şekilde alnını kırıştırmasından söylenenleri anlamadığını net bir şekilde söyleyebilirdi.

"İncinmedim," diye cevapladı, omzunun üzerinden bir bakış atarak. "Sadece buraya temas edersem bir şeyler kapacağımdan korkuyordum." Onları anlamakla kalmayıp cevap verebiliyor olmasına şaşırdıklarında, Hadrian sırıtmasını güçlükle bastırmıştı. İmalı bir şekilde çantasını oturduğu sandalyeye yerleştirdi ve dikkatini tekrardan Durmstrang öğrencilerine çevirdi. "Bir sonraki sefere, bir şeyler söylemek isterseniz direkt yüzüme söyleyin," diye önerdi. "Ve birisinin arkasından konuşmaya karar vermeden önce, hakkında konuştuğunuz kişinin dilinizi anlamadığından emin olmayı unutmayın."

Herkesin sadece birbirlerinin yüzüne baktığı bir zaman diliminden sonra, ejderha-çocuğun yüzünü büyük bir sırıtış kapladı. "İyi dedin, täubchen (Ç.N. küçük güvercin). Ağzına sağlık."

Hadrian kaşlarından tekini kaldırdı. "Cidden mi?" dedi yavaş bir şekilde konuşarak. Gencin onun için kullandığı lakaptan etkilenmemişti. Biraz önce konuşan genç gülümsemeye devam ederken omuzlarını silkti - buz mavisi gözleri Hadrian'ın yüzünde sabitlenmişti.

"Ben Adalard Forst." Elini uzatmadan, özgüvenli bir tavırla kendini tanıttı.

"Hadrian Evans. Benimle tanıştığınıza memnun olmuşsunuzdur eminim."

Adını söylediğinde diğerlerinin tavırlarındaki değişim oldukça ani olmuştu. "Schande." (Ç.N. Rezalet). Grubun içindeki kızlardan biri, gözleri habis bir öfkeyle parıldarken konuştu. Hadrian onun bu hareketine gözlerini devirerek karşılık vermek istiyordu, ama bunun durumu yatıştırmaktan çok karıştıracağının farkındaydı.

"İstediğinizi söyleyin, sözleriniz beni etkilemiyor." Kollarını gevşek bir şekilde göğsünde bağlayarak sakin bir sesle konuştu. Bu hareketi savunma amaçlı yapmamıştı - kollarını yanlarında serbest bırakarak saldırgan görünmek niyetinde de değildi.

Kızın söylemeye çalıştığı şey her neyse, birden fazla öğrencinin araya girmesiyle yarıda kesilmişti. Dudaklarını sıkıca birbirine bastırmış, bakışlarını inatçı bir şekilde Hadrian'ın gözlerinden ayırmıyordu. Hadrian sakin bir şekilde kızın bakışlarına karşılık verdi ve diğeri gözlerini kaçırana kadar göz kontağını sürdürdü.

Draco, ortada dönen olaydan bağımsız bir şekilde boğazını temizledi - tüm bunlar ilgisini çekmiyor gibiydi. "Profesör Carrow birazdan burada olacak. Hazırlanmaya başlasak iyi olacak Evans."

Hadrian teşekkür eden bir ifadeyle başını sallayarak Draco'nun yanında duran sandalyeye yerleşti. Bir yandan da dalgın dalgın bir eliyle tezgahın yüzeyiyle henüz bütünleşmemiş olan kalıntıları temizlemeye çalışıyordu. Yüzeye dokunmak Hadrian'a hala korkunç derecede iğrenç geliyordu, ama en azından iksirde kullanacakları malzemelerin kontamine olma olasılığını azaltmıştı.

Birkaç saniye sonra Carrow sınıfa giriş yaptı, Draco'nun zamanlaması gerçekten kusursuzdu.

Kadın hızlı adımlarla sınıfın ön tarafına doğru ilerlerken, Hadrian bakışlarıyla onu takip etti. Zihni İksir profesörü hakkında bildikleriyle uğuldamaya başlamıştı.

Alecto Carrow, Ölüm Yiyen. Amycus'un kız kardeşi. İşkence sanatında uzmanlaşmış ve savaşta aktif olarak görev almış. Psikopat.

Masanın altındaki elleri istemsizce yumruk halini aldı. Tanrım, şu an bu kadını ortadan kaldırmayı o kadar çok istiyordu ki... Voldemort'un Carrow'u öğretmen yaptığı gerçeği tüylerini diken diken etmişti. Onun gibi birine öğrencileri teslim etmenin tehlikeli olduğunu göremiyor muydu?

Hayır. Muhtemelen o piç ne yaptığının gayet farkındaydı. Sadece sonuçlarının ne olacağını önemsemiyordu.

"Günaydın sınıf," Asabi ve kaba ses tonu, devam etmekte olan bir iki sohbeti bıçak gibi kesmişti. "Bugün, öldürücülüğüyle bilinen ve aşırı derecede tehlikeli olan 86 Numaralı İksir üzerinde çalışacağız. Tek bir şişesi, Kara Göl kadar büyük bir su kütlesini zehirlemek için yeterli."

Hadrian, Kara Göl'ü Hogwarts'a girmek üzereyken görmüştü. İksirin etkinliğini ve tehlikelerini çok iyi bilmesine rağmen Carrow'u dikkatli bir şekilde dinledi. Kadından nefret etmeye devam ederken, bir yandan da sınıfın dikkatini tamamen üzerinde toplama konusundaki yeteneğine saygı duymadan edememişti.

"Ders sonuna kadar sizden bu iksirin mükemmel bir örneğini hazırlamanızı bekliyorum. İksir için gerekli olan malzemeleri ve hazırlama prosedürünü ders kitabının 197. sayfasında bulabilirsiniz. Tezgahı paylaştığınız kişi sizin çalışma partneriniz olacak - başlayabilirsiniz."

Hadrian kadının söylediği sayfayı açıp gerekli olan ekipmanları çıkarırken, Draco'nun iksirde ihtiyaç duyacakları malzemeleri toplamak için gitmesine izin verdi. İksirde kullanacakları ana malzemeler karaca otu şurubu ve toz haline getirilmiş ay taşıydı. Kullanılacak olan diğer malzemeler bu iki malzemeyi stabilize etmekte kullanılan basit bileşenlerdi. İksiri hazırlamanın en zor kısmı ise demleme aşamasıydı.

Bu da iksiri tamamlayana kadar gözlerini dört açmaları gerektiği anlamına geliyordu. Bozulmaması için sürekli bir karıştırma ve dikkat gerekiyordu. Aslında öğrencilerin ikili gruplar halinde çalışabilmeleri için oldukça iyi bir iksirdi - birisi devamlı karıştırırken diğeri de malzeme eklemesini yapabilirdi.

Draco döndüğünde Hadrian ekipmanları çıkarmayı yenice bitirmişti.

Konuşmaya gerek bile duymadan hazırlık sürecini hızlıca tamamladılar. Hadrian, tekrarlı hareketlerinin onu sakinleştirici etkisi altına almasına izin verdi. Zihni, annesine ve mutfakta birlikte yemek yaptıkları anılara yönelmişti.

Huzurlu bir süreçti. Hadrian, iksir yapma konusunda uzman bir partnerle çalışmaktan keyif almıştı. Draco'nun bu ders üzerinde doğuştan yetenekli olduğu belliydi.

Sıra demleme kısmına geldiğinde Draco karıştırma görevini, Hadrian da zaman kontrolü yaparak uygun malzemeleri doğru anlarda ekleme görevini devralmıştı.

İksirlerini tamamlayıp çalışma tezgahlarını temizleyene kadar bir saat onlar farkına varmadan su gibi akıp gitmişti.

Hadrian, Draco'nun iksiri Carrow'un masasına bırakmasına izin verdi. Kadına bu kadar yaklaşmak, Hadrian'ın ona ters bir tepki vermeyeceğinden tam olarak emin olamamasına yol açıyordu. Ders boyunca Carrow'un soğuk gözlerinin rahatsız edici bir şekilde üzerinde dolaşmasından hiç hazzetmemişti zaten.

İksiri çabuk bitirdikleri için erken ayrılmalarına izin verilmesi gerçekten bir nimetti. Carrow ve Adalard'ın bakışlarının ağırlığı Hadrian'ın sinirlerini yeteri kadar bozmuştu. Kapının arkalarından kapanma sesini duyduğunda rahat bir nefes aldı.

Hemen yanında duran Draco ise kedi gibi gerinmişti. "Sonraki dersin ne?" dedi sarışın sessiz bir homurtuyla. Hadrian, bir kazanın üzerine eğilmenin ne kadar acı verici olabileceğini bildiğinden onun için üzülmüştü. Draco'nun ondan birkaç santim daha uzun olduğu gerçeği göz önüne alındığında, her şey daha da acı verici bir hal alıyordu.

"Savunma olduğuna eminim. Seninki ne?"

"Benimki de Savunma. Şimdiden yola çıksak iyi olur, derse geç kalmayalım."

"O dersin profesörü de mi sert yoksa?"

Hadrian zindanlardan çıkarken şakayla karışık sordu. Draco'nun dudakları bu söylediğine eğlenen bir ifadeyle kıvrılmıştı.

"Hayır onu sert birisi olarak nitelendirmezdim. Bu profesörü seveceğini düşünüyorum. Onun dersi, Hogwarts'ta verilen dersler arasında en ilginç olanı. Sadece öğrendiğimiz konulardan değil, konuyu anlatma şekli de dikkate değer."

Draco hayranlık gibi görünen bir ifadeyle başını iki yana salladı. "O adamın pıtırkurtları bile evrendeki en büyüleyici canlılarmış gibi anlatacağına yemin edebilirim."

"Bu, bir öğretmeni alanında iyi yapan bir özellik. Öğrencileriyle sağlam bir etkileşime sahip olan öğretmenlerin sevilen kişiler olması büyük bir olasılık. Profesörün adı neydi bu arada?"

"Hadrian! Draco!"

Sesin geldiği yöne döndüklerinde Hermione, Claire ve Raina'nın onların olduğu tarafa doğru geldiklerini görmüşlerdi. Kızların onlara yetişebilmesi için duraksadılar. "Boş dersiniz nasıl geçti?" Hadrian arkadaşlarına bunu sorarken, bir yandan da göz ucuyla Hermione'nin Draco'yu kısa bir sarılmayla selamlamasını izliyordu.

"Sıkıcıydı, ama sonra Hermione bizi kütüphaneye götürdü. Oldukça göz alıcı bir yerdi." Hadrian, Claire'in Hermione'nin adını zor telaffuz etmesiyle alay etmek üzereyken, aklı kızın sonradan bahsettiği şey üzerine yoğunlaştı.

"Kütüphane mi?" Hermione'nin laf arasında kütüphaneden bahsettiğini hatırlıyor gibiydi, ama bu o an dikkatini çekmemişti tabi.

"Ah, Hogwarts kütüphanesine bayılacağına eminim Hadrian," dedi Claire, arkadaşının kendi okullarının kütüphanesine olan bağımlılığını hatırlayarak. "Bizimki kadar geniş değil, ama içinde bizde olmayan bir sürü kitap var. Orayı mutlaka görmen lazım."

Merdivenlerden çıkarken Hermione kibarca, "Bir ara seni de kütüphaneye götürebilirim istersen," diye teklif etti.

"Hadrian'ı kütüphanedeyken izlerseniz, yavaş yavaş kitap raflarıyla bütünleşmeye başladığını görebilirsiniz." Raina konuştuğu anda Hadrian'ın attığı bakış, Hermione'nin kahkaha atmasına sebep olmuştu.

"Korkarım, onu suçlayacak en son kişi benim. Ben de kütüphanede çok zaman geçiririm."

"Kütüphaneyi sevmekte yanlış bir şey yok," dedi Draco, Hermione'ye ithafen. Kız ona kibar bir gülümseme yollamakla yetinmişti.

Grup halinde merdivenden indiklerinde, Savunma sınıfına giden yolda Draco ve Hermione'yi takip ettiler. Yürümeye devam ederken Claire Hadrian'ın koluna girdi, Raina'nın omzu da vücudunun diğer tarafına sürtünüyordu.

"Hogwarts hakkında düşünceleriniz neler?" diye sordu Hadrian, Fransızca'ya geçiş yaparak.

"Daha öncekiyle aynı aslında pek bir şey değişmedi," diye mırıldandı Claire. "Evimiz gibi değil, ama büyüleyici bir tarafı var. Burasının, Beauxbatons'ta alıştığımız estetik anlayışına uymayışını pek umursamamaya başladım."

"Bence de öyle," dedi Raina. "Ayrıca öğrencilerin iyi olduğunu düşünüyorum. Biraz saflar, ama hepsi bize kibar davrandı."

"Durmstrang öğrencilerine denk geldiniz mi hiç?" diye sordu.

Bu sorusuna kızların ikisi de onaylayan bir tonla hımladı. "Bundan sizin karşılaşmalarınızın benimkinden daha iyi gittiği sonucuna ulaşabilirim sanırım."

"Ne demek istiyorsun?" Raina ciddi bir ses tonuyla sordu. Hadrian diğerinin tonundaki bu değişim karşısında irkilmiş ve gözlerini kırpıştırmıştı.

"Bana schande dediler." Diğerlerinin keskin nefes alışlarına ufak bir gülümsemeyle cevap verdi. "Şimdiye kadar duyduklarımın en kötüsü olmadığını kabul ediyorum, ama her ihtimale karşı muggle-doğumlu öğrencilere göz kulak olmanızı istiyorum. Bana sataşmalarıyla başa çıkabilirim, ancak bizden birinin hedefe konulduğunu görmek istemiyorum. Fırsat bulduğunuzda bunu diğer öğrenciler arasında yayabilir misiniz?"

İkisi de onaylayan bir şekilde kafasını salladı, yüzlerinde çelik gibi bir ifade belirmişti.

Beauxbatons'taki herkes birbirine karşı aşırı korumacı davranırdı. Kendi aralarında ara sıra tartışsalar dahi, dışarıdan gelen bir saldırı onlar için kabul edilemezdi. Hadrian sınıf arkadaşlarının diğer okullardan gelebilecek tatsız bir davranışın peşine düşeceklerini biliyordu.

"İşte geldik," dedi Hermione. İçeriye girmek için bekleyen öğrencilerin oluşturduğu kısa kuyruğa girdiler - çok geçmeden sınıfa giriş yapmışlardı. Hadrian sınıfın basit ve etkili yerleşimini takdir etmek için bir anlığına duraksadı. Profesörün masasının yerleştirildiği arka kısımda, rahatça ileri geri yürünebilecek bir genişliğe ve uzunluğa sahip olan hafifçe yükseltilmiş bir platform vardı.

Platformun önünde de eşit aralıklarla dizilmiş tekli masalar vardı.

İksir sınıfıyla karşılaştırıldığında burası muhteşemdi. Sınıfın sonuna kadar açılmış pencereleriyle, sabahın serin havasının içeriye dolmuş olması da başka bir artıydı.

Hadrian, Claire ve Raina kendilerine masa seçerek yerleşmeye başladılar. Hermione ve Draco da oturdukları masanın önünde bekleyen bir öğrenciye katılmışlardı. Konuştukları genç, Draco gibi yeşil ve gümüş çizgileri olan bir kravat takıyordu.

"Bu profesörle ilgili güzel duyumlar aldım." Raina yumuşak bir tonla konuştu. "Oldukça yetenekli bir öğretmen ve Hogwarts öğrencileri arasında sevilen bir pozisyona sahip."

"Charles da buna benzer şeyler söylemişti," diye ekledi Claire. " Derslere gösteri tadında sahte bir düelloyla başlıyormuş." Ellerini sarı saçları arasında usulca gezdirdi. "Tek bildiğim şey, işini iyi yapan bir öğretmenimiz olacağı için şanslı olduğumuz. Duyduğuma göre, bir sürü yer gezmiş -"

Hadrian konuşmaları zihninde arka plana attı, ihtiyacı olduğu kadarını duymuştu. Bakışlarını sınıf genelinde dolaştırdı. Gözleri taş basamakların ilerisindeki ofis kapısına gelince istemsizce duraksamıştı.

Ne öğrenecekleri konusunda biraz meraklıydı. Dersin isminin 'Karanlık Sanatlara Karşı Savunma'dan sadece 'Savunma' olarak değiştirildiğini biliyordu. İkisi arasında ne gibi farklılıkların olduğunu merak ediyordu.

İkisinin arasında bariz farklılıklar olsa bile, sınıf çalışmalarının üstesinden geleceği konusunda hiçbir şüphesi yoktu orası ayrı.

Kapı açılma sesini duyuncaya dek dakikalar geçmiş, odayı öğrenci seslerinin uğultusu sarmıştı. Ancak açılan kapı Hadrian'ın düşündüğü gibi ofis kapısı değil, öğrencilerin giriş yaptığı kapı olmuştu.

Oturduğu sandalyede dönmeye başladığında, duyduğu ses bir anda buz kesilmesine neden oldu.

"Geç kaldığım için kusura bakmayın."

Hayır.

Profesör sınıfın önüne doğru yürürken cilalı ayakkabıların taş zeminde çıkardığı tıkırtılar geniş odada yankılandı. Hadrian'ın şaşkınlıktan büyümüş olan gözleri adamın üzerinde sabitlenmişti.

Bu oydu. Önceki gece gördüğü adam.

Adam öğrencilerine çekici bir gülümseme yolladı. Hafiften kırışmaya başlamış yüzünde, o gece karşılaştığı dehşet verici güce dair hiçbir belirti yoktu.

"Bilmeyenler için kendimi tanıtayım, benim adım Profesör Riddle."

 

Chapter 8: Bölüm Sekiz

Chapter Text

Öğle vakti yaklaşmasına rağmen, orman sessiz ve karanlıktı. Verdiği her nefes, havanın serin olmasından dolayı buhar halinde etrafa yayılıyordu.

Gözleri ara sıra, yapraklarla bezeli zeminden Yasak Orman’ın devasa ağaçlarının uzandığı parlak gökyüzünde geziniyor - beklediği baykuştan bir iz var mı diye etrafı tarıyordu.

Raporunu göndereli bir günden fazla zaman geçmişti. Tedbirli davrandığını bilmesine rağmen gerilmeye başlıyordu. Buradaki işini kabul ettiğinde, yeni emirler alıncaya kadar bekleme ve gözlem - bunun hoşlandığı bir durum olmadığını rahat bir şekilde söyleyebilirdi - ağırlıklı bir görevi olacağını biliyordu. Ve bu cidden onun için can sıkıcı bir durumdu.

Tam anlamıyla bir eylem adamıydı. İşlerini kendi yoluyla halletme konusunda özgür hissettiğinde ve tek bir amaç üzerine yöneldiğinde verimli bir şekilde çalışabilirdi.

Ancak bu iş, aceleci davranmayı kaldıramayacak kadar önemliydi. Attığı her bir adımın dikkatli bir şekilde hesaplanması gerekiyordu. Çünkü yeniden başarısızlığa uğramanın sonuçları -

Kendini toparlayabilmek için ardı ardına attığı adımları bir süreliğine durdurdu.

Genci ilk gördüğü andan beri, onun kim olduğunun gayet farkındaydı. Gözlerinin önündeki benzerlik şok ediciydi ve onu içlerinden gelen bir istekle nefes nefese bırakmıştı. Gence uzanıp ince formunu geç kalmış bir kucaklamayla sıkıca sarma ve onu ne kadar özlediğini söyleme fikri bütün duygularını alt üst etmişti. Yıllar önce, saldırıya uğradıklarını ilk duyduğunda korku ve kaybolma hissinin onu nasıl mahvettiğini anlatmak istemişti.

Harry. Küçük Harry...

Ağzı istemsizce tatsız bir gülümsemeyle kıvrıldı.

“Hadrian Evans, tanıştığıma memnun oldum.”

Merlin, daha iyi bir isim seçemezler miydi? Ve çocuğun neden üzerinde görünüşünü değiştiren bir tılsım taşımadığı da ayrıca bir merak konusuydu. Babasının karbon kopyası gibi etrafta öylece gezinmesine izin vermek...

Eski arkadaşının düşüncesiyle sert bir şekilde nefes aldı. Tanıdık sızı her kalp atışında göğsünün derinliklerinde kendini hissettiriyordu. Her şeyin alt üst oluşunun üzerinden on yedi yıl geçtiğini bilmek tüm benliğini acıtıyordu.

Bu görev kendisine verildiğinde yaşadığı şaşkınlığı şu an bile net bir şekilde hatırlayabiliyordu. Buruşuk ellerin parlamakta olan bibloyu dikkatle ona uzattığı - Harry’nin hayatta ve burada olduğunu söylediği anlar taptaze bir şekilde belleğinde duruyordu.

Küçük eşyayı kibarca cebinden çıkararak baktı. Bu aletin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu, ama aletten yayılan yumuşak ışığı görmek gerilmiş sinirlerinin biraz olsun yatışmasını sağlıyordu. Görünüşü bir çeşit muggle zımbırtısını andırıyordu.

Bunca yıldır - daha önce hiç parlamadığı ya da başka bir işe yaramadığı için, bu eşyanın önemini kavrayamamıştı. Tabi bu durum üç gün öncesine kadardı. Artık bu eşyanın neyi simgelediğini çok iyi bildiğinden görünüşü bile rahat bir nefes vermesini sağlıyordu.

Bu ışığın yanıyor olması, Harry’nin hayatta ve yakınlarda – İngiltere ya da İskoçya sınırları içerisinde – olduğu anlamına geliyordu.

Daha öncesinde Harry hayatta olmasına rağmen hiç parlamamasının sebebi, gencin başka bir ülkede olmasındandı. Beauxbatons arabası sınırı geçer geçmez, biblo Harry’nin dönüşünü onlara bildirmişti.

Uzun ve nasırlı parmaklarıyla nesneyi dikkatli bir şekilde sardıktan sonra, derin bir iç çekişle cebine geri koydu. Şimdilik, Harry’nin mucizevi ve imkansız bir şekilde Voldemort’un saldırısından kurtulduğu bilgisiyle yetinmeliydi.

Bu durum ona, Lily’nin de kurtulmuş olabileceğine dair bir umut vermişti.

Ateş kırmızısı saçların hatırası gülümsemesine sebep oldu. Lily’nin Harry’le beraber kaçtığını, bunca yıl boyunca güvende olmasını sağlayarak onu yetiştirme şansına sahip olduğunu bilmek içini ısıtıyordu.

Ya da öyle olduğunu umuyordu.

Hayır, diye düşündü ısrarcı bir şekilde. O hayatta biliyorum. O piç herif, Lily olmasaydı Harry’i kesin yakalardı. 

Eliyle değişmiş yüzünü ovuşturdu. Etrafındaki ağaçlar biraz olsun bitkinliğini unutup rahatlamasını sağlıyordu.

Ama niçin bize gelmedi? Kaşlarını çatarak gözlerini yumdu. Neden başka bir ülkeye kaçmayı seçti? Ona yardımcı olabileceğimizi ve Harry’i güvende tutabileceğimizi bilmesi gerekiyordu.

Bu sorular onu derinden rahatsız ediyordu.

Zihni bu düşüncelerle meşgulken, yumuşak bir baykuş sesi gözlerinin bir anda sesin geldiği yöne doğru çevrilmesine sebep oldu.

İlerideki ağaçlardan birine, kahverengi renkli tüyleri olan peçeli bir baykuş tünemişti. Büyük altın renkli gözleri düşünceli bir şekilde onu izledi, bir şeyler söylemesi için beklediği belliydi.

“Limon şekeri.” Kuşun kulaklarına ulaşacak kadar sesli, ama yakınlarda gezinen birilerinin ilgisini çekmeyecek kadar sessiz bir tonla konuştu. Baykuş şifreyi duyduğunda kafasını yana doğru eğdi. Bir kez daha öttükten sonra beklediği yere doğru alçalmış, taşıdığı şeyi hazırda bekleyen avuçlarına bırakmıştı.

Güzel yaratık cevap ya da ödeme beklemeden uçuşuna devam etmiş, çok geçmeden gözden kaybolmuştu.

Birden paranoyak hissederek bakışlarını temkinli bir şekilde etrafında gezdirdi. Şüpheli bir şey görmediğinde zarfın dış tarafındaki mührü kırarak uzunca bir süredir beklediği mektubu zarfın içinden çıkardı.

Gözleri zarif ve kıvrımlı bir yazıyla süslenmiş selamlama kısmını hızla geçti. Ulaşmak istediği cevap dışında başka şeyleri okumak için sabrı kalmamıştı.

Ancak satırları okudukça, midesinde hissettiği düğüm daha da büyüyordu.

Zihni düşüncelerle boğuşmaya devam ederken okumayı bitirdiğinde parşömeni yavaşça indirdi.

Bu saçmalık! Böyle bir şeyin problemlerimizi çözeceğini nasıl düşünebildi ki?

Ondan ne beklendiğini net bir şekilde anlayabilmek için mektubu bir kez daha okudu.

Bunun Harry için ne kadar tehlikeli olabileceğini görmüyor mu? Bir de bunu yapmasını istediği kişi benim! İkimizi de oldukça riskli bir durumun içine itiyor... Eğer biri fark ederse kimliğim ifşa olur. Ve Harry konusu – gerçekten ona bu şekilde ihanet etmemi mi istiyor? Bitkin bir şekilde homurdandı. Merlin, ya Lily bunu öğrenirse! Diri diri derimi yüzer ve zemini kanımla boyardı.

Her ihtimale karşı asasını çıkararak mektubu ateşe verdi ve parşömen kül oluncaya dek izledi. Kalan delillerden kurtulmak için ellerini ve giysilerini iyice çırptı.

Derin bir nefes alarak yüzünü şatoya doğru döndü.

Bir anlığına orada öylece bekledi ve şatonun azametli görünüşünü izledi. Zihni, bir zamanlar bu şatoda son derece popüler olan ve aralarından su sızmayan gençlerin hatıralarıyla dolmuştu.

Yüzü kararlılıkla sertleşti. Diğer adama olan güveni tamdı. Eğer davalarına yardımcı olacağına inandığı şey buysa, Merlin’in kıllı testisleri adına – üzerine düşeni yapacaktı.



 .

.

 

.

 

Sakinleş.

Yavaş bir şekilde nefes alarak ciğerlerini tekrardan çalışmaya başlaması için zorladı. Hafifçe titreyen ellerini durdurmak için masaya bastırmak zorunda kalmıştı. Gözlerini adamdan - lanet Savunma profesöründen - ayırdı ve Hermione'nin kıvırcık saçlarına sabitledi.

“Dışarıdan gelen öğrencilerimize, herhangi bir karışıklığını önlemek adına Karanlık Sanatlara Karşı Savunma ile Savunma arasındaki farkları açıklamak istiyorum."

Riddle'ın sesi öncesinde hatırladığı pürüzsüzlüğü taşıyordu. Ses tonuna eşlik eden keskin kalite, tüm konuşmayı dinlemesi felaket derecede iyi olan bir hale sokuyordu. Kelimeler en ufak bir çaba harcamadan zihnine giriyor, dikkatini kolay bir şekilde üzerine çekiyordu.

Carrow’un dersteki duruşunun etkileyici olduğunu düşünmüştü. Ancak bu adamın seviyesi, kadının saçma kabul edilebilecek kadar üzerindeydi. Henüz hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen, Hadrian sınıf arkadaşları üzerindeki değişimleri görebiliyordu.

Sırtlarının dikleşmesi, dikkatli ve saygılı bir sessizlik...

Tıpkı Carrow gibi, Riddle da etrafına yoğun ve kendine güvenen bir enerji yayıyordu. Ama her nasılsa yoğunluğu onunkinden daha fazla hissediliyordu. Adam yetmişli yaşlarına – ellilerinde gösteriyordu - yaklaşmış olmasına rağmen, vücudunu onlarca yıl daha genç gösteren bir zarafetle taşıyordu. Yapısı ince ve uzundu. Bir zamanlar koyu kahverengi olan ancak yavaş yavaş beyazlamaya başlamış olan kır saçlara sahipti ve üzerinde yüksek kalite olduğu uzaktan bile belli olan cüppelerden vardı.

Her şey göz önüne alındığında, son derece çekici ve yakışıklı bir adamdı.

Bunların yanı sıra Hadrian’ın aklındaki tek şey, geçen gece adamın gözlerinde beliren yırtıcı ifadeydi. Şu an tatlı bir gülümseme ve yatıştırıcı bir sesin ardına gizlenmiş olması, o ürkütücü ifadenin orada olmadığı anlamına gelmiyordu.

“Karanlık Sanatlara Karşı Savunma adından da anlaşılacağı üzere, öğrencilere sadece karanlık büyülerden ve yaratıklardan nasıl korunacaklarını öğretmeye odaklanır. Ama önemli bir kusuru var, birisi bana bunun ne olduğunu söyleyebilir mi?”

Cevap, konuyla ilgili en büyük ve belirgin sorunlardan birisi olduğu için direkt olarak zihninde belirdi. Ancak Hadrian, profesörün dikkatini üzerine çekmek istemediğinden çenesini kapalı tutmayı tercih etmişti.

"Evet?"

"Aydınlık büyülere karşı savunmayı tamamen göz ardı ediyor." Raina görev duygusuyla dolu bir sesle yanıtladı."Göğüse direkt olarak fırlatılan bir bombarda, kaburgaları hedef alarak kemikleri paramparça eden karanlık bir lanet kadar ölümcül olabilir."

"Doğru! Aferin."

Raina aldığı övgüye cevap olarak gülümsediğinde, Hadrian pes etmiş bir ifadeyle izledi. Çok rahatsız edici bir durumdu. Raina zeki bir cadıydı. Hadrian, Beauxbatons’taki profesörlerin kıza daha etkileyici yorumlar yaptığını duymuştu. Buna rağmen basit bir ‘aferin’ bile diğerinin heyecanla yerinde kıpırdanmasına yol açmıştı.

“Aydınlık büyülerle mücadele etmek de kara büyüyle mücadele etmek kadar tehlikeli olabilir. Ancak mevcut önyargılar nedeniyle birçok kültür kara büyülerden nefret etmeyi ve onlardan korkmayı seçmiştir." Riddle önlerinde durdu. Mavi gözleri tüm öğrencileri tarıyordu. Gözleri kısa bir an için buluştuğunda, Hadrian bakışlarını adamdan ayırmamak için kendini zor tutmuştu.

Profesör derse devam etmeden önce kısa bir anlığına duraksadığında, Hadrian adamın ifadesinde tuhaf bir tanıma parıltısı gördüğüne yemin edebilirdi.

Tanrım, rahatla. Beni seremonide ya da sınıflardan birine geçerken görmüş olabilir. Eğer o gece orada olanın ben olduğumu anlasaydı, şimdiye kadar çoktan hesap sormak için yanıma gelmiş olurdu.

"Bu nedenle bu dersin müfredatı, sihrin her iki dalını da eşit olarak kapsayacak şekilde değiştirildi. Bununla birlikte, öğrencilerimizin gerçek dünyaya adım attıklarında daha bilinçli bireyler haline gelmelerini amaçlıyoruz."

Eminim Voldemort'un, kara büyü kullanmalarını teşvik etmek için öğrencilerin beyninin yıkanmasını istemesinin bununla hiçbir ilgisi yoktur.

Hadrian'ın kara büyü kullanmakla ilgili bir problemi yoktu, ancak kullanan kişilerin bu konuya sağlıklı dozda bir dikkatle yaklaşmasını desteklediği de bir gerçekti. O alanda doğuştan gelen bir yeteneği olsa dahi, dikkatli davranmazsa kendini sihrin bu dalı içinde kaybetme ihtimali olduğunu biliyordu.

Voldemort'un kara büyünün kabulünü yavaş yavaş genç nesillere işlediği fikri hem iyi hem de kötüydü. İnsanların sahip olduğu aptalca önyargılara son vermesi anlamında güzeldi. Kötü olduğunu düşünmesinin ardındaki ana sebepse, kullanmak isteyen kişilerin büyük bir çoğunluğunun kara büyünün cezbedici ayartmasına karşı koyamayacağı gerçeğiydi.

Bir el söz almak için havaya kalktığında, Riddle Durmstrang öğrencisine başını salladı. "Bu, derste kara büyü kullanabileceğimiz anlamına mı geliyor?" Aksanı o kadar ağırdı ki, Hadrian duyduklarını zihninde anlamlandırabilmek için bir anlığına duraksamış ve Durmstrang öğrencisinin sorduğu şeyi deşifre etmek için uğraşmıştı.

 Ders bunu gerektiriyorsa, evet,” dedi Riddle gülümseyerek. Gülümsediği anda birkaç yıl daha gençleşmiş gibi görünmüştü. Hadrian, adamın gençlik zamanlarında baş döndürücü bir görünüşe sahip olduğunu tahmin edebiliyordu.

"Çoğunuzun kara büyü kullanma konusunda karışık duygulara sahip olmasını anlayabiliyorum. Sizi asla rahatsız olduğunuz bir büyü türünü kullanmaya zorlamayacağımıza söz veriyorum. Eğer bu şekilde hissederseniz, lütfen odama gelin ve kafanıza takılan soruları sorun. Size seve seve yardımcı olurum.”

Ah, işinde gerçekten iyisin, diye düşündü Hadrian. Riddle’ın, kendisine gelen kararsız öğrencileri kara büyü kullanmaları konusunda ikna edeceğine dair en ufak bir şüphesi yoktu. Bir sınıf dolusu öğrenci karşısında yapabilecekleri sınırlıydı. Eğer öğrenciler teker teker yanına giderse, manipüle edilmeleri daha kolay olurdu.

El altından yapılmış bir hareketti, ama Hadrian uygulanma şekline ses çıkaracak bir vaziyette değildi. Kendisi de geçmişte sınıf arkadaşlarından bir şey istediğinde bu taktiği kullanmıştı.

Bir anlığına - daha öncesinde adamın diğer yüzüne tanık olmamış olsaydı, Riddle’ın söylediklerine kanıp kanmayacağını merak etti. Bu çeşit bir davranışa inanmayacak kadar zeki olduğunu düşünmekten hoşlanıyordu.

“Şimdi –“ Riddle asasını arkasında duran masasına çevirdi ve masayı yana doğru hareketlendirerek platformun üzerinden uzaklaşmasını sağladı. “Müsaade ederseniz derse sahte bir düelloyla başlamak istiyorum. Belki Hogwarts ve... Beauxbatons arasında olabilir?”

Hadrian homurdanmamak için kendini zor tutmuştu.

“Goyle,” dedi Riddle, sesini hafifçe keskinleştirerek. Draco’nun yanındaki iri yarı genç bu çağrıyla oturduğu yerde hareketlendi. “Dün ikinci sınıflarla uğraşırken gösterdiğin yetenekleri şimdi de sergilemek ister misin?”Bu, Hadrian’ın şimdiye kadar duyduğu en alaycı tondu. Sözü edilen genç itaatkar bir tavırla ayağa kalktı. Dehşete düşmüş bir ifadeyle platforma doğru yürümeye başladığında, Hadrian sesli bir şekilde gülmemek için kendini zor tutmuştu.

“Beauxbatons’tan da bir gönüllüye ihtiyacımız var. Bay Goyle’la boy ölçüşebilecek kadar yetenekli birisi var mı?’

Aleve uçuşan güveler gibi sınıf arkadaşlarının bakışları Hadrian’a bakmak için döndü. Yüzlerinde hain bir neşe olarak tanımlanabilecek bir duygunun izleri vardı. Herkes Hogwarts'lı çocuk için bunun bir ceza olduğunun farkındaydı. Arkadaşlarının Hadrian’ın oraya çıkmasını istemeleri, açık bir şekilde gence merhamet göstermek istemedikleri anlamına geliyordu.

Raina sırıttı ve ayağa kalkması için onu dürttü.

Derin bir nefes alarak ayağa kalktığında sınıftaki herkesin dikkatinin üzerinde olduğunu görmüştü. Sessizce sınıfın ön tarafına doğru yol alırken Hermione’nin yüzünde beliren şaşkın ifade görülmeye değerdi.

Hadrian, profesöre bakmaktan kaçınarak platformda bekleyen Riddle ve Goyle’un yanına katıldı. Sınıf arkadaşlarının heyecanlı mırıldanmalarından düelloda ne yapacağı üzerine tartıştıklarını duyabiliyordu.

Düellonun uzamasına izin verecek miydi? Yoksa bunu denemeden bitirir miydi? Hangi büyüleri kullanacaktı?

Her düellodan önce içinde filizlenen enerjinin aynısını hissetmesine rağmen, dudakları rahatsızlık içinde aşağı doğru kıvrıldı.

“İkinizden de iyi ve temiz bir karşılaşma bekliyorum. - Bay Goyle ve Bay ...?”

Profesörün ismini sorduğunu farkeden Hadrian göz ucuyla ona baktı. Mavi gözlerin kendisine sabitlenme şeklinden hiç mi hiç hoşlanmamıştı - tüylerini diken diken ediyordu.

“Evans,” diye cevapladı sessizce. Hemen sonrasında bakışlarını Goyle’a döndürmüş ve genci baştan aşağı incelemişti.

Henüz uygun bir düello pozisyonuna girmemiş olabilirlerdi, ama Hadrian şimdiden Goyle’un berbat bir formda olduğunu söyleyebilirdi. Gencin büyük cüssesi, omuzlarının duruşu ve ayaklarının genişçe açılmış olması dengesinin alt üst olmasına sebep olacaktı.

Asasını çektiği anda bu işi başlar başlamaz bitirmesi gerektiğine karar verdi. Bu adama gereğinden fazla yakın olmak istemiyordu. Hadrian, Riddle onlara düelloya başlamalarını söylediği anda bu saçmalığı bitirecekti.

Riddle tek elini kaldırdığında öğrenciler sessizleşti. Sonrasında adam, platform ve öğrencilerin oturdukları yerin arasına temel bir koruma bariyeri yerleştirdi. Hadrian düellonun, koruma bariyeri gerektirecek kadar uzun süreceğini sanmıyordu ama olsun.

“Birbirinizi selamlayın,” diye emir verdi Riddle. Hadrian adamı terslemek istese de ileriye doğru adımladı ve belli belirsiz bir hareketle başını eğdi. Bundan daha fazla eğilecek kadar karşısındaki gence saygı duymuyordu.

Goyle da onun bu varla yok arası hareketini kopyaladığında öğrencilerin olduğu taraftan gülüşmeler duyuldu. Riddle her şeye rağmen bu selamlamalarını kabul edilebilir bulmuştu.

Hadrian Goyle'un yaptığına benzer bir şekilde pozisyona girmek gibi bir harekette bulunmamış, asasını gelişigüzel bir şekilde yanında tutarak olduğu yerde dikilmeyi seçmişti. Sınıf arkadaşlarının küçümseyici yorumları kulaklarına ulaştığında, diğer gencin onunla eşleştirilmesinden dolayı kötü hissetmeye başlamıştı.

Ama yine de, diye düşündü yorgun bir şekilde. Kendinden küçük öğrencilere sataşmamalıydı.

Bulabildiği her kusuru ve zayıflığı listeleyerek bir kez daha gözlerini Goyle’un üzerinde gezdirdi. Düelloda hangi yolu seçmesi gerektiğine karar vermeye çalışırken zihni uğuldamaya başlamıştı.

Diğerini silahsızlandırabilir, genci sessiz bir şekilde yenilmenin verdiği aşağılanmadan kurtarabilirdi - ya da hafif bir büyüyle onu yere serebilir ve bu şekilde olayı sonlandırabilirdi. Düelloda kullandığı büyülerin çoğu hasar vermeye yönelik büyüler ve lanetlerle dolu olsa da, aklında ciddi yaralanmalara sebep olmayacağını düşündüğü birkaç tane büyü vardı.

Güçlü ve tehlikeli büyüleri sevmesi onun suçu değildi. Sihirli özü, onun yaşındaki biri için oldukça gelişmişti. Bu yüzden önemli düzeyde enerji gerektiren büyüleri dahi kolayca yapabiliyordu.

Goyle'a yaptığı büyü her ne olursa olsun, büyüye çok fazla güç yüklememeye ve genci incitmemeye dikkat etmesi gerekiyordu.

Hatta babası bir Ölüm Yiyen olsa bile.

“Başlayın.”

Hadrian’ın asası hızlı ve net bir şekilde hareket etti. Goyle büyünün etkisiyle havaya fırlamış ve arkasındaki duvara tok bir sesle çarpmıştı. Diğerinin asası daha sahibinin vücudu yere düşmeden Goyle’un elinden kurtularak Hadrian’ın parmakları arasında yerini aldı.

Sınıf bir anda sessizliğe bürünmüştü.

Hadrian kendi asasını cebine yerleştirerek diğer öğrencilere bir bakış attı. Çoğu – yani, sırıtarak onu alkışlayan Beauxbatons öğrencileri dışındaki herkes - düellonun bu kadar çabuk bitmiş olmasına duydukları şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırmaya başlamışlardı. Kendi arkadaşlarıysa bu hızlı zaferlerine fazlasıyla alışkındı.

Hadrian, Riddle’ın yanından geçerek Goyle’a doğru ilerledi. Adamın delici bakışlarının sırtında gezindiğini hissedebiliyordu. Onu görmezden geldi ve genci ayağa kaldırmak için platformdan aşağı indi. Goyle bu hareketine, hafifçe kaşlarını çatıp başını iki yana sallayarak karşılık vermişti.

“Bunun için özür dilerim,” dedi Hadrian Goyle’un asasını iade ederek. “Duvara bu kadar sert bir şekilde çarpmanı istememiştim.”

“Sorun değil.” Goyle asasını alırken mırıldandı. Hadrian’a yenilmiş olduğu gerçeği onu pek rahatsız etmiyor gibiydi.

“Bu oldukça... etkileyici bir performanstı Bay Evans.” Arkalarını döndüklerinde platformun ucundan onları izleyen Riddle’la karşılaştılar. İfadesindeki bir şey, Hadrian’ın sırtını dikleştirip gözlerini kısmak istemesine sebep oluyordu. Adamın gözlerindeki inceleyen parıltı hiç hoşuna gitmemişti.

“Teşekkürler profesör.” Hadrian, övgüye geç cevap vermesinin kabalık olarak nitelendirilebileceğini anladığında konuştu.

“Düello konusunda deneyimli misindir?”

Nasıl cevap vermesi gerektiğini biraz düşündü. “Sadece geleneksel anlamda efendim.” Adamın bir an önce onunla konuşmayı bırakması umuduyla, devam etmeden önce duraksadı. “Beauxbatons’ta Düello dersi alıyoruz.”

“O zaman profesörlerinizin sizden gayet memnun olduğunu sanıyorum. Bay Goyle üzerinde kullandığınız büyüyü bile duymadım.”

Hadrian, içgüdülerinin alarm vererek onu uyarmaya çalışmasına rağmen yapabildiği en sakin şekilde omuzlarını silkti. “Ben de memnun olmalarını umut ediyorum efendim. Kullandığım büyü everte statum’un bir alt versiyonuydu. Kazara partnerimin boynunu kırmak istemedim.”

Hadrian olduğu yerde kıpırdandı. “Yerlerimize geçebilir miyiz profesör?” Daha fazla soru gelmemesi için başka bir soruyla araya girmişti.

Riddle bir anlığına onu izledi. “Evet, tabi ki de. Teşekkürler Bay Evans.”

Hadrian minnettar bir şekilde, platforma geldiği yolu izleyerek sırasına geçti. Claire ona gülümsemiş, Raina ise bir şeyler fısıldamak için yakınlarına doğru eğilmişti. “Çok iyiydi Hadrian. Durmstrang öğrencilerinin artık seni rahatsız edeceğini sanmıyorum. İkinci sınıf büyüsü olmasını kim umursar ki zaten. Sözsüz ve hızlıydı.”

Kıza küçük bir gülümseme yolladı. İçlerinden birinin duruma iyi açıdan bakabiliyor olmasına sevinmişti. Hadrian’ın tek görebildiği şey, Riddle’da uyandırmaya başlamış olduğu ilgiydi.

“Şimdi -” Riddle'ın ağzından çıkan tek bir kelimeyle bütün sınıf suspus olmuştu. “Artık dersimize başlayalım. Bugün işleyeceğimiz konu, ejderha türleri hakkında olacak.”

 

.

 

.

 

.

 

Raina, Hadrian düz bir ses tonu ve boş bir ifadeyle başka bir soruyu yanıtlarken sessizce izledi.

Buna rağmen, dikkatli bir şekilde baktığında gencin üzerindeki gerilimin izlerini görebiliyordu. Hadrian'ın sessizliğe büründüğü anda dudaklarını sıkıca birbirine bastırması, kaşlarını hafifçe çatması, hiç kıpırdamadan sandalyesinde oturması...

Tüm bunlar ona gencin rahat hissetmediğini söylüyordu.

Rahat olduğu zamanlarda kıpırdanmadan duramaz - farkında olmadan başını yana doğru eğerek parmaklarıyla görünmeyen desenleri takip eder ya da oturduğu yerde ayaklarını sallardı.

Hadrian, küçük ve bilinçsiz hareketlerin karışımı olan bir yumaktan oluşuyordu.

Sadece rahatsız olduğunda, gergin hissettiğinde veya derin düşüncelere daldığında bu kadar hareketsiz bir pozisyona girerdi.

Raina, onu neyin rahatsız ettiğini tam olarak biliyordu.

Sahte düelloyu kazandığından beri, profesör Riddle'ın bakışları garip bir şekilde Hadrian'a kilitlenmişti. Sürekli olarak diğerine konuşmasını teşvik edecek sorular sormuş, işledikleri konu hakkında fikirlerini açıklamasını istemişti.

Tabi ki diğer öğrenciler de - ara sıra - derse dahil ediliyor ve aynı şekilde onlara da dersle ilgili sorular soruluyordu. Ama profesörün dikkatinin büyük bir kısmının da Hadrian’ın üzerinde olduğu açık bir şekilde ortadaydı.

Raina, adamın Hadrian'ı neden ilginç bir öğrenci olarak gördüğünü anlayabiliyordu. Gençle etkileşime geçen herkes bir şekilde ondan büyüleniyordu. Görünüşü, sihir gücü ya da zihni hangisi olursa olsun, onda herkesin ilgisini çekebilecek bir şeyler vardı.

Ama nedense, profesör Riddle'ın bakışları ne zaman yanındaki gence odaklansa, Hadrian’ı adamın meraklı gözlerinden saklamak gibi karşı konulmaz bir istek duyuyordu. Durumun kendisinde... onu rahatsız eden bir şey vardı.

Saçma bir fikir olduğu için Raina elbette bunu yapamazdı. Ancak sınıfa yöneltilen soruların çoğuna mümkün olduğu kadar doğru cevaplar verebilirdi. Bu küçük bir şeydi, ama profesörün bakışlarını bir süreliğine de olsa Hadrian'dan uzaklaştırmakta işe yarardı.

Raina, Hadrian'a Claire kadar yakın olmadığını biliyordu - ama genci iyi bir arkadaş olarak görüyordu. Sinir bozucu ve inatçı bir piçti, ancak bunları görmezden geldiğinde iyi bir arkadaştı. Ve Raina, en nihayetinde arkadaşlarına sadık bir kişiliğe sahipti.

Bu yüzden, elini kaldırmaya ve soruları cevaplamaya devam etti. Bir yandan da, herhangi bir değişiklik olup olmadığını görmek için Hadrian'ı dikkatle izlemeyi ihmal etmiyordu. Tabi ki, profesörün Hadrian'ı ayırt etmesini her zaman engellemeyi başaramamıştı - ama en azından elinden gelenin en iyisini yapmayı denemişti.

Profesör Riddle tahtaya bir şeyler yazmak için arkasını döndüğünde, Hadrian'ın omzunun hafifçe kendi omzuna temas ettiğini hissetti. Hadrian küçük bir gülümsemeyle – aynı zamanda yumuşak ve tatlıydı da – ona bakıyordu.

Gencin ifadesi minnettarlıkla parıldıyordu.

Bu gülümsemenin hedefinde olmak, Raina’nın birazcık nefessiz kalmasına neden olmuştu.

Neden çirkin değilsin ki? Başını hafifçe öne doğru eğdiğinde sefil bir şekilde düşündü. Hadrian’dan gelen tek bir gülümsemenin – gerçek bir gülümsemeydi bu, ancak Hadrian’ın ağzıyla yaptığı çoğu şeyin onu çekici bir hale getirdiği de bir gerçekti – bile onu mahvetmesinden nefret ediyordu.

“Ejderha derisinin en zayıf noktası neresidir Bay Evans?”

Hadrian teslimiyet içinde başını çevirdi. “Bu, ejderha türüne göre değişir. Ancak tipik olarak göğüslerinin üst kısmında ve ön kollarının hemen altında bulunan yumuşak karın bölgesidir. Oradaki deri, göğsün geri kalanından yaklaşık olarak bir buçuk santim daha ince."

Riddle başını salladı. "Ve neden orasının en zayıf noktası olduğuna karar verdiniz?"

Hadrian gözlerini kırpıştırdı, "Ejderhaların çoğunda, kanatların destek aldığı bölge orasıdır. Eklemlerin çok fazla bir kısıtlama olmadan hareket edebilmesi için o bölgedeki derinin daha ince olacağı düşüncesi mantıklı geliyor. Ekleme bir zarar geldiğindeyse, ejderhanın hareketleri ciddi manada kısıtlanmış olur.”

"Doğru. Ejdarhaların kayda değer başka bir zayıf noktası var mı?”

Hadrian omuzlarını silkti, "Gözleri olabilir efendim - ya da ağızlarının içi."

Riddle tahtaya geri dönmeden önce sadece başını sallamıştı.

Riddle'ın sırtı onlara döndüğü saniyede, Hadrian enerjisi bitmiş bir şekilde oturduğu sandalyeye hafifçe yayıldı.

Profesör ders bitimine kadar bu tavrı sürdürmüş, arkadaşına sorular yöneltmeye devam etmişti. Ders bittiğinde Raina göz ucuyla, Hadrian'ın hızlıca eşyalarını toparladığını ve her zaman yaptığının aksine onları beklemeden sınıftan ayrılmak için hazırlandığını görebiliyordu.

"Bay Evans, biraz bekleyin lütfen.”

Hadrian olduğu yerde dondu.

Raina’nın toparlanması bunu duymasıyla beraber tamamen durmasa da önemli ölçüde yavaşlamıştı. Sınıf sadece onlar kalana kadar boşaldığında, gözleri profesör Riddle ve Hadrian arasında gezindi.

Claire de aynı şekilde duraksamıştı.

Profesör Riddle masasında oturmuş ve gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirmiş bir vaziyette onları izliyordu. Hayır, bunun tamamen doğru olmadığını fark etti Raina. Profesör Riddle sadece Hadrian'ı izliyordu.

Raina ne düşündüğünü anlayabilmek için Hadrian'a baktı. Yüzündeki ifade ona, gencin istediği en son şeyin burada o adamla yalnız kalmak olduğunu söylüyordu.

"Çıksanız iyi olur," dedi Hadrian sessizce ikisine. "Ben size daha sonra yetişirim."

"Emin misin?" diye fısıldadı Claire. Raina, Hadrian’la profesör arasındaki huzursuz etkileşimi fark eden kişinin sadece kendisi olmadığına sevinmişti.

Hadrian duygularını gizleme konusunda son derece iyi bir iş sergileyerek onlara sırıttı. "Evet sorun yok - gidin hadi." Claire başlangıçta tereddüt etmesine rağmen çıkmak için hareketlendi. Raina ise Hadrian'a doğru eğilerek konuşmaya başladı. "Öğle yemeğine giderken toplandığımız koridorda buluşuruz." Gencin cevap olarak yaptığı şey, profesörün masasına doğru ilerlemeden önce gözlerini devirmek ve onu nazikçe kapıya doğru itelemek olmuştu.

Raina biraz daha bekledikten sonra sınıftan çıktı. Kapı arkasından kapanır kapanmaz, Hadrian’ın profesörle konuşmaya başlayan yumuşak sesi kulaklarına ulaşmıştı.

Claire tek bir kelime etmeden Büyük Salon’a giden koridora doğru yöneldi.

“Profesör onunla ne konuşacak acaba?” diye mırıldandı Raina.

Claire ona yaklaşarak konuştu. “Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum Raina.”

“Dikkatinin ders boyunca Hadrian üzerinde sabitlenmiş olması hiç hoşuma gitmedi.” Koyu saçlı kız, arkadaşının gözlerine bakarak kararlı bir ses tonuyla mırıldandı. Claire’in ona karşı çıkmasını bekliyor gibiydi.

“Durumun biraz... tuhaf olduğunu kabul ediyorum. Ancak Hadrian, Fransa’da da profesörlerin sık sık ilgi odağı haline gelirdi. Profesör Riddle’ın da onlara benzer şekilde, Hadrian’ın ders hakkındaki yetkinliğinin sınırlarını bilmek istediğini düşünüyorum. Derse başlamadan önce, o zavallı çocuğu nasıl havaya uçurduğunu da unutmayalım tabi.”

“Kim kimi havaya uçurmuş?”

Arkalarını döndüklerinde Jacob’ın, bekledikleri yere geldiğini gördüler. Claire, bakışlarını imalı bir şekilde boynundan uzakta tutarak yakışıklı gence gülümsedi. Hadrian’ın boynundaki izleri tılsımlaması Claire’i memnun etmişti, ama o izleri Jacob’ın üzerinde görmesi demek gününün geri kalanının berbat bir şekilde geçmesi anlamına geliyordu.

“Hadrian sahte bir düelloda Hogwarts’lı öğrencilerden birini yerle bir etti,” dedi Raina gülerek. “Profesör de, ondan ders çıkışında beklemesini istedi.”

Jacob hımladı. “Savunma dersiydi değil mi?” Kızların ikisi de başını sallayarak onayladığında, genç sırıttı. “Tamam o zaman. Sınıfa gidip, durumdan sıyrılabilmesi için bir bahane öne süreceğim. Öğle yemeğinde görüşürüz.”

Claire bir şey söylemek için dudaklarını araladığında, Jacob çoktan Savunma sınıfına giden yola doğru harekete geçmişti bile.

.

.

 

.

 

Hadrian birinci sırada duran masaların tam önünde durdu. "Profesör?" diye sordu. Bu işi bir an önce bitirip adamdan uzaklaşmak için can atıyordu. Kapı tık sesiyle kapanıp diğerinin delici bakışları Hadrian’a sabitlenmeden önce, Riddle masasındaki dağınık parşömenleri düzenlemek için biraz zaman ayırdı.

Riddle'ın ondan ne istediği hakkında hiçbir fikri yoktu. Ders boyunca adamın sorularına doğru cevap vermekten başka bir şey yapmamıştı. Geçen geceyle ilgili ağzından bir şey kaçırmadığına da emindi.

Aralarındaki sessizlik uzadığında, Riddle'ın bakışları Hadrian'ın gözlerinden bir an bile ayrılmamıştı. Oldukça göz korkutucu olmasına rağmen, Hadrian bakışlarını kaçıran ilk kişi olmayı reddediyordu. Kendini bir anda, Riddle'ın bir Ölüm Yiyen olup olmadığını merak ederken buldu. Adamın, bunun için yeterince tehditkar olduğuna birinci elden tanık oluyordu ne de olsa.

Durum Hadrian için dayanılmaz bir hale geldiği anda, diğeri konuştu.

“Olağanüstü bir zihniniz var Bay Evans. Derste verdiğiniz cevaplar beni oldukça etkiledi.”

İltifata şaşıran ama belli etmemeye dikkat eden Hadrian, sahte bir teşekkür ifadesiyle başını eğdi. "Teşekkür ederim efendim." Riddle ellerini masaya dayayarak dirsekleri üzerinde hafifçe öne doğru eğilmişti.

"Merakımı uyandırdığını itiraf etmeliyim. Diğer derslerde de bu kadar başarılı mısınız?”

Doğruyu mu söylemeliyim, yoksa yalan mı?

"Derslerimin çoğunda zirvedeyim, profesör."

"Yalnızca çoğunda mı?" Adamın dudaklarında bir gülümsemenin başlangıcı olarak görülebilecek küçük bir seğirme belirdi. Hadrian, diğerinin kendisiyle neden bu kadar ilgilendiğini anlayamıyordu.

“Sağlık Çalışmaları beni biraz zorluyor. Ama arkadaşım Claire, bu dersin en iyisi. Doğuştan gelen bir şifalandırma yeteneği var.”

Claire’i Riddle’ın önüne sürdüğü için kötü hissetmeli miydi? Belki birazcık, ama şu an asıl önceliği bu durumdan bir an önce sıyrılıp kendini dışarı atmaktı. Bunun yanında, Claire aldığı övgülerden daha fazlasını hak ediyordu - Hadrian bunda Raina'yla hem fikirdi.

“Peki, başka hangi dersleri alıyorsunuz Bay Evans?” Riddle, Claire’i görmezden gelerek konuşmayı devam ettirdi.

Hadrian bunun üzerine dilini çıkararak hafifçe alt dudağını yaladı. “İksir, Antik Rünler, Sihirli Yaratıkların Bakımı, Savunma ve Biçim Değiştirme. Seçmeli olarak da, Düello ve Beden Gelişimi alıyorum.”

“Oldukça dolu bir ders programınız var. Ve siz bunların hepsinde birincisiniz öyle mi?”

“Evet.”

“Niçin bu dersleri seçtiniz?”

Neyi seçtiğimi niçin umursuyorsun ki? “İlgimi çekiyorlar,” demekle yetindi kısaca.

“Ders dışında uğraştığınız bir aktivite var mı?”

“Ders dışı bir aktivite mi?” Hadrian sahte bir kafa karışıklığı ifadesiyle adamın söylediklerini tekrarladı.

Riddle ona sadece eğlenen bir bakış atmakla yetinmişti. Sanki Hadrian’ın soruyu mükemmel bir şekilde kavradığının farkında gibiydi.

“Okulumuzdaki Quidditch takımlarından birinde arayıcı pozisyonundayım.” Hadrian, adama istediği cevabı vermekten hoşnut olmamasına rağmen konuştu.

Riddle halinden memnun bir şekilde hımladı. “Arayıcılıkta iyi misindir?”

“Yeterince iyi olduğumu düşünüyorum, evet.” Artık buradan resmen çıkmak istiyordu. Tüm bu konuşma onu inanılmaz derecede rahatsız ediyordu. Adamın dikkatinin aşırı derecede üzerine yoğunlaşmış olmasından da hoşlanmamıştı.

Riddle yoğun bakışlarıyla dikkatli bir şekilde onu incelemeye devam etti - Hadrian’ın rahatsızlığını farketmemiş olması imkansızdı.  

“Peki ya özel hayatınız Bay Evans?”

Bu sefer gerilmekten kendini alamamıştı. Riddle’ın gözlerinde tatmin olmuş bir parıltı belirdi. “Özel hayatıma ne olmuş?” diye sert bir ifadeyle konuştu. Saniyeler ilerledikçe Hadrian’ın huzursuzluğu daha da artıyordu.

“Sadece merakımdan soruyorum evlat. Muggle-doğumlu olmana rağmen bu kadar yetenekli olman ilginç.”

Bu da ne demek oluyor şimdi? Muggle-doğumlu olduğumu nereden biliyor ki? Bir şekilde tahmin etmiş olabilir mi?

“Teşekkürler efendim,” dedi Hadrian, alev almış sinirlerini yatıştırmaya çalışarak. “Ama birinin muggle-doğumlu olması yeteneksiz olduğu anlamına gelmez. Hatta muggle kanı taşıyanları taşımayanlara göre daha güçlü bulduğumu söyleyebilirim.”

“Öyle olduğunu mu düşünüyorsun?” Adamın ses tonunda ısrarcı bir şeyler vardı. Hadrian bir anlığına kendisini bir sınav sorusunu cevaplıyormuş gibi hissetti.

“Öyle olduğunu biliyorum. Bu sadece genetikle alakalı bir durum efendim. Taze kan, safkan nesiller üzerinde yıllardır devam eden genetik sorunları ortadan kaldırabilir.” Adamı sinsi bir ifadeyle incelerken hafifçe gözlerini kıstı. “İngiltere'nin muggle-doğumlu çocukları yavaş yavaş safkan ailelere entegre etmeye başladığı gerçeğini göz önüne aldığımızda, bunu en iyi sizin biliyor olmanızı beklerdim profesör.”

Eğlenceyi anımsatan bir ifade profesörün yaşlı yüzünde dolaştı. “Bu konuda haklısınız Bay Evans. Bunu şimdiden keşfedebilmiş olmanız oldukça etkileyici.”

“O kadar da zor değildi.” Hadrian hızlıca cevapladı. “Tek yapmam gereken birileriyle konuşmak oldu.”

“Ve sorulması gereken doğru soruları bilmek de önemli olmuştur diye düşünüyorum - ki bu da tek başına, konuya ilgi duyuyor olduğunuzu gösteriyor.”

“Muggle-doğumlu olduğum için gayet normal değil mi?” Kendine hakim olamayarak tatsız bir şekilde gülümsedi. “Kan saflığı ön yargısıyla tanınan bir adamın yönetimi altında, benim durumumdaki diğer insanlara nasıl davranıldığını bilmek istediğim için beni suçlayamazsınız.”

Riddle gözlerini kıstı. "Dikkatli ol. Bu neredeyse küçümseyici bir yorum oldu."

Hadrian içten içe ona katılıyordu. Acı hissinin, yeniden odaklanmasını sağlayacağını düşünerek hafifçe dilini ısırdı. En azından bu hareketi, Riddle’ın kimin tarafında olduğu sorusunun cevaplanmasını sağlamıştı. Eğer adam anında Voldemort’u savunmaya başlıyorsa, Hadrian’ın onun yanındayken - yeniden - hata yapmasını görmezden gelecek birisi olmadığı sonucuna rahatlıkla ulaşılabilirdi.

 “Özür dilerim efendim.”

Riddle özrünü fazla önemsemeden geçiştirdi. Biraz önce onu azarlamasına rağmen, Hadrian’ın küstahlığına kızmaktan çok eğlenmiş gibi görünüyordu. “Yani başka kardeşin yok mu?”

Ailemle neden bu kadar ilgileniyorsun ki?

“Tek çocuğum.”

“Annen ve baban seninle gurur duyuyor olmalı.” O sorgulayıcı ton tekrardan kendini göstermişti.

“Annem daha önce aksini söylemediğinden, öyle olduğunu umuyorum.” En azından yüzüme karşı söylemedi. Onu hayal kırıklığına uğrattığımı sözlerden ziyade, başka şekillerde anlatmaktan hoşlanıyor.

“Peki ya baban?”

 Öldürüldü. “Ben beş yaşımdayken vefat etti.”

“Başınız sağ olsun. O zaman annenle olan ilişkin güçlüdür diye tahmin ediyorum?”

Bu ne anlama geliyor şimdi?

Hadrian şaşırmış bir ifadeyle hafifçe kaşlarını çattı. “Onu seviyorum,” dedi kendine inanan bir sesle.

Riddle’ın dudakları Hadrian’ın çözümleyemediği bir ifadeyle kıvrıldı. “Bundan eminim,” diye yumuşakça mırıldandı. “Aksanın da oldukça iyi?”

Çıkamayacağı bir döngüye girmiş gibiydi.  Ne kadar düşünürse düşünsün, bu soruların hangi amaçla ona yöneltildiğini kavrayamıyordu. Riddle’ın onu bu kadar merak etmesi Hadrian'a hiç mantıklı gelmiyordu. Evet, Goyle'u kolayca yenmişti – ve yine evet, Riddle’ın tüm sorularına güzel yanıtlar vermişti. Ama tüm bunlar, adama Hadrian’ı sorgulama hakkını vermiyordu.

"Aksanım mı?"

“Evet, konuşma tarzın oldukça ilginç bir karışıma sahip. Fransız olduğun açık, ama telaffuzunda Fransızca’ya dair neredeyse hiçbir iz yok."

“Daha önce İngiltere’de yaşamış olan birinin çevresinde büyüdüm ve aksanımı da o kişiden aldım. Sonraki yıllarda bu aksanımı kaybetmedim.”

“Ne kadar ilginç.” Riddle, işaret parmağını masasının yüzeyinde dolaştırdı. Nedense bu küçük hareket ona olması gerekenden daha ürkütücü gelmişti.

"Bana annenden biraz daha bahseder misin?"

Hadrian’ın eli, deri çantadan ince bir gıcırdama sesi gelinceye kadar çantasının sapını iyice sıktı. “Kusura bakmayın efendim, ama tüm bunlar sizi neden ilgilendiriyor? İlk başta sorduğunuz soruları öğretmen olduğunuz için sormanızla bağdaştırabiliyorum, ama annemle ilgili olan soruları niçin soruyorsunuz?”

Riddle'ın ona sunduğu gülümseme kibar ve espriliydi – ve Hadrian bundan nefret etmişti. Sadece adamın, olmadığı biri gibi davranmaktan bir an önce vazgeçmesini istiyordu. Adamın gözlerinde gizlenen gerçek Riddle’ı görebildiği için tüm bu rol yapma durumları Hadrian'ı strese sokmaya başlamıştı.

“Ne söylebilirim ki Bay Evans – bana biraz kendimi hatırlatıyorsunuz.”

Söylediğin şey nedense hiç güven verici gelmedi. İfadesindeki bir şey Hadrian’ın düşüncelerini ele vermiş olacak ki - Riddle’ın tatlı gülümsemesi sinsi bir şeye evrilmiş, mavi gözleri tehlikeli bir mizahla parıldamaya başlamıştı.

Hadrian durumu değerlendirmek ve söyleyebileceği şeyleri gözden geçirmek için biraz duraksadı. Gerçi neden durduğunu da bilmiyordu, Riddle'a gerçekte kim olduğunu anlatacak değildi ya. Annesinin derlediği sahte hikaye, bu gibi zamanlar için oluşturulmuştu.

Sahte hayat hikayesini anlattığında kaybedebileceği hiçbir şey yoktu.

“Annem ve ben uzun bir kofti soyundan geliyoruz,”diye başladı. Riddle'ın bakışlarının keskinleştiğini farkettiğinde, dudakları istemsizce gerilmişti. Adam, Hadrian’ın cevap vermesini sağlamasıyla beraber yüzünde beliren kendini beğenmiş ifadeyi saklamaya dahi çalışmamıştı.

Kendi kazdığın kuyuya düştün yaşlı adamdiye düşündü Hadrian alaycı bir şekilde.

“Annem, sadece iksir yapabilmesine olanak sağlayan sınırlı bir sihir yapabilme becerisine sahip. Geçimimizi de bu şekilde sağlıyoruz. Yardım edebilecek yaşa ulaştığımda, anneme asistanlık yapmaya başladım.” Dikildiği yerde kıpırdanarak başını yana doğru eğdi. Serbest bir şekilde bilgi vermektense, Riddle’ın soru sormasını beklemeye karar vermişti.

Diğeri cevaplara ulaşmak istiyorsa, en azından bunun için çaba harcamalıydı.

“İlginç. Çok dayanıklı bir kadına benziyor. Peki baban nasıl birisiydi?”

“Malesef babamı pek hatırlamıyorum.” Yalan değildi.

“Annemin onu sevmiş olmasından, olağanüstü bir adam olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşabilirim. Hatta buna dair en ufak bir şüphem yok diyebilirim.” Bu da yalan değildi.

“Kesinlikle.”

Bir duraklama anı daha oldu. Hadrian, parmaklarının çanta sapındaki sıkı tutuşunu gevşetti. Önceki gerginliğinden sıyrılarak uzuvlarını serbest bırakmış, profesörün önünde sıkılmaya başlamış bir gencin duruşunu sergilediğinden emin olmuştu.

Riddle, bu anın çoğunda sessizce onu izlemeye devam etmişti.

Hadrian başkalarının dikkatini çekmeye alışkın olsa da - lanet olsun, bazen bundan aşırı bir şekilde zevk alıyordu - Riddle'ın keskin bakışları tüylerinin ürpermesine sebep oluyordu.

"Yaşıtlarınıza göre oldukça dikkat çekicisiniz Bay Evans." Bu iltifattaki dürüstlük, bu sefer Hadrian'ı hazırlıksız yakalayamamıştı. "İnanılmaz bir zekanın yanı sıra müthiş bir büyü yeteneği gösterdiniz. Gerçekten etkilendim.”

"Teşekkürler efendim,” dedi sakin bir tonla.

"Gerçi bir süredir zihnimi meşgul eden bir konu var."

Hadrian'ın çenesi endişeyle kasıldı. Riddle'ın sesindeki değişiklikten hiç hoşlanmamıştı.

"Nedir o?"

Riddle'ın, sınıfa ayak bastığından beri yüzünde taşıdığı kibar maske yıldırım hızıyla yerini başka bir ifadeye bırakmıştı.

Adamın yüz hatlarında beliren değişiklik göz korkutucuydu. Yumuşak bakan mavi gözlerin şu an taşıdığı çelik gibi sertleşmiş ifadeye olan dönüşme hızı, Hadrian’ın damarlarındaki kanın buz gibi olmasına yol açmıştı.

Bir anda etrafı, saf büyünün ezici varlığıyla doldu. Yıkıcı güç, her şeyi kuşatarak vücudunu sarmış ve benliğinin sıkışmış gibi hissetmesine sebep olmuştu. Oda sıcaklığı ani bir şekilde düştüğünde, Hadrian o sabah kalın ceketini giymeye karar verdiği için şükretmeye başlamıştı.

Tanıdık his, o gecenin hatıralarının – bu ezici güçle, üzerine yerleştirdiği gizlenme büyülerini ortadan kaldırmaya çalışırken canla başla mücadele ettiği anların – zihninde tekrardan canlanmasına sebep olmuştu.

“Beni rahatsız eden şey,” diye mırıldandı Riddle, ipek gibi bir sesle. Adam sandalyesinden kalktı ve masanın etrafından dolaşarak Hadrian’ın karşısına dikildi. Riddle ona dokunmak için hiçbir harekette bulunmamıştı, ama diğerinin üzerine eğiliyormuş gibi görünmesi Hadrian'ın psikolojik olarak kapana kısılmış gibi hissetmesine neden olmuştu. “İki gece önce, koridorlarda tek başına sinsi sinsi dolaşarak ne yapmaya çalıştığındı.”

Hadrian sessizce yutkunduğunda, profesörün gözleri bu hareketini takip etti. Histerik bir an için Hadrian, Jacob'ın izlerini örtmek için boynuna yerleştirdiği zayıf tılsımı Riddle'ın fark edip etmediğini merak etmişti.

Panik duygusunun benliğini sarmasıyla beraber, eş zamanlı olarak kriz anlarında ortaya çıkan buz gibi bir sakinlik kendini hissettirmeye başladı.

Hadrian cevap vermeden önce dudaklarını yaladı.

“Bu, oldukça ilginç bir soru profesör.”

 

 

Chapter 9: Bölüm Dokuz

Chapter Text

Hadrian'ın bakışları, durumdan nasıl sıyrılacağını değerlendirirken yana doğru kaydı. Riddle'ın, geçen gece onun Büyük Salon'da olduğunu bildiği açıktı. Adamın yüzündeki ifadeden de, Hadrian'ın durumdan rahat bir şekilde kurtulamayacağı sonucuna kolayca ulaşılabilirdi.

Açığa çıkmış olması sinir bozucuydu evet - ama içinde olduğu zor duruma rağmen, bu yine de dünyanın sonu olduğu anlamına gelmiyordu. Bundan hala kendini kurtarabilirdi.

Riddle korkunç derecede zeki ve aynı zamanda tehlikeliydi. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, şu an Hadrian'ın hayatı onun ellerindeydi.

Eğer adamı bu işin peşini bırakması için ikna edemezse...

Hadrian'ı gecenin bir yarısı kadehin yakınlarında gördüğünü yetkililere bildirirse, gerçek isminin ortaya çıkmasına hiçbir beceri ya da manipülasyon engel olamazdı.

Geçmişine yönelik yapılacak rutin bir seherbaz soruşturması bile, sahte hikayesindeki tutarsızlıkları gün yüzüne çıkarabilirdi. Geriye kalan her şeyin çorap söküğü gibi gelmesi de tahmin etmesi zor bir senaryo sayılmazdı.

Böylece tüm dünya, Potter ailesi varisinin hala hayatta olduğu ve Beauxbatons öğrencisi olarak aralarında dolaştığı gerçeğini keşfederdi.

Tanrım, bu durumda Voldemort da her şeyi öğrenmiş olurdu. Yurt dışından gelen bir misafir olduğu için bu gibi araştırmalara karşı Hadrian'a geçici bir koruma sağlanmış olabilirdi, ama yasa gibi eften püften bir şeyin Karanlık Lord'u durdurabileceğini ve ona ulaşmasını engelleyeceğini sanmıyordu.

Böyle bir şeyin olmasına kesinlikle izin veremezdi.

Bu da, biraz önce - yaklaşık iki dakika kadar önce - hayatının potansiyel olarak en büyük tehdidi haline gelen adama dikkatini tekrardan yöneltmesi gerektiği anlamına geliyordu. Hadrian bakışlarını Riddle'a döndürürken tatsız bir ifadeyle düşündü.

Bu düşünceyle beraber heyecan hissi damarlarında alevlenerek kendini belli etmeye başlamıştı. Hadrian yutkundu ve hissettiği paniğin yüzüne yansımasını engellemek için parmaklarını sıkıca çantasının sapına sardı.

Bazı gerçekleri açıklamadan bu durumdan kaçmayı denemek işe yaramayacaktı. Bu adamın yanındayken ne söylediğine çok dikkat etmesi gerekiyordu. Çünkü içinden bir his, hassas bir bilgiyi ağzından kaçırırsa adamın ilgisini daha da çok çekeceği konusunda Hadrian'ı uyarıyordu.

"Pekala Bay Evans? Kadehi etkilemeye çalışma hikayenizi dinlemek için sabırsızlanıyorum."

Hadrian duruşunu düzeltip kararlı bir şekilde bakışlarını kaldırdığında, adamın onu izleyen gözleriyle karşılaştı. Riddle'ın zihnini okuması ihtimaline karşı, öncesinde zihinbend bariyerlerinin sağlam bir şekilde yerinde olduğuna emin olmuştu tabi.

Elbette bu bariyerler dışında zihninde düşüncelerini meraklı gözlerden gizleyecek koruma mekanizmaları vardı, ancak hiçbir savunma hatasız değildi. Artı, Riddle'ın kaç tane dil bildiği hakkında en ufak bir fikri yoktu...

Kaçabilmesinin hiçbir yolu yoktu. Bazı sırlarından vazgeçmesi gerekiyordu - ve eğer sonunda bu durumdan sıyrılmasını sağlayacaksa, Hadrian bunun alınması değer bir risk olduğunu düşünüyordu.

Bununla beraber, dışarıdan pek öyle görünmese de avantajlı bir konuma sahipti.

Riddle ondan etkilenmişti. Bu durum, Hadrian düello platformuna adım attığından beri dikkatini yoğun bir şekilde ona odaklamış olmasından belliydi.

Şu an sahip olduğu bilgiyi gerekli otoritelere ulaştırmamayı ve onunla bire bir yüzleşmeyi seçmesi bile, Hadrian'a olan ilgisini azaltmaya yetmemişti.

Adam farkında olmaksızın Hadrian'a kendini açıklama fırsatı veriyordu. Çünkü durum ilgisini çekiyordu ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyordu.

Bu küçük raundu kazanabilmek için Riddle'ın ona olan ilgisini kullanabilirdi.

"Haklısınız profesör. O gece Büyük Salon'daydım." İşte, orada olduğunu itiraf etmişti. Riddle'ın bakışları ağır ve beklentili bir ifadeye büründü. "Ancak düşündüğünüz gibi kadehi etkilemeye çalışmıyordum."

"O zaman söylesene, ne yapmaya çalışıyordun?"

Hadrian, çocuksu ve iflah olmaz bir ifadeyle gülümsedi. "Merakımı gideriyordum. Sizin gibi bir akademisyenin bunun nasıl bir his olduğunu anlayabileceğini düşünüyorum efendim."

Riddle, Hadrian'ı daha fazlasını açıklamaya teşvik etmek için boğazının gerilerinden bir ses çıkardı. Hadrian Beauxbatons kütüphanesinin altını üstüne getirip, ilgisini çeken konuları araştırırken saatlerini harcamış olduğu için çok memnundu.

Çünkü ulaştığı bilgilerden biri, birazdan hayatını kurtarmak üzereydi.

Raina zamanımın çoğunu kütüphanede geçirdiğim için beni küçümsüyordu bir de, eğlenen bir ifadeyle düşündü.

"Geçen yıl okulumuzun kütüphanesinde, sihrin oldukça tuhaf bir türü üzerinde araştırma yapıyordum." Nedense söylediği şey, Riddle'ın gözlerinin bir anda anlaşılmaz bir ifadeyle parlamasına sebep olmuştu. Bu ifade o kadar beklenmedik bir anda gelmişti ki, Hadrian neredeyse panikleyip her şeyi eline yüzüne bulaştıracaktı. "Araştırmam sihirli nesnelerin duyarlılığıyla ilgiliydi."

Bunu söylemesiyle beraber adamın yüzündeki tuhaf ifade uçup gitmiş, onun yerine Riddle'ın durumla kısmen ilgilendiğini gösteren bir ifadeyle yüz yüze bırakmıştı.

"Ve sen de oradan edindiğin bilgileri kadeh üzerinde uygulamak istedin." Riddle hızlı bir şekilde durumu özetledi. Hadrian onaylayarak başını salladı.

"Sihirli nesnelerin belirli bir standarda tabi tutulamayacağı bilgisine ulaştım. Her birinin kendine has özellikleri ve duyarlılık seviyesi var."

Profesör düşünceli bir şekilde hımladı. Hadrian, dehşet verici bir sihir düzeyine sahip olmasına rağmen Riddle'ın sürekli öğrenmeye değer veren bir öğretmen olduğunu görebiliyordu. "Peki sana kadehi test etmenin akıllıca olduğunu düşündüren şey nedir?"

Hadrian omuzlarını silkti. "O akşam okul müdürünün yaptığı konuşmayı dinlediğimde, bir şey dikkatimi çekti.'Turnuvaya katılmak isteyenler adını bir parşömene parçasına yazmalı ve kağıdı ateşin içine atmalıdır. Kadeh aranızdan, şampiyon olmaya en layık olan adayı seçecek', " dedi hafifçe gülerek. "Bu açıklamayı yeterince ayrıntılı bulmadığım için beni bağışlayın."

"Her zaman yeni şeyler öğrenmekten zevk aldım efendim. Ve bildiğim kadarıyla, şimdiye kadar hiç kimse kadehin tam olarak nasıl çalıştığını anlayamadı. Bu yüzden hayatım boyunca, öğrenme arzumu dindirmeyi ve daha fazla bilgiye ulaşmayı kendime görev edindim. Çıkma yasağından sonra okula girdim ve ateşin içine boş bir parşömen parçası attım. Kadehin normal bir adaylıkla sahte bir adaylığı ayırt edip edemeyeceğini görmek istedim. Ayrıca durumun ne kadar farkında olduğunu ve olumsuz bir tepki verip vermeyeceğini ölçmek istedim."

"Peki ulaştığın bulgular ne oldu?"

Hadrian derin bir nefes aldı. "Kadeh yaptığım teste tepki vermedi. Bu sebeple de, aday olan kişinin reşit olması dışında pek bir şey umursamadığı sonucuna ulaştım. Yani sadece üzerinde isim olan adaylıkları kabul ediyor."

Riddle, söylediği şeyleri değerlendirirken parmaklarını farkında olmadan masaya vurdu. Hadrian, adamın konuyu orada kapatmasını dileyerek nefesini tutmuş bir halde bekledi. "Kendini gizleme nedenin de -"

"O gece yakalanmış olsaydım," diyerek düşünmeden adamın sözünü kesti. "Kadehi etkilemeye çalışmakla suçlanacaktım - ve katılımcı ülkelerin ihtiyacı olan en son şey, böyle bir olayın uluslararası ilişkileri mahvetme ihtimali olacaktı. Gizlenerek kendimi korumaya çalışmak o an atabileceğim en basit adımdı."

Kollarını çaprazlayarak bakışlarını profesörün bakışlarıyla buluşturdu. Adam Hadrian'ı izlemeye devam ettiğinde, Riddle'ın biraz önce söylediklerini ilgili bir tavırla değerlendirdiğinin farkındaydı.

"Benim olduğumu nasıl anladınız?" Meraklı bir şekilde sordu. "O gece beni görmediniz. Ders sırasında da kendimi ele verecek bir şey yapmadığımdan eminim."

Riddle, bu soruyu sormasına oldukça memnun olmuş gibiydi.

"Zavallı Bay Goyle'u sınıfın bir ucundan diğer ucuna savurduğunuz an, siz olduğunuzu anlamıştım." Riddle, onu bilgilendirmekten zevk aldığını belli eden bir ifadeyle açıkladı. "Her cadı ve büyücünün, parmak izleri gibi kendine özgü sihirli bir imzası vardır. Seherbazların suçluları yakalamak için kullandığı yöntemlerden biri aynı zamanda. Bu imza, sihirli özle ilintili olduğundan değiştirmeye çalışmak bazı tehlikeli yöntemler kullanılmadığı sürece imkansızdır. Tehlikeli yöntemler derken - ne kadar yetenekli olursa olsun, sıradan bir öğrencinin yeteneğinin kat be kat üzerinde olan ritüeller ve lanetlerden bahsediyorum."

Hadrian başını salladı. Daha önce, Riddle'ın sözünü ettiği ritüeller hakkında birkaç metin okumuştu. Bu ritüeller, korkunç oldukları kadar büyüleyiciydi de.

"Sihirli imzamı, o gece sizin kullandığınız finite incantatem'e karşı koymaya çalıştığım anda tanıdınız. Düelloda yaptığım büyüden sonra da ikisinin aynı iz olduğunu teyit etmiş oldunuz."

Profesör, konuşmalarının izlediği yoldan oldukça memnun görünen bir ifadeyle arkasındaki masaya yaslandı.

Hadrian, yetişkin büyücünün yüzündeki o kendini beğenmiş ifadeyi bir an önce silmek istiyordu. Bunu yapmaktan kaçınmasının tek nedeni, şu an Riddle yaptıkları sözlü tartışmalarından zevk alıyormuş gibi görünse de - adama fiziksel anlamda saldırmanın tehlikeli bir tepkiye yol açacağı ihtimaliydi.

Riddle'ın ne kadar güçlü olabileceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ama adamın büyüsüne maruz kaldığı o kısa zaman dilimleri - geçen gece ve şu an - onu profesörü kızdırmanın son derece aptalca bir hareket olacağı konusunda uyarıyordu.

Hadrian pek çok şey olabilirdi, ama aptal onlardan biri değildi.

Bunu yapmak yerine, o dürtüsünü bastırmak için derin bir nefes aldı. "Peki, neden beni diğerlerine şikayet etmediniz?" diye sordu. Riddle uzun parmaklarıyla çenesini ovuşturdu ve ona sırıttı.

"Merakımı... gidermek istedim," diyerek biraz önce söylediği kelimeleri Hadrian'a iade etmişti. "Sadece sihir düzeyime yaklaşmakla kalmayıp beni başarılı bir şekilde savuşturmayı becerebilen biriyle sık sık karşılaşmıyorum."

"Ama ben sizi savuşturmadım - en azından tamamıyla değil." Riddle'ın neden bahsettiğini anlayabilmesine rağmen itiraz etti. Ondan daha güçlü birisine karşı savaşmak, Hadrian için hem çok korkutucu hem de canlandırıcı olmuştu.

Büyü gücü açısından yaşıtlarının çok üzerinde olmak, herhangi bir meydan okuma ya da zorluk hissetmeden geçen yıllardan sonra gerçekten sıkıcı bir hale gelebiliyordu.

Riddle'la olan karşılaşması, Hadrian'ın yenilgiyi hissettiği en yakın an olmuş - kaçmayı başardığında, nefes nefese kalmasına ve sersemlemiş gibi hissetmesine yol açmıştı.

Yenilme düşüncesinin onu gerçek anlamda heyecanlandırdığı düşüncesi, onda bir sorun olduğu anlamına geliyor olabilirdi.

"Görmezden gelme büyünü ortadan kaldırmakta başarısız oldum. Bu da o anda, benden daha başarılı olduğun anlamına geliyor." Hadrian'a benzer şekilde, Riddle da kendisiyle mücadeleye girebilecek ve - kısmen de olsa - kazanabilecek kapasitede olan birisiyle karşılaşmaktan açık bir şekilde memnun kalmış gibiydi.

Belki de gerçekten birbirlerine benziyorlardı.

Aralarında neredeyse arkadaşça olarak tanımlanabilecek bir sessizlik anı oldu. Ama sonrasında, Riddle'ın gözleri acımasız bir ifadeyle parlamaya başlamıştı.

"O zaman söyleyin bana Bay Evans, gerçekten kadehin mekanizmasını mı merak ettiniz - yoksa kendinizi turnuvada aday göstermemek için bir yol aramakla mı uğraşıyordunuz?"

Bunu duymasıyla beraber Hadrian'ın tüm vücudu tekrardan buz kesmiş, kendini ne zaman rahat hissetmeye başladığını merak eden donuk bir ruh haliyle baş başa bırakmıştı.

Riddle, dudakları tuhaf ve varla yok arası bir gülümsemeyle kıvrılmasına rağmen ilgili bir ifadeyle onu izlemeye devam ediyordu.

Bunu çözeceğini bilmeliydim.

Hadrian dalgın bir şekilde alt dudağını yaladı. Karşısındaki adamın bu hareketi takip ettiğini farkedemeyecek kadar düşüncelere dalmıştı. "Niçin turnuvaya girmekten kaçınmak istediğimi düşündünüz?" diye sordu, biraz daha zaman kazanabilmek için.

"Bu sonuca ulaşmak zor olmadı," dedi Riddle kısa bir süre bekledikten sonra. "Zeki bir genç olduğun açık. Turnuvanın kazananına vaat edilen şan ve şöhretle baştan çıkabilecek birisi gibi görünmüyorsun. Ve turnuva hakkında bilgisi olan herkes, şampiyonların tamamlaması beklenen görevlerin aşılması oldukça güç tehlikeler barındırdığını biliyor. Senin gibi birisinin bu tehlikelerden kaçınabilmek için elinden gelen her şeyi yapmak istemesi bana oldukça doğal geldi."

Hadrian bir korkak olduğu imasını duyduğunda irkildi. Bu his zihninde, şampiyon olmama kararının ardında yatan şüphelerine ve arkadaşlarından birinin hayatını riske attığı hakkındaki düşüncelerine oldukça yakın bir yerde konumlanmıştı.

Bu adamın, zayıflığını bulup direkt olarak yüzüne vurması Hadrian'ın hiç hoşuna gitmemişti.

Profesör bu küçük tepkisini yakalamış olmalıydı ki, ona yatıştırıcı bir şekilde gülümsedi. "Bunu söyleyerek size hakaret etmek istemedim Bay Evans. Kendini koruma arzusu, herkesçe sahip olunması gereken önemli bir özellik. Ama nedense, birçok insanın genellikle bunu göz ardı ettiğini veya korkaklık olarak nitelendirdiğini görüyoruz. Ben bunu sadece başka bir gün savaşabilmek için yaşamaya devam etmek olarak görüyorum."

"Soyut bir amaç için hayatımı riske atmanın mantıklı bir şey olduğunu düşünmüyorum. 'Şöhret' ve 'şan' güzel kavramlar evet -" Hadrian alaycı bir tavırla konuştu. "Ama bir şeye balıklama atlamadan önce tam olarak neye bulaştığımı bilmeyi tercih ederim. Direkt olarak tehlikeye dalmayı aptalca buluyorum."

Riddle'ın dudakları hafifçe kıvrıldı, kullandığı ses tonu ve kelimeler onu eğlendirmiş gibiydi.

"Bu oldukça Slytherin bir bakış açısı," dedi adam, sanki söylediği şey güzel bir şeymiş gibi bir ses tonuyla. "Yani turnuvanın yeniden kurulmasını onaylamıyorsunuz, öyle mi Bay Evans?"

"Bu anlamda düşünebilirsiniz evet," dedi Hadrian bozulmuş bir ifadeyle. Slytherin'lerle karşılaştırılmaktan dolayı rahatsız hissederek yana doğru baktı. Slytherin Binası'na karşı hiçbir şey hissetmiyordu. Bu şekilde hissetmesinin tek sebebi, ebeveynlerinin Gryffindor'da olması ve kendisinin de onlar gibi Gryffindor özelliklerini taşıdığını düşünmekten hoşlanmasıydı.

"Neden böyle düşündüğünüzü sorabilir miyim?"

Hadrian, göz ucuyla adamı izlerken durumu değerlendirdi. "Bütün bunları gereksiz buluyorum profesör," diye kabul etti. Riddle bir Karanlık Lord sempatizanı olabilirdi, ama nereden geldiğini bilmediği bir histen dolayı - Hadrian diğerinin aralarında geçen konuşmadan başka birine bahsedeceğini düşünmüyordu. Korkunç derecede naif bir düşünce olmasına rağmen, içgüdülerinin daha önce Hadrian'ı yanıltmadığı da bir gerçekti.

Adamda gardını indirmesini sağlayan bir şeyler vardı - ve bu çok tehlikeli bir durumdu.

Hadrian konuştukları şeyleri tekrardan zihninde evirip çevirdi. Riddle'ın karşısında bu kadar açıksözlü davrandığı ve sorularına hızlı bir şekilde cevap verdiği için kendisine kızmadan edemişti. Konuşmaya o kadar dalmıştı ki, ne söylediğini adamakıllı durup düşünecek vakti olmamıştı.

En azından çok önemli bir bilgi vermemişti. Artı, turnuva hakkındaki fikirlerini de hiçbir zaman çevresindekilerden saklamamıştı. Sınıf arkadaşlarının çoğunun bir noktada, turnuvayı onaylamadığını anladığından emindi.

İlginç bir şekilde, Riddle'ın kendisi de turnuvayı önemsiyormuş gibi gözükmüyordu. Bu konu hakkında konuşurken kullandığı ses tonu, sanki sıkıcı bir olaydan bahsediyormuş gibiydi.

"Şampiyonların içine girdiği risk faktörünü tamamen göz ardı ettiğimizde, bu kararla ilgili katılmadığım birçok nokta var."

"Oh?"

Hadrian içgüdülerine güvenip konuşmaya devam etmeden önce, kısa bir kararsızlık anıyla duraksadı.

"Önümde gerçekleşen siyasi üstünlük gösterilerini fark edemeyecek kadar kör değilim profesör." Duygusuz bir ifadeyle söylediğinde, karşısındaki adam ona küçük bir gülümseme yollamıştı.

"Bununla beraber, Lord Voldemort'un turnuvayı tekrar kurmasının ardındaki sebepleri de anlayabiliyorum tabi," Riddle'ın vereceği tepkiyi dikkatlice izlerken kurnaz bir ses tonuyla ekledi. Adamın rahatsız olduğunu hissettiği anda bu konuyu kapatacaktı.

Riddle, Karanlık Lord'un adını duymasıyla yumuşak ve tuhaf bir tıslama sesi çıkarmış - ama öfkelendiğine ya da onu azarlamak üzere olduğuna dair hiçbir emare göstermemişti. Bu yüzden Hadrian dikkatli bir şekilde konuşmaya devam etti.

"Bu,'İlişkileri geliştirme' ve 'yeni ittifaklar kurma' gibi görünen hedefleri gerçekleştirmenin yanında -" Son kısmı söylerken aklına, Malfoy'un Éric'in ofisinde sergilediği küçük gösteri gelmişti. "Karanlık Lord'un İngiltere üzerindeki mutlak hakimiyetini dünyanın geri kalanına gösterebilmesi için bir fırsat. Herkese İngiltere'nin onun olduğunu ilan ediyor."

"Öyle olduğuna mı inanıyorsun?"

Hadrian profesöre neredeyse alaycı olarak tanımlanabilecek bir bakış attı. "Her şeyin kontrolü altında olduğundan emin olmasaydı, politik rakiplerini evine davet etmezdi. Lord Voldemort aptal değil. Eğer ülkeyi yönetme konusunda şüpheleri olsaydı, bu turnuva yapılmazdı ve ben de evime geri dönmek zorunda kalırdım."

Sözleri Riddle'ı memnun etmiş gibiydi. Adamın tepkilerini ilgili bir şekilde zihnine not etti.

"Tek teoriniz bu mu Bay Evans?"

Hadrian omuzlarını silkti. Voldemort hakkında saygılı konuştuğu sürece Riddle'ın, onun söylediği şeylere aldırmayacağından artık emindi. "Teorilerimden birisi. Ayrıca, işe alım yapmak için uluslararası bazda yetenekli öğrenci avına çıkmış olabileceğini düşünüyorum."

"Ve sen o kategoriye girmiyor musun?" Profesör eğlenen ve ne olduğu belli olmayan bir ifadeyle sordu.

"Ah, Karanlık Lord beni istemezdi." Hadrian alaycı bir şekilde mırıldandı. Diğerinin yüzündeki ifade tekrardan çözümleyemediği - belki de inanmazlık ifadesiydi? - bir şeye evrilmişti. Hadrian becerebildiği en masum ifadeyle gülümsedi. "Maalesef ben, katı bir şekilde Aydınlık tarafa bağlı olarak yaşayan bir büyücüyüm. Sihrin benimkiyle tamamen zıt bir dalına saygı gösteren bir adama ne gibi bir faydam dokunabilir?"

Bu bariz bir yalandı. Hadrian, nefes almak kadar kolay bir şekilde kara büyü yapabilirdi.

Riddle'ın attığı şüpheli bakışlar ona, adamın ya yalan söylediğini anladığını ya da yalan söylediğini tahmin ettiğini söylüyordu. Profesör - düşünceleri ne olursa olsun - hızlı bir şekilde başka bir konuya geçti.

"Yani kendini aday göstermek istemiyorsun öyle mi?" dedi, sesi neredeyse hayal kırıklığına uğramış gibi çıkmıştı. Hadrian, Beauxbatons şampiyonu olarak seçilmediğinde birçok kişinin bu şekilde hissedeceğinden emindi.

Cevap verme fırsatı bulamadan kapı çalındı. Hadrian omzunun üzerinden baktığında, Jacob'ın özgüvenli ve tasasız bir tavırla içeriye girdiğini gördü. Diğer gencin izlerle bezenmiş boynunu gözlerden saklamak için parmağını bile kıpırdatmamış olduğunu donuk bakışlarla gözlemlediğinde, Claire'in bunu görmemiş olması için dua etti.

Kimi kandırıyorum ki? Nerede olduğumu öğrenebilmek için Claire ve Raina'nın yanına uğramış olması gerekiyor. Eğer Claire Jacob'ın bu düşüncesizliği yüzünden üzülmüşse...

"Jacob." Arkadaşı yanına geldiğinde kibarca selamladı. Diğer genç ona gülümsemiş, kolunu gevşek bir tutuşla Hadrian'ın beline sarmıştı. Hadrian alışık olmadığı bu dokunuş karşısında gözlerini kırpıştırdı. Jacob'la seks yapıyor ve birbirleriyle oynamaktan zevk alıyor olabilirlerdi - ancak ikisi de sevgilerini göstermeyi seven tipte insanlardan değillerdi.

Arkadaşının ne yapmaya çalıştığını merak ederek, belindeki ele gizleyemediği bir şaşkınlık ifadesiyle baktı. Özellikle de karşılarında bir öğretmen varken.

"Hadrian," diye karşılık verdi, derin bir ses tonuyla. "Profesör." Başını hafifçe adama doğru eğerek eklemişti. "Konuşmanızı böldüğüm için bağışlayın, fakat saygıdeğer müdiremiz Hadrian'ı odasına bekliyor. Kaktüslerle ilgili bir konu hakkında konuşmak istiyormuş sanırım?" Son kısım sadece Hadrian'a yönelikti - Jacob'ın her saniye kahkaha atacakmış gibi duran sesinden bunu anlayabiliyordu.

Hadrian bu iğnelemeyle gözlerini kıstı.

Görünüşe göre, başarısızlık hikayesini yayan tek kişi Raina değildi.

"Peki o zaman." Tereddüt eden bir ifadeyle dikkatini tekrardan Riddle'a yöneltti. "Konuşma için teşekkür ederim profesör. Konuştuğumuz şeylerin... aramızda kalacağına dair hiçbir şüphem yok." Bunu talep etmesi biraz küstahça bir hareket olmasına rağmen, Riddle içten bir ifadeyle başını salladı.

Adamın bakışları, belinden henüz ayrılmamış olan ele ve oradan da o elin sahibine - Jacob'a kaydı. Sonrasında da boynundaki solmaya yüz tutmuş izler üzerinde oyalanmıştı. Açıklanamayan bir nedenden dolayı Hadrian ani bir kızarma dürtüsü hissetti. "Tabi ki Bay Evans. Konuşmamıza başka bir zaman devam edebiliriz."

Hadrian, Riddle'ın bunu onunla tekrar konuşabilmek için bir fırsat olarak kullanacağını bilmesine rağmen rahatlamış bir ifadeyle başını salladı. Çıkmak için kapıya yöneldiğinde, Jacob da belindeki sahiplenici tutuşunu bırakmadan peşinden gelmişti.

 

.

.

.

 

Kapı kapandığı anda Hadrian belindeki eli itmiş, soran bir ifadeyle kaşlarından tekini havaya kaldırmıştı. Jacob sert bir şekilde iç çekti. “Onunla yalnız kaldığına inanamıyorum,” dedi, kısa genci Savunma sınıfından uzağa çekiştirerek. “O adam, senin de tüylerini diken diken etmiyor mu?”

Hadrian, arkadaşının biraz önce yaptığı hareketler sinirlerini bozmuş olmasına rağmen gülümsedi. “Sonlara doğru o kadar da kötü değildi aslında. Ona alıştıktan sonra, oldukça ilgi çekici bir kişiliğe sahip olduğunu farkettim. Bana biraz kendimi hatırlatıyor.”

“Seni yiyecekmiş gibi bakıyordu.” Jacob, abartılı bir şekilde titredikten sonra şikayetlerine devam etti. “Adam büyükbaban olacak yaşta."

“Hayır öyle bakmıyordu.” Hadrian, tatlı bir bıkkınlıkla çıkıştı. “O, oldukça zeki bir adam ve sen sınıfa dalmadan önce - ister inan ister inanma - ilginç bir konuşma yapıyorduk. Şimdi, Madam Maxime’in beni gerçekten neden görmek istediğini söyleyecek misin?”

“Hmm?” Jacob, dudaklarının kenarları küçük bir sırıtmayla kıvrılmaya başlarken sordu.

“Ah, o mu?” Elini havadar bir tavırla salladı “Onu, seni o kart zamparadan kurtarabilmek için ben uydurdum. Onun gibi birisiyle uğraşırken seni yalnız bırakabileceğimi düşündün mü gerçekten?”

Hadrian gözlerini yumarak homurdandı. “Seninle neden arkadaş olduğumuzu bana tekrardan hatırlatır mısın?”

“Çünkü olağanüstü bir insanım ve varlığımla bile gününü aydınlatmaya yetiyorum.” Bu hızlı ve ukala cevap, Hadrian’ın ufak bir kahkaha atmasına sebep olmuştu.

“Ah kulağa doğruymuş gibi geliyor. Hadi Büyük Salon'a gidelim. Bu konuşmadan sonra güzel bir şeyler yemeyi hak ettim bence,” dedi başıyla Savunma sınıfının olduğu yönü işaret ederek.

“Bu arada, ne hakkında konuşuyordunuz?” diye sordu Jacob. Bunun söylemesiyle beraber, diğerinin üzerinde tuhaf bir hava olduğunu farkeden Hadrian aniden durdu. Yanında sürüklediği arkadaşı da onunla beraber durmak zorunda kalmıştı tabi.

“Jacob,” dedi arkadaşını dikkatle inceleyerek. “Ne kadarını duydun?” Sesi şaşırtıcı derecede sakindi. Bu durum - ses tonundaki bariz öfke eksikliği - Jacob'ı, soruyu başka yöne çevirmeden ve arkadaşının tepkisini çekme riskini göze almadan, sorusuna bir an önce cevap vermesi yönünde ikna etmiş olmalıydı.

“Çoğunu." Jacob, pişman olmayan bir ses tonuyla suçunu kabul etti. “Neden bahsettiğinizi kavrayacak kadar.” Hadrian yorgun bir ifadeyle gözlerini kapattı.

“Düşündüğün gibi değil,” dedi Hadrian gönülsüzce. Kaybedilmiş bir tartışmayı nerede görse tanırdı. Tartışmanın seyrinin nasıl gelişeceğini şimdiden hayal edebiliyordu.

“Benim düşündüğüm asıl şey senin – endişelenmememi söyledikten hemen sonra – adaylıktan kaçınmanın bir yolunu bulabilmek için Hogwarts’a gizlice girmen ve bunları yaparken de Savunma profesörüne yakalanmış olman!”

“Kapa. Çeneni,” dedi Hadrian sert bir ses tonuyla. Bir yandan da bakışları, birinin onları duyup duymadığını kontrol etmek için koridor boyunca gezinmişti. Jacob’ı yakasından kavradı ve tek kelime etmeden genci yakınlarda olan boş bir sınıfa doğru çekiştirmeye başladı.

Hadrian pek de kibar olmayan bir hareketle onu içeri ittiğinde, Jacob olduğu yerde sendeledi. Sonrasında kapıyı kapatmış ve sınıfın etrafına hızlıca - asasız bir şekilde - sıradan bir gizlilik bariyeri yerleştirmişti. Bariyerinin yeterince güçlü olduğuna kanaat getiren siyah saçlı genç, arkadaşına döndü. “Tamam... Acele et ve söylemen gereken şeyi söyle de cevabını verip dikkatini dağıtabileyim.”

Jacob öfkeyle kızardı. “İstediğin zaman parmağında oynatabileceğin bir aptal değilim Hadrian! Benim hakkımda gerçekten bu şekilde mi düşünüyorsun?”

Hadrian gözlerini devirdi. “Lütfen yapma Jacob. Sen benim en iyi arkadaşımsın. Bunu sorgulayarak birbirimizin canını acıtmayalım.”

“Arkadaş olduğumuzu biliyorum, ama beni bu şekilde kandırmanın kolay bir şey olduğunu düşünmen, pek de sıcak ve samimi hissettirmiyor.”

Hadrian’ın ifadesi gencin söyledikleriyle biraz yumuşadı. Ancak tavırlarına olan etkisi daha büyük olmuştu. “Jacob,” diye mırıldandı. “Seni ne kadar takdir ettiğimi biliyorsun. Seni ne kadar önemsediğimin de farkındasın. Bildiğim şeylerin çoğunu, seni ve babanı gözlemleyerek öğrendim. Seni herhangi bir şekilde küçümseyecek kadar kalpsiz birisi olduğumu düşünme lütfen.”

Jacob elini sertçe saçlarının arasından geçirdi. “Şampiyon olmaya neden bu kadar karşı olduğunu ve neden kendini geçersiz bir şekilde aday göstermeye varacak kadar  ileri gittiğini bilmek istiyorum sadece.”

Hadrian iç geçirdi. “Biliyorsun yapabilseydim, bunun sebebini sana çoktan söylemiş olurdum. Ama şu an bulunduğum noktada bunu yapmak, benim açımdan mantıklı bir hareket değil.” Kısa genç ona doğru birkaç adım attı ve muhteşem güzellikteki yeşil gözleriyle yalvarırcasına baktı.

“Lütfen Jacob?” dedi yumuşak bir ses tonuyla. “Bu konuda bana güvenmeni istiyorum senden.”

Lanet olsun. Jacob, Hadrian’ın üzgün ve yalvaran ifadesi karşısında duvarlarının bir bir indiğini hissedebiliyordu.

Koyu saçlı genç Jacob’ın duruşundaki zayıflık belirtilerini yakaladığında, ona biraz daha yakınlaşarak sarıldı. Babası onun bu kadar kolay bir şekilde etkilendiğini görseydi, kesin hayal kırıklığına uğrardı. Jacob, bu düşünceler arasında kollarını yavaşça Hadrian’a sardı. Arkadaşı ondan ne zaman bir şeyler istese, istediklerini tekrar tekrar yapmaktan kendini alıkoyamıyordu.

Nüfuzlu ve güçlü bir ailenin varisi olmasına rağmen, değer verdiği insanlara karşı koyamayacak kadar zayıftı.

“Hadi -" Hadrian, sarılmaları bittikten birkaç saniye sonra tatlı bir ifadeyle konuştu. Sonrasında Jacob'a sırıtarak devam etti. “Yemek yemeye gidelim. Kurt gibi acıktım.”

Bunu duymasıyla Jacob da ona gülümsemiş ve birlikte Büyük Salon’a doğru yola çıkmışlardı.

Çok daha sonra – yemek yemeye başladıkları süre zarfında - Raina Hadrian’a profesör Riddle’ın ondan ne istediğini sordu. Jacob o an, Hadrian’a sorduğu sorunun cevabını alamamakla kalmayıp arkadaşının turnuvaya katılmayı neden istemediğini bulmakta başarısız olduğunu farketmişti. Resmen, gencin sohbeti kontrol etmesine ve kendi istediği yönde ilerletmesine izin vermişti.

“Acele et ve söylemen gereken şeyi söyle de cevabını verip dikkatini dağıtabileyim.”

Hadrian ve Raina rutinleşmiş kavgalarından birine tutuştuğunda, Jacob dikkatle onları izledi. Parmakları istemsizce elinde tuttuğu çatalın etrafında sıkılaşmıştı.

Beni kandırdı. Yine.

Jacob, Hadrian'ın onu bir kez daha kolayca devre dışı bıraktığı düşüncesiyle beraber - içinde yeni bir öfke kıvılcımının parlamaya başlamasına engel olamamıştı.

Sadece bu olanları anlayamıyordu. Bazen, yıllardır tanıdığı arkadaşıyla değil de tamamen farklı birisiyle uğraşıyormuş gibi hissediyordu. Hadrian’ın ruh halleri her zaman değişken ve tahmin edilemez olmuştu, ama şu anki durumu Jacob’ın şimdiye kadar hiç tanık olmadığı bir şeydi.

Yanlış giden bir şeyler vardı. Hadrian, turnuvanın tekrardan kurulacağını duyduğundan beri farklı davranıyor ve sorularına kaçamak cevaplar veriyordu. Değişimi gözle görülür bir düzeyde olmamıştı. Hatta Jacob, diğer gencin bu davranışlarını kendisinin bile fark ettiğinden emin değildi.

Cevaplara ulaştıran ipuçlarını tek başına bir araya getirmeye çalışmaktan ziyade - arkadaşının, onu rahatsız eden şey her neyse açık bir şekilde anlatacak kadar kendisine güvenmesini istemişti sadece.

Jacob, Hadrian’ın Karanlık Lord’dan pek hazzetmediğinin farkındaydı. Lucius Malfoy’la karşılaştığında gösterdiği tepki, adamın takipçilerinden de hoşlanmadığı hakkında ona birtakım ipuçları vermişti. Jacob’ın bilmek istediği şey, arkadaşının neden bu şekilde davrandığıydı.

Hadrian’ın, Karanlık Lord’a nefret beslemesinin ardında yatan temel sebep neydi?

Malfoy’un o gün sergilediği oyuna neden bu kadar sert bir tepki vermişti?

Turnuvanın yeniden kurulmasına neden bu kadar karşıydı?

Jacob, turnuvanın şampiyonlar için ne kadar tehlikeli bir hal alabileceğinin farkındaydı. Turnuva sürecinin tamamı, saçmalık derecesinde zor görevlerle doluydu ve görevler esnasında şampiyonların ölme ihtimali vardı. Ama turnuva sonunda, kazanan kişinin 'kahraman' olarak ilan edileceği de herkesin bildiği bir gerçekti sonuçta.

Jacob'ın, Hadrian’ın turnuvayı kazanacağına dair inancı tamdı. Genç, Jacob’ın şimdiye kadar karşılaştığı en yetenekli büyücülerden birisiydi ve bilgi düzeyi ürkütücü derecede fazlaydı. Diğer şampiyonları kolayca alt ederek turnuvayı kazanabilir, Beauxbatons’un adını en tepeye yazdırabilirdi.

Bunlara rağmen, Hadrian'ın kendisini aday göstermekten kaçınmaya çalıştığına kulak misafiri olmak...

Beauxbatons'ın şampiyonu olsaydı, bu onun akademiden sonraki hayatında da işine yarayabilirdi. Jacob, yemeğini yerken çocuksu sayılabilecek bir öfkeyle düşündü.


.

.

.

 

O günün gecesinde, koridorlar derin bir sessizliğin hakimiyeti altındaydı. Bir figür Büyük Salon’a giden yola doğru hızla ilerlerken, eskimiş taş zeminde attığı seri adımlar kimsenin dikkatini çekmesin diye sessizleştirilmişti.

Bakışları, herhangi bir hareket belirtisi olup olmadığını kontrol etmek için ileriye doğru sabitlenmişti. Takip edilmediğinden emin olmak için ara sıra arkasına da göz atmayı ihmal etmiyordu tabi.

Hogwarts geceleri tamamen farklı – karanlık ve basık - bir atmosfere bürünüyordu. Sabahları koridorlar, güzel bir manzaraya açılan büyük pencerelerden giren gün ışığıyla aydınlanıyor, şatoya karşı konulmaz bir sıcaklık hissi veriyordu.

Ancak geceleri... taş duvarlar sanki üstüne üstüne geliyormuş gibi oluyordu. Etrafında hiçbir sesin olmayışı onu küçük ve önemsiz hissettiriyordu. Duvarlara yansıyan gölgelerin zihninde oyunlar oynaması da cabasıydı. Soluduğu hava bile boğazında takılıp kalmış gibiydi.

Baştan sona sinir bozucu bir deneyimdi.

Az ilerisinde, cüppe hışırtısına benzer bir ses duydu.

Figür bunu duyduğu anda kendini yan tarafındaki taş duvara bastırdı ve saklandığı yerin gölgesinde hiç kıpırdamadan bekledi. Bu esnada, gizlilik bariyerini elinden geldiğince güçlendirmişti tabi.

Cüppesinin önüne öğrenci başkanı rozeti iliştirilmiş bir kız, önünden geçmeden önce uzun bir sessizlik anı yaşandı. Kızın görünüşünden, yoğun bir gün geçirdiği sonucuna ulaşılabilirdi. Koridor boyunca gezdirdiği yorgun gözleri, normalde olduğu kadar keskin değildi - hatta donuk sayılabilecek bir görünüşe sahipti.

Bu, öğrenci başkanı tarafından fark edilmemesini sağlayan tek şeydi. Kız onun yaslandığı tarafa bir bakış bile atmaksızın koridordaki yürüyüşünü sürdürdü.

Figür, diğerinin gittiğinden emin olduktan sonra saklandığı köşeden çıktı ve yoluna öncekinden biraz daha hızlı adımlarla devam etti.

Sonunda varış noktasına ulaşmıştı.

Usulca uzandı ve Büyük Salon’un devasa kapılarını tek bir gıcırtı bile çıkarmadan açtı.

Figür eşiğe geldiğinde tereddüt etti. Bakışlarını tekrardan ıssız ve karanlık koridor boyunca temkinli bir şekilde gezdirmeden edememişti. Öğrenci başkanıyla yaşadığı talihsiz karşılaşma, içinin paranoya ve huzursuzlukla dolmasına yol açmıştı.

Birkaç saniye bekledikten sonra, kimsenin onu rahatsız etmeyeceğine emin olmuş bir şekilde içeriye girdi ve kapıyı ardından yavaşça kapattı. Bunu yaptıktan sonra, hızlı adımlarla kadehin yanına ulaştı.

Dans eden mavi alevler yüzüne uğursuz görünüşlü gölgeler düşürmüştü.

Yaş çizgisi ayrıldı ve figürün herhangi bir sorun yaşamadan kadehe yaklaşmasına izin verdi.

Parmakları neredeyse bilinçsizce cebindeki parşömen parçasını çıkarmak üzere hareketlenirken, kadehin önünde bekledi.

Koyu renkli gözleri aceleyle yazılmış olan ismin üzerinde oyalandığında, tuhaf bir his tüm göğsüne yayılmıştı.

Hadrian Evans.

Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan beklemiş ve saygılı bir ifadeyle önündeki ismi incelemişti. Parmağını harflerin üzerinde bir bir gezdirdi - az kalsın, tam olarak kurumamış olan mürekkebin dağılmasına yol açacaktı.

Sonunda düşüncelerinden sıyrılarak omuzlarını dikleştirdi ve planını uygulamaya koyuldu.

Kararlı bir ifadeyle, katlanmış kağıdı kadehin bekleyen alevlerine attı.

Çok geçmeden adaylığın kabul edildiğini gösteren o küçük parlama görüldü.

Arkasını döndü ve biraz önce yaptığı şeyden dolayı hem suçlu hem de heyecanlanmış hisseden bir ruh haliyle odadan ayrıldı.


.

.

 

.

 

“Bu sabah iyi bir ruh halinde gibisin.” Hadrian yanına oturup tabağından bir dilim tost çalma girişiminde bulunduğunda Claire konuştu. Suçlu parmaklara sert bir fiske attı ve başını çevirme ihtiyacı dahi duymadan başarılı bir şekilde Hadrian'ı tabağından uzaklaştırdı.

Genç elini hızla geri çekti, ama canı yanmış gibi görünmüyordu. “İyi uyudum ondandır,” dedi, parlak mizacını yansıtan bir ses tonuyla.

Claire göz ucuyla ona bir bakış attı. “Gerçekten mi?”

Onaylayan bir hımlamayla bardağından bir yudum aldı. Claire, aromalı kokusundan bardağın içindekinin kahve olduğunu tahmin edebiliyordu. Kahve içmek, Hadrian’ın Beauxbatons’tayken bile nadiren yaptığı, bir tür kendini şımartma yöntemiydi.

“Senin uykun nasıldı peki?” diye sordu dalgın bir ifadeyle. Bir yandan da yeşil gözleri teyakkuz halinde Büyük Salon’u tarıyordu. Claire gencin kimi – ya da neyi – aradığını merak etti. Hadrian’ın dikkatini ona yöneltmemiş olması, diğerini tanıdığından kızın o kadar da gücüne gitmemişti.

“Ah, her zamanki gibi işte,” dedi neşeli bir şekilde. “Raina’yla aramızda olan cinsel gerilimi sonunda çözdük. Dün gece odamızdan gelen sesleri duymamana çok şaşırdım.”

“Güzel,” diye mırıldandı, arkadaşının o an söylediği şeyi kavrayamadığı çok belliydi. Claire ufak bir gülümsemenin yüzünde belirdiğini hissetti.

Raina, Claire’in karşısındaki sandalyeye oturdu. “Ne hakkında konuşuyordunuz?” diye sordu.

“Hadrian’a, beraber geçirdiğimiz çılgın geceden bahsediyordum.”

Raina kafa karışıklığı içinde kaşlarından tekini kaldırdı. Hadrian’ın dalgın halini fark ettiğinde, Claire gibi o da sırıtmaya başlamıştı. “Ah evet, tabi ki de. Mükemmel bir geceydi. Belki bir sonrakinde senin de katılmana izin veririz ha?”

“İyi olurdu,” diye cevapladı Hadrian, kaşlarını hafifçe çatarak. Gencin arayan bakışları, kapıdan giren öğrenci gruplarının arasında gezinmeye devam ediyordu.

İki kız birbirlerine bakarak kıkırdadılar – çok geçmeden kıkırdamaları kahkahaya evrildiğinde etraflarındaki birkaç öğrencinin dikkatini çekmişlerdi. Yüzleri gülmekten hafifçe pembeleşmişti.

“Şimdi tek yapmamız gereken arkamıza yaslanıp söylentilerin yayılmasını beklemek. Gün sonunda ikimiz hakkında ne söyleyeceklerini tahmin dahi edemiyorum,” dedi Claire kıkırdayarak.

“Konuşacakları şeyin, Beauxbatons öğrencisi iki alımlı genç kızın enfes ilişkileri hakkında olacağına dair en ufak bir şüphem yok. Daha doğrusu buradaki mucize çocuğu olaya dahil edip, potansiyel üçlü bir ilişkiden de bahsedebilirler.” Raina, dudakları bu düşünceyle kıvrılmaya başlarken umursamaz bir alaycılıkla konuştu.

“Bir ihtimal daha var. Bence Hadrian, skandal olarak görülebilecek türden ilişkilere karışabilecek bir yapıya sahip. Belki de çoktan karışmıştır bile.” Yanlarında uslu bir şekilde oturan gence imalı bir bakış gönderdiler.

Nedense ben bu şekilde olduğunu düşünmüyorum,” dedi Raina bir süre sonra. “Yattığı kişiler hakkında oldukça seçici. Fleur’u hatırlıyor musun?”

Claire güldü. “Ah, o fiyaskoyu nasıl unutabilirim. İkisi öyle bir zıtlaşmıştı ki, kız dönemin yarısını Hadrian'ı düelloda alt etmeye çalışarak geçirdi.”

Raina, sakin-ama-temkinli dördüncü sınıf öğrencisi Hadrian’la ağzından ateş püskürten yedinci sınıf öğrencisi Fleur arasında geçen unutulmaz düellolardan birkaç tanesini hatırladığında zevkle gülümsedi. “Hadrian’ın, Fleur’un mezuniyetinde yaptığı şeyi hatırlıyor musun?” diyerek konuşmasına devam etti Claire.

İkisi de imrenerek iç çekti.

Hadrian dördüncü yılının çoğunu - Fleur’un flört teklifini pek de ince olmayan bir şekilde geri çevirdikten sonra - yapabildiği her fırsatta kızı kızdırmaktan ve ufak bir etkiyle soğukkanlılığını kaybetmesine yol açmaktan zevk alarak geçirmişti.

Hadrian’ın aynı senenin sonlarına doğru Düello dersini hakimiyeti altına almaya başlaması, tüm bu anlaşmazlığa tuz biber olmuştu.

Hadrian ve Fleur ne zaman karşı karşıya gelse, tüm sınıfa bir kaos hali hakim oluyor ve düello her zaman kızın mağlubiyetiyle sonuçlanıyordu.

Fleur’un mezuniyet günü gelip çattığında, Hadrian ona oldukça güzel bir kolye hediye etmişti. Damla şeklinde ufak bir taşı olan sade görünüşlü gümüş bir kolyeydi, ama akademideki çoğu kızın kıskançlıktan çatlamasına sebep olduğu da bir gerçekti.

Bu yüzden Fleur, Hadrian’ın o zamana kadar hediye verdiği ilk kız olma ayrıcalığını kazandığını ve arkadaşlıklarının başlangıcını simgelediğini düşünerek büyük bir zarafetle ona sunulan hediyeyi kabul etmişti.

“Şampiyonlar ilan edildikten sonra buraya gelip gelmeyeceğini merak ediyorum – Bakanlık’ta çalışmıyor muydu?” Raina, kahvaltısından atıştırmaya devam ederken düşünceli bir sesle konuştu.

“Mezuniyetinden sonra pek takip etmesem de, ben de Bakanlık’ta diye hatırlıyorum. Fleur’un babasının, Jacob’ın babasıyla beraber konseyde çalıştığını biliyorum. Ama sonrasında, babasının yerine geçip geçmeyeceği hakkında bir şey kulağıma gelmedi.”

“Müsteşar asistanı olarak çalışıyor,” dedi Hadrian birdenbire. Sanki biraz önce dalgın dalgın etrafı izleyen kendisi değilmiş gibi, büyük bir ustalıkla konuşmaya giriş yapmıştı. İki kız bir anlığına sadece birbirlerine bakmışlar, sonrasında tekrardan kahkahalara boğulmuşlardı.

“Aramıza yeniden hoş geldin,” dedi Claire, genci hafifçe dirseğiyle dürterek. Hadrian, arsız bir gülümseme yolladıktan sonra elindeki bardağı kaldırarak Claire'i selamladı.

“Bu sabah Jacob’ı göreniniz oldu mu?” diye sordu Hadrian. “Uyandığımda odada değildi. Derslere başlamadan önce görürüm diye düşünüyordum, ama daha gelmedi.”

“Kavga mı ettiniz?” Raina alaycı bir şekilde sorguladı.

Hadrian omuzlarını silkti. “Bir bakıma evet. Kendimi aday göstermeden önce onunla netleştirmem gereken bazı meseleler var.”

Üzerlerindeki rahatlık bir anda ortadan kayboldu. “Kendini mi aday göstereceksin?” diye sordu Claire. “Bugün mü?’

”Bu sabah,” diye onayladı Hadrian, kollarını çaprazlayarak. Onlara doğru hafifçe eğildikten sonra konuşmaya devam etti. “Şampiyon adaylarının bir iki haftaya belli olacağını göz önüne alarak, şimdiden aradan çıkarsam iyi olur diye düşündüm.”

Claire sessizce kahvaltı tabağını izledi. “Hem seçilmeni hem de seçilmemeni istiyorum – bu şekilde düşünmem garip mi sence?”

Hadrian gülümsedi. “Hayır, hiç de değil. Ben bile şampiyon olmayı istemiyorum. Genç ölmek gibi bir arzum yok.”

“Okulumuzdaki katılımcılar arasından, hayatta kalma olasılığı en yüksek olan aday sensin bence,” dedi Raina sessizce.

Hadrian sırıttı. “Güven oyunu benim üzerimde kullanman gerçekten takdire şayan tatlım.” Kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra boş kupayı masaya bıraktı. “Pekala, adaylığı şimdi halledebilirim. Jacob’la daha sonra konuşsam da olur.”

Hadrian ayağa kalkarak kadehe doğru ilerlemeye başladı. Diğer adaylıklarda olduğu gibi, Büyük Salon’daki gürültü öğrencilerin ne olduğunu anlamasıyla beraber azalmaya başlamıştı.

Hadrian yaş çizgisini kolayca geçti ve cebindeki parşömen parçasını çıkardı. Claire, arkadaşının katlanmış kağıdı tereddüt etmeden alevlerin içine atışını seyretti. Çok geçmeden alevler, adaylığının kabul edildiğini gösteren bir şekilde parlamıştı.

Hadrian, diğer öğrencilerin alkışları arasında yerine dönerken omuzlarından koca bir yük kalkmış gibi hissediyordu.

Sandalyesine oturduğu anda etrafı bir anda arkadaşlarıyla çevrilmişti. Charles heyecanlı bir şekilde Hadrian’ın sırtını sıvazladı.

“Hele şükür, buraya geldiğimizden beri bunu yapmanı bekliyordum!”

Hadrian gence sırıtarak baktı. “Peki sen ne zaman kendini aday göstereceksin Charles?”

“Senin adaylardan biri olduğunu düşündükçe, benim adaylığıma gerek yokmuş gibi geliyor,” diye cevapladı Charles. “Ama yarın yaparım diye düşünüyordum. Hatta Albert’la aynı anda yapmayı planlıyorduk. Durmstrang öğrencilerinin çoğunun aday olduğunu duyduktan sonra, bizim de onlardan geride kalır yanımızın olmaması gerektiğini düşündüm. Diğer okulların önünde kötü görünmek istemeyiz.”

Bununla beraber konuşma devam etmiş, diğer arkadaşları da ne zamana aday olmayı planladıklarını açıklamaya başlamışlardı.

Konuşmaların arasında Hadrian’ın gözleri, kendini aday gösterdikten kısa bir süre sonra Büyük Salon’a girdiği belli olan Jacob’a takıldı.

Gencin kahverengi gözleri Hadrian’dan kadehe, sonra tekrardan arkadaşına döndü. Jacob’ın sorusu, açık seçik bir şekilde gözlerinden okunabiliyordu.

Arkadaşına her yalan söylediğinde içinde bir şeyler kırılmasına rağmen, Hadrian gülümseyerek başını salladı.  

Bunu yapmasıyla beraber Jacob’ın yüzünde beliren rahatlama ifadesi oldukça komikti.

 

Chapter 10: Bölüm On

Chapter Text

Sonraki haftalar Hadrian için nispeten daha hızlı geçmişti. Öğrencilerin çoğu sınıf çalışmalarına dalmış, diğer okullardan gelen öğrencilerin varlığına ve ders programıyla ilgili değişikliklere alışmıştı.

Üç farklı okuldan olmanın doğal bir sonucu olarak, öğrenciler arasında belli belirsiz hissedilen bir gerilim baş göstermişti.

Hadrian, şampiyonlar belli olduktan ve turnuva resmi olarak başladıktan sonra - bu çocukça rekabetin topyekun bir savaşın patlak vermesine yol açacağının farkındaydı.

Çünkü bildiği bir şey varsa o da, çocukların abartılı güç gösterileriyle bir şeyleri patlatma eğiliminde olmalarıydı.

Şimdilik sadece, herkesin üzerinde çatırdayarak geziniyormuş gibi görünen zararsız bir enerji fazlalığı vardı.

Öbür yandan Hadrian, turnuvanın yeniden kurulduğunu öğrendiği andan beri ilk kez kendini sakinleşmiş hissederken bulmuştu. Hogwarts’a vardıktan sonraki zaman diliminden sahte adaylığını ilan edinceye dek, ne kadar gergin bir ruh halinde olduğunu kendisi bile fark etmemişti.

Tüm zamanını sorunlarını düşünerek ve bunlardan kurtulmak için planlar oluşturmaya çalışarak harcamak yerine - öğrenci olmak, sadece dersleri ve yapması gereken ödevler için endişelenmek onun için özgürleştirici bir deneyim olmuştu.

Gerçek kimliğini saklaması gerektiğinden dolayı hiçbir zaman rahat olamayacağı ayrı bir meseleydi. Düşmanlarının şatonun gölgelerinde pusuya yattığının ve yaptığı herhangi bir şeyin dikkat çekmesi durumunda Voldemort’a rapor edilme ihtimali taşıdığının net bir şekilde farkındaydı.

Bu açıdan, son haftalarda Riddle’a rastlamaktan kaçınabildiği için memnundu. Küçük zeka savaşlarından – bunu kabul etmek zor olsa da - zevk almasına rağmen, adamla kuracağı herhangi bir etkileşimin kendisi için tehlike oluşturacağını biliyordu.

Konuşmaları boyunca kontrolü tamamen elinde tutamayacak kadar sohbete ve soru alışverişi yapmaya kendini çok kaptırmıştı ki, arada sırada hazırlıksız yakalandığı zamanlar olmuştu.

Annesi, bu kadar kolay bir şekilde dikkatinin dağıldığını görse ondan utanırdı. Hadrian’ı bundan daha iyi eğitmişti. Sadece...

Riddle, konuşması eğlenceli biriydi. Adam - üzerinde uğursuz bir aura taşımasına rağmen - çok zeki ve hazırcevaptı. Aynı zamanda Hadrian’ın da takdir ettiği karanlık bir mizah anlayışına sahipti. Aralarındaki bariz yaş farkı göz ardı edildiğinde sohbetleri, sanki kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi bir his vermişti.

Bu yüzden Hadrian, adamın geçmişini araştırmaktan dolayı en ufak bir çekince hissetmemişti. Ne de olsa merakını tatmin etmekte yanlış bir şey yoktu.

Yaptığı araştırmalarda pek çok şey öğrenmişti.

Görünüşe göre Tom Marvolo Riddle, İngiltere’de - özellikle de Hogwarts'ta oldukça ünlü birisiydi. Grindelwald’ın saltanatının zirvesinde olduğu bir dönem olan 1938 ve 1945 yılları arasında Hogwarts’ta öğrenim görmüştü. Önce Slytherin Binası’nda öğrenci başkanı olmuş, daha sonraki yıllarında da okul başkanlığı yapmıştı. 'Hogwarts’ta şimdiye kadar en yüksek notları alan öğrenci' rekorunun güncel sahibiydi. Aynı zamanda, Hogwarts’ta öğrenim gördüğü yıllarda yaşanan bir fiyaskonun düzeltilmesinde yardımcı olduğu için Okula Hizmet Ödülü'nü almıştı.

Söylentiler doğruysa, o da bir melezdi. Ancak hiç kimse tam olarak hangi büyücü ailesinden geldiğini bilmiyor gibiydi. Hadrian, o zamanlarda kadının evleneceği adamın soyadını alması adetten olduğundan ve daha önce ‘Riddle’ adında bir büyücü soyadı duymadığından anne tarafının büyücü olduğundan şüpheleniyordu.

Hadrian, daha önce düşündüğü şeyde haklı çıkmaktan dolayı oldukça memnundu. Eğer o solmuş gazete kupürü adama hakkını gerçekten teslim ettiyse, Riddle gençliğinde akıl almaz bir çekiciliğe sahipti. Hatta aynı yaşta olsalardı, Hadrian’ın direkt olarak çıkma teklif edeceği türden birisiydi.

Ne yazık ki Hadrian, kendinden on yaştan daha büyük birisiyle çıkmama gibi bir prensibe sahipti. Bunun tek istisnası, on beş yaşındayken katıldığı Noel kutlamalarından birinde Claire’in otuz yaşında olan büyük kuzenini - neredeyse - baştan çıkarmak gibi bir maceraya girmiş olmasıydı.

Flört etme yöntemlerinin ne kadar etkili olduğuna birinci elden tanık olan Claire’in o an attığı dehşete düşmüş bakışı hala hatırlayabiliyordu. Tabi ki de adamla aralarında bir şey yaşanmamıştı – ama o günden sonra Claire’in kuzeni bir daha Hadrian’ın gözlerine bakamamıştı. Bu da Hadrian’a mükemmel bir eğlence imkanı sağlamıştı.

Hesaplamaları doğruysa – ki genellikle doğru olurdu – Riddle yetmiş yaşında olmalıydı. Hadrian olur da bir gün kendisinden kabaca altmış yaş büyük birini baştan çıkarmakla ilgilense bile, bunun için Hogwarts’ın ‘saygın’ bir profesöründen ziyade çok daha nüfuzlu birini seçerdi.

Bundan dolayı gereksiz ilgisini bir kenara bırakmaya karar verdi. Bunun dışında, Riddle’ın onunla dersler dışında bir etkileşimde bulunma fırsatı yakalayamamasından gayet memnundu. Hatta Hadrian, adamın dikkatinin son zamanlarda oldukça dağınık olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirdi.

Ve bu şaşırtıcı bir durum değildi üstelik. Gördüğü kadarıyla, Hogwarts profesörlerinin çoğu turnuva hazırlıklarına katılmıştı. Neye hazırlandıkları hakkında en ufak bir şey duymamıştı – büyük ihtimalle birinci görevle ilgili bir şeydi – ama görevler herkesin düşündüğü zorluğun yarısına bile sahipse, savunma öğretmenlerinin olaya dahil edilmesi kulağa gayet mantıklı gelmişti.  

Ne de olsa adam dahinin tekiydi.

Hatta bi ara neredeyse adamın zihnine bir bakış atma gafletinde bulunacaktı - şampiyon olmak istemeyişi görevlerin ne olduğunu merak etmediği anlamına gelmiyordu ve görev hakkında ne kadar çok bilgiye ulaşırsa, seçilen öğrenciye yardımcı olma ihtimali o kadar artardı - ama içgüdüleri ona, Riddle'ın zihninin göz atmaya çalışırken yakalanmak istemeyeceği bir yer olduğunu söylüyordu.

Bu yüzden, kafasını dağıtabilmek için dikkatini ikinci odağına yöneltti. Draco, Hadrian’la oyunlar oynamaya dünden razıydı. Artı, gençle etkileşim kurmak Riddle’la iletişim kurmaktan kat be kat daha güvenliydi. Diğerinin, Hadrian’ın ne yaptığını - yani sadece onu denediğini - bildiğinin farkındaydı. Bununla beraber, Draco’nun ilgi odağı olmaktan hoşlanması gibi bir gerçek de söz konusuydu.

İkisi ne zaman bir araya gelseler, etraflarında kim olursa olsun Hadrian zamanının çoğunu Draco’yu inceleyerek - verdiği tepkileri ve cevapları değerlendirerek geçirirdi.

Bu nedenle, Draco onun etrafındayken bir tık daha temkinli davranma eğiliminde oluyordu – ama bu diğerinin, Hadrian’ın yeşil gözleri her üzerine çevrildiğinde böbürlenen bir ifadeye bürünmesine engel değildi.

Bu neredeyse sevimli sayılabilecek bir hareketti. Çünkü Hadrian diğerinin olası düşünce prosesini çoktan çözmüştü. Eğer birisi çekici olduğunuzu düşünür ve sizinle ilgilenirse, bir aşamadan sonra siz de bu durumu takdirle karşılamaya başlardınız.

Hadrian’ın, Draco’nun egosunu beslediği açıktı. Ama bunda bir sorun yoktu, çünkü Malfoy ailesinin varisi de Hadrian’ı onun izlediği kadar yakından – belki de daha yakından – gözlemliyordu.

Ne aradığından bile tam olarak emin değildi, ama ulaşabildiği her bilgi ona göre yararlı bilgiydi. Ne kadar bilgili olursa – öğrendikleri ne kadar rahatsız edici ya da acı verici olursa olsun – etrafında meydana gelen olayların kontrolü konusunda o kadar güçlü bir konumda olurdu.

Eninde sonunda her şey - olayların, müttefiklerin ve düşmanların kontrolünü sağlamakla ilgiliydi. İşte bütün mesele buydu.

Draco, Voldemort’la bağlantısı olan çok önemli bir ailenin tek varisi olmasının yanında Sihir Bakanı’nın da oğluydu. Hadrian diğer gençten ufacık bir bilgi kırıntısı dahi koparabilse, ona yeterdi.

Genel anlamda ilgisi, diğer Hogwarts öğrencilerine kadar uzanıyordu. Antik okula gelmeden önce Hadrian’a buradaki öğrencilerin nasıl olmasını beklediğini sorsalardı, ürkek ve Ölüm Yiyen profesörler tarafından sindirilmiş olacaklarını düşündüğünü söylerdi. Dersten derse gitmekten başka bir şey yapamadıklarından hayatlarının donuk ve renksiz olmasını beklediğini de eklerdi.

Ama gerçek hiç de öyle olmamıştı.

Hogwarts tamamen... sıradan bir okuldu.

Öğrenciler iş yükünden dolayı hayıflanıyorlar, öğretmenlerinin ceza olarak verdiği ödevleri yaparken sızlanıyorlardı. Yemeklere yetişmek için aceleyle koşuşturuyorlardı. Koridorlar heyecanlı konuşmalar ve kahkahalarla dolup taşıyordu.

Hogwarts’ın Karanlık Lord’un tiranlığından etkilenmediğini görmek oldukça ilginç olmuştu.

Adamın varlığının okulda hissedildiği de bir gerçekti. Öğretmenlerin çoğu kollarındaki Karanlık İşareti gururla taşıyor, hepsi de Karanlık Lord’un adını büyük bir saygıyla anıyorlardı.

Savunma’nın yanında, Sihir Tarihi dersi de değiştirilmişti. Muggle Çalışmaları şaşırtıcı bir şekilde hala ders programındaydı, ama kulağına gelenlere göre muggle’ların yaşam tarzlarından çok büyücülük dünyasına verdikleri zararlar ve bunların etkileriyle ilgiliydi.

Voldemort’un adını gereksiz yere her yerde duymasına rağmen, Hadrian kendini yapılan değişikliklerin çoğunu takdir ederken bulmuştu. Eski, güvenilirliği kanıtlanmış kaynaklar ve gelişmekte olan yeni teknikleri birleştiren yenilenmiş bir eğitim sisteminin faydalarını biliyordu.

Bunların yanında Draco ve Hermione’yi sorgulamaya devam etmiş, Voldemort’un politikaları ve adamın kendisi hakkında da bir şeyler öğrenmeyi kendine görev edinmişti.

“Bekle, yani sen mezun oluncaya kadar onun saflarına katılmayacak mısın?”

Hermione dalgınca başını salladı ve kahverengi gözlerini ısrarcı bir şekilde İksir ödevinde gezdirdi. “Fikrimi değiştirirsem katılabilirim gerçi,” diye mırıldandı sonradan aklına gelmiş gibi.

“Ne demek istiyorsun?”

Draco oturduğu yerden sessizce güldü, Hadrian’a attığı bakışlar neredeyse küçümseyiciydi. Hermione ödevinden başını kaldırıp ona baktığında, kaşları hafifçe çatılmıştı ve yüzünde kafası karışmış bir ifade vardı.

“Bu bir kült değil Hadrian. Katılmak bir tercih meselesi. Sadece, kararlarının sonuçlarını tam olarak anlayabilecek yaşa gelenler ve Karanlık Lord’a hizmet etmek isteyenler işaretleniyorlar.”

Hermione şüphesini hissetmiş olacaktı ki gülümsedi. “Düşünsene Hadrian - bir avuç çocuğun emrinde savaşması, Karanlık Lord’a ne gibi bir fayda sağlayabilir? Ayrıca bu, İngiltere’de elit bir görev gücü olmak gibi bir şey - sonrasında farklı bir meslekte ilerleme seçeneği de sunuluyor.”

“Yani...” dedi bir anlığına tereddüt ederek. “Mezun olduktan sonra işaretlenmeyecek misiniz?”

Hermione’nin elindeki tüy kalem kelimenin tam ortasında duraksadı. Hadrian, Draco’nun bile oturduğu yerde donup kaldığını farketmişti. İki Hogwarts öğrencisinin gözleri kısa bir anlığına birbirlerine kilitlendi, sanki aralarında özel bir tür iletişim var gibiydi.

“Ondan tam olarak... emin değilim.” Hermione, tüy kalemini sağ eli ve sol eli arasında aktarırken yavaş bir şekilde konuştu. Hadrian’ın gözlerinin bu hareketi takip ettiğini gördüğünde durmuştu. İkisi de bu hareketin bir tür zayıflık belirtisi olduğunun farkındaydı.

“Sadece kendimi gelecekte farklı bir yönde ilerlerken görüyorum,” dedi Hermione kesin bir ses tonuyla. Hermione’nin yanında oturan Draco dalgın dalgın ön kolunu ovuşturdu, solgun teni mürekkep lekesiyle kirlenmişti.

“Peki ya sen Draco?” Alacağı cevabın ne olduğunu bilmesine rağmen sordu. Bir tercih gibi gösterilmesine rağmen, bazı gençlerin her halükarda işaretlenmelerinin beklendiğinden emindi.

Sarışının hareketli parmakları olduğu yerde dondu. Boğazını temizledikten sonra konuşmaya başladı. “Mezun olduktan sonra,” dedi sakince.

Hadrian başını salladı, bunu duymayı bekliyordu zaten.

Gencin gri gözlerinde rahatsızlığa benzer bir ifade belirdi. “İstediğim için işaretleneceğim.” Hadrian’ın bu açıklamaya şaşırmaması bir hakaretmiş gibi hissettirmiş olmalı ki, sesi bir tık sert çıkmıştı. “İstesem reddedebilirdim.”

İnsanların Voldemort'un saflarına zorla katılmadığını öğrenmek bir bakıma çarpıcı bir deneyim olmuştu. Evet, Draco ve onun gibi safkan varislerin işaretlenmesi bekleniyordu - ama burada önemli olan nokta hayır diyebiliyor olmalarıydı.

Her şey bariz bir şekilde onun ve annesinin düşündüğünden çok daha farklıydı.

Bir de öğrenciler arasında yükselen ünü meselesi vardı. Goyle’u çaba harcamadan yendiği haberleri hızlı bir şekilde okula yayılmıştı. İri yarı çocuğun yenilmiş olmasına kimse şaşırmamış olsa da, olayın kendisi oldukça dikkat çekmişti.

Özellikle de Hadrian ne kadar yetenekli bir büyücü olduğunu herkesin önünde sergiledikten sonra.

Artık şatodakilerin çoğu - görüntü ya da isim olsun - kim olduğunu biliyordu. Buna şaşırmamış olmasına rağmen, etrafında onunla konuşmak ya da sadece onu izlemek için yaygara koparan bu kadar çok öğrencinin olması biraz yorucuydu.

Beauxbatons'lı arkadaşları, diğer okullardan gelen hayranlık - ya da saygıyı - paylaşıyor ve Hadrian’ın ilgi duyulmaktan genel anlamda hoşlandığını biliyor olabilirlerdi. Ama aynı zamanda, Hadrian'ın devamlı olarak rahatsız edilmekten hoşlanmadığının da farkındalardı.  

Bu onun için hassas bir dengeydi.

Bunlara rağmen Hadrian, bu ilgi artışını zarafetle kabul etmişti.

Adalard Forst da - Durmstrang’li arkadaşlarının aksine - onunla konuşmaya hevesli olan öğrenciler kervanına katılmıştı. Henüz gencin amacının ne olduğunu çözememişti. Anlayabildiği kadarıyla, kendisi hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmıyordu. Ayrıca Hadrian’a cinsel anlamda ilgi duyduğuna dair hiçbir belirti göstermemişti.

Hadrian’ın muggle-doğumlu olmasından da rahatsız olmuyor gibiydi. Bilakis bu durum, onunla konuşmaya daha çok ilgi duymasını sağlamış gibiydi.

Şimdilik, Durmstrang’li birisiyle bağ kurmada yanlış bir şey görmediğinden diğeriyle sohbet etme konusunda bir problem görmüyordu. Hatta gelecekte faydalı bile olabilirdi - bu yüzden Hadrian genci ne zaman yanı başında bulsa, varlığını tolare etmeyi öğrenmişti.

Bu uğraşlarla günler hızla geçmeye devam etmiş, şampiyonların ilan edileceği gün gittikçe yaklaşmaya başlamıştı.

 

.

 

.

 

.

 

“Acele et!” Claire, ayağını sabırsızca avlunun taş zeminine vururken bağırdı. Bu esnada, yavaş hareket eden arkadaşına ters bir bakış atmayı da ihmal etmemişti tabi.

Hadrian kasıtlı olarak biraz daha yavaşladığında, gittikçe artan bir eğlenceyle diğerinin öfkelenmesini seyretti. 

Yarı-veela, dişlerini sinirle birbirine sürttü.

“Sakin ol Claire. On dakikaya anca başlayacak, daha çok vaktimiz var.”

“Evet, ama her şeyi görebileceğim bir yere oturmak istiyorum. Aniden içindeki pıtırkurtu kucaklamaya karar vermiş olman düşündüğün kadar komik bir hareket değil.”  

Gözlerini o kadar abartılı bir şekilde devirmişti ki, Claire’in gence olan siniri neredeyse geçecekti. Lanet olsun, Hadrian bu kadar basit bir şeyle bile onu büyüleyebiliyordu.

“Jacob bizim için yer tutmuştur. O tutmadıysa bile Raina kesin yer ayırmıştır. Hem sen niçin bu kadar heyecanlandın ki? Sınıf arkadaşlarımızdan birisi, ölüm ihtimali olan bir turnuvaya mahkum edilmek üzere.”

Bunu duymasıyla beraber, Claire’in içindeki heyecan buharlaşıp uçmuştu.

Diğeri ondaki değişimi fark ettiğinde – tabi ki de fark edecekti – bakışları yumuşamış, hızlı bir şekilde Claire’in olduğu yere gitmişti.

Kibarca kızın omuzlarını kavradı ve diğeri ona bakıncaya kadar bekledi. “Üzgünüm,” diye mırıldandı. “Bu kadar acımasız bir tavırla söylemek istememiştim. Hadi içeri girelim.”

Kızı girişe doğru yönlendirmeye çalıştı, ancak Claire hareket etmeyi reddetmişti. Meraklı ve düşüncesiz yorumunun onu incittiğini düşünerek sorgulayan bir ifadeyle kızın omuzlarını sıktı.

“Eğer...” Claire sessizce konuştu. “Senin ismin çıkarsa ne olacak? Heyecanlı olduğumu söylediğimin farkındayım, ama ya öyle olursa? Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyorum. Ve testlerin ölümcül olduğu ve seçilenin ölme ihtimali olduğu konusunda da haklısın. Sen güçlü ve akıllısın – inanılmaz şeyler başarabilecek bir potansiyele sahipsin. Ama bir yanım da, seçilirsen ölebileceğinden ve en yakın arkadaşımı kaybetmekten korkuyor –“

Hadrian hızlı hızlı gözlerini kırpıştırdı. Arkadaşının ağzından birbiri ardına çıkan kelimeler afallamasına sebep olmuştu. Aman Tanrım, sesi mi titredi biraz önce?

“Claire, Claire.” Hadrian, kızın nefes almasına olanak verebilmek için - ve ne dediğini duymak istemediği için araya girdi.

Hadrian, arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin dile getirilmemiş yönleri konusunda oldukça rahattı. Arkadaşlarına ne derecede değer verdiğini ifade etmekte - veya arkadaşlarının ona ne kadar değer verdiklerini dinlemekte hiçbir zaman yeteri kadar rahat olamamıştı. Onlarla aralarında güçlü bir bağ olduğunu bilmek bile onun için yeterliydi.

Arkadaşının dikkatini tekrar üzerinde hissettiğinde ona gülümsedi. “Şampiyon seçileceğim garanti değil ki -” Konuşmasıyla eş zamanlı olarak kızı omuzlarından tutarak hafifçe sarstı. “Beni duyuyor musun? Şampiyon olamayabilirim. Gerçekleşme ihtimali kesin bile olmayan bir şey için kendi kendini yiyorsun.”

“Her ihtimale karşı hazırlıklı olunması gerektiğini ilk söyleyen her zaman sen olurdun. Ve şu an - seçilme olasılığını kabul etmesen bile, bu benim gerçeğin ne olduğunu göremeyecek kadar kör olduğum anlamına gelmiyor.” Claire, omuzlarındaki elleri itti ve elleriyle Hadrian’ın yüzünü kavradı.

Normalde bu kadar kısıtlayıcı bir tutuşa izin vermezdi - ama Claire ona o kadar yoğun bir ifadeyle bakıyordu ki, geriye çekilmek istemediğini fark etti. “Seçilirsen sana yardım edeceğimin farkındasın değil mi? Ve hayatta kalman için ne olursa olsun yapacağımı. Hile yapmak, yalan söylemek, yanlış yönlendirmek, rüşvet vermek – hayatta kalman için ne gerekiyorsa hiç düşünmeden yaparım.”

Hadrian sessiz kalmaya devam ederken duygulanmış bir şekilde başını salladı.

Bir yanı, şampiyon olmayacağına ve Claire'in bunların hiçbirini yapmasına gerek kalmayacağına minnettardı. Diğer bir yanı ise, birkaç yıl gibi kısa bir süre içerisinde böylesine nüfuzlu bir Fransız ailesinin - varisinin - sadakatini sağlamayı başardığı için oldukça memnun hissediyordu. Gelecek yıllarda buna ihtiyacı olacaktı.

Ellerini, yüzünü çevreleyen ellerin etrafına sararak zarif parmak boğumlarını kibarca okşadı. “Teşekkür ederim Claire.” Kızın ellerinden birisini hafifçe yüzünden uzaklaştırarak avuç içini öptü ve minnettar bir ifadeyle gülümsedi. “Umarım o tür suçlara bulaşmana hiç gerek kalmaz.”  

Kız, ellerini sıkıca tutmaya devam ederken gülümsemesine karşılık verdi.

“Oh!” Yan taraflarında bir ses haykırdı.

Hadrian’ın gözleri hızlı bir şekilde Claire’den onları izleyen figürün olduğu yöne doğru çevrildi.

“Bay Abernathy,” diye selamladı Hadrian. Ellerini Claire’inkilerden başarılı bir şekilde kurtararak, yüzünü tamamen adama döndü. “Bu ne sürpriz - siz de mi seremoniye gidiyordunuz?”  

Adamın kahverengi gözleri hızlı bir şekilde Hadrian ve Claire arasında gidip geldi, dudakları sırıtmaya benzer bir ifadeyle kıvrılmıştı. “Evet, ama şimdiye kadar bütün öğrencilerin içeri girmiş olacağını düşünmüştüm.”

“Biz de oraya gitmek üzereydik efendim,” dedi Claire son derece kibar bir sesle. “Hadrian’la küçük bir sohbet edebilmek için geride kalmıştık.”

“Onu görebiliyorum,” Evet, adamın dudaklarının kenarlarında beliren ifade bir sırıtmaydı. Sesiyse alaycı bir tondan izler taşıyordu. Diğerinin imasını anladığında Claire’in gözleri şaşkınlıkla irileşti.

“Ah, hayır efendim. Biz –“

“Sadece yakın arkadaşız, Bay Abernathy,” dedi Hadrian, sıcak bir ses tonuyla. Yüzünde, Claire’in yanlış anlama yüzünden hissettiği utancın birazını bile göstermeyen bir gülümseme vardı.

“Tamam tamam, size inanıyorum.” Abernathy aslında tam tersini düşündüğünü kasteden bir ifadeyle konuştu, ama Hadrian konunun bu şekilde kapanmasından hiç de rahatsız değildi. Bu, Abernathy’i tanışmalarından sonra ilk görüşüydü. O zaman merak ettiği her şey, zihninde tekrardan kendini belli etmeye başlamıştı.

Politikacı gibi davranmayan politikacı... Birkaç dakika bile geçmeden ona ısınan tuhaf adam. Tek kelimeyle garip bir durumdu. Hadrian bir anlığına Abernathy'nin, anne ve babasını tanıyıp tanımadığı seçeneğini değerlendirdi.

Babasına çok benzediğinin farkındaydı – ama yüz hatları büyüdükçe babasından ziyade Lily’nin yüz hatlarına doğru evrilmişti. Ayrıca günlük hayatta gözlük takmadığından, kendisi ve James arasındaki benzerlik yaş aldıkça kaybolmuştu.

Belki de bu, adamın ondan neden bu kadar çabuk bir şekilde hoşlandığını açıklayabilirdi. Ama Hadrian'ın bu şüphesi doğru olsaydı, adamın ona çok daha öncesinde yaklaşmış olması gerekirdi. Hadrian bundan emindi.

“Belki de içeri beraber girebiliriz ha?” diye önerdi Abernathy - rahat bir yürüyüş ve parlak bir gülümsemeyle yanlarına geldi. Claire onaylayan bir ses çıkardığında, Hadrian da ister istemez kabullenmek zorunda kalmıştı.

“Nasılsınız, Hogwarts’a alışabildiniz mi?” Hadrian, sohbetin kontrolünü Claire’e bırakarak kızın yatıştırıcı ses tonunun Abernathy’nin dikkatini dağıtmasına izin verdi. Böylece adamı sessizce gözlemleyebilirdi.

Huzursuz görünüyordu. Cebindeki bir şeyi kavramak için elini cebine daldırmış, sonrasında çabucak dışarı çıkarmıştı. Adam, birkaç sefer daha bu hareketi neredeyse bilinçsiz bir şekilde tekrar etti. Hadrian, oradaki eşya her neyse adam için oldukça değerli bir şey olduğundan şüphelenmeye başlamıştı. Bir anlığına ne olabileceğini merak etti.

“- binadaydınız?”

“Ah, Hufflepuff. Peki ya Beauxbatons’ta nasıl bir sistem var? Okulunuz hakkında pek bir bilgim olmadığını itiraf etmem lazım.” Abernathy, bilgisizliği bir çeşit şakaymış gibi güldü. Claire adamın eğlencesine kibar bir gülümsemeyle karşılık vermişti.

“Malesef akademimizde Binalar bulunmuyor Bay Abernathy.”

Adam şaşkınlık içerisinde gözlerini kırpıştırdı, ifadesi sahte olmak için fazla saftı. “Cidden mi? Hiç mi yok?”

Claire ve Hadrian, mesafeli bir ilgiyle onu izledi.

“Ama çok fazla öğrenci yok mu?”

“Çocukların olduğu akademimizi de dahil edersek, Beauxbatons'ta beş binin üzerinde öğrenci var.”

Abernathy, kaşları yukarıya doğru hareketlenirken kısa ve etkilenmiş bir ıslık çaldı. “Ve sadece otuzunuzu mu yolladılar?”  
 

Hadrian, adama hafif bir gülümseme yollayarak omuzlarını silkti. “En iyileri biziz.” Claire’in dudakları yukarıya doğru kıvrıldı.

“Ve Hadrian da bizim aramızdaki en iyi öğrenci,” dedi Claire gururla. İfadesi, ürkütücü bir şekilde çocuğunun başarıları hakkında övünen bir anneye benzemişti. Hadrian varla yok arası bir şekilde gülümsedi, Claire’i anne olarak zorlanmadan hayal edebiliyordu. Arkadaşı yapısında, çocuklarla başa çıkabilme konusunda önemli olan şefkat ve sertlik gibi özelliklerin doğru oranlarda bir karışımını barındırıyordu.

“Bu doğru mu?” Abernathy, yüzünde şüphe ya da alay içermeyen bir ifadeyle ona baktı. Hadrian’ın Beauxbatons öğrencilerinin zirvesinde olduğu bilgisine tamamen inanmış gibiydi.

Hadrian düzeltme yapmak için ağzını araladığında, Claire daha o bir şey söyleyemeden yumuşak bir şekilde sözünü kesti. “Ah evet - sınıf arkadaşlarımızın çoğu bu gerçeğin farkında olduğundan, aramızdan kimin şampiyon seçileceğinin farkında.”

Abernathy’nin gözleri şimşek hızıyla Hadrian’a döndü. Adamın bakışlarında tuhaf bir ifade belirmiş, Hadrian düzgün bir şekilde deşifre edemeden kaybolmuştu. Hadrian bunu görmesiyle beraber, diğeri hakkındaki düşüncelerini tekrardan gözden geçirmeye karar vermişti. Öncesinde onu hafife aldığı açıktı – duygularını bu kadar becerikli bir biçimde örtebilen bir kişi, kesinlikle temkinle yaklaşılması gereken birisiydi.

Diğeri üzerinde daha doğru bir okuma yapabilmek için sihrini Abernathy’ye doğru uzatacaktı ki, Claire arkadan ona toslamış ve dikkatinin dağılmasına yol açmıştı. “Désoléé,” diye mırıldandı sarışın kız, yanlışlıkla yaptığı bu hareketten rahatsız olduğu belli olan bir ifadeyle.

“Yani... Şampiyon seçileceğini düşünüyor musun?” Abernathy, rahatsız olmuş bir şekilde sordu. Hadrian bu ifadeyi görünce şüpheyle gözlerini kısmadan edememişti.

“Bu konuda esnek görüşlüyüm,” dedi Hadrian, Claire araya girme fırsatı bulamadan. “Ancak sınıf arkadaşlarım, alternatif seçenekler olduğuna inanmayı reddediyorlar.”

“Ah, lütfen.” Claire, tatlı bir ifadeyle tersledi. “Akademide son yıllarda görülen en zeki, en güçlü ve en yetenekli öğrencisin. Şampiyon olmama ihtimalin yok denecek kadar az.”

“Sonuçta hala bir ihtimal ama değil mi?” diye karşılık verdi, ifadesiz bir sesle. Sonunda Büyük Salon’a vardıklarında, yüzlerce öğrencinin gevezelikleri kulaklarına ulaştı. Çok yakında, kendisini inanılmaz derecede rahatsız eden bir durumdan kurtulacağı için hem inanılmaz derecede memnun hem de gergin hissediyordu.

Masalar ve sandalyeler duvarlara doğru yakınlaştırılmış, salonun ortası tamamen kadehe ayrılmıştı. Öğrenciler bulabildikleri her yere doluşmuş bir vaziyette bekliyorlar ve sihirli eşyayı görüş açılarında tutabilmek için uğraş veriyorlardı.

Hadrian Abernathy’e doğru hafifçe başını eğdi ve elini sıktı. Bir yandan da sessiz bir şekilde diğerindeki değişimleri izlemeye devam ediyordu. “Şimdilik hoşça kalın Bay Abernathy,” dedi.

Adam gergin bir şekilde gülümsedi. Biraz önceki sohbetlerinden hala toparlanamamış gibi görünüyordu.

“Tabi ki de. İyi şanslar Hadrian.” Hadrian, diğerinin şampiyon seçilmesi mi - yoksa seçilmemesi hakkında mı iyi şans dilediğini tam olarak anlayamamıştı.

Claire’le beraber adamdan ayrıldılar ve mavi ceketli öğrencilerin beklediği bölüme doğru aceleyle koşturdular. Onları ilk gören Raina olmuştu. Siyah saçlı kız acımasız bir şekilde etrafındakileri iterek Claire ve Hadrian’a yer açtı. Hadrian sınıf arkadaşlarından yükselen homurtuları duyduğunda sırıtmamak için kendini zor tutmuştu.

“Nerede kaldınız?” dedi Raina, sert bir ses tonuyla. Kızın alev alev yanan gözleri Hadrian’a sabitlenmişti.

Hadrian kendini savunurcasına ellerini kaldırdı. “Tanrım, git başımdan. Buradayız işte.”  

Raina, memnuniyetsiz bir tavırla homurdandı - ama evet, buraya zamanında geldikleri gerçeğini reddedemezdi.

“Birazdan isimleri ilan edecekler,” diye onları bilgilendirdi. Sonrasında Hadrian’ı tamamen görmezden gelmiş, dikkatini tamamen Claire’e yöneltmişti.

Hadrian bu fırsatı profesörlerin oturduğu masayı incelemek için kullandı. Bakışları anında, okul müdürünün yanında oturan figüre çekilmişti. Voldemort masanın orta noktasına yakın bir yerde oturmuyor olmasına rağmen, masadaki en önemli kişi olma özelliğini koruyordu.

Bu, Hadrian’ın Karanlık Lord’u gördüğü üçüncü seferdi. Adam resmen gölge gibiydi – asla yemeklere katılmıyor ve koridorlarda yürürken görülmüyordu. Düşmanının kimseye görülmeden ortalıkta gezindiğini bilmek, sinir bozucu bir deneyimdi.

Grotesk bir figür gibiydi, görünüşü insanımsı değildi. Ama aynı zamanda adamda, ona bakmayı büyüleyici hale getiren bir şeyler vardı. Tüm dikkatleri çaba harcamadan üzerine çeken bir auraya sahipti.

Hadrian, diğeri ona baktığını fark etmeden bakışlarını çekti – orada bulunanların çoğunun onunla aynı şeyi yaptığı göz önüne alındığında, o kadar kişi arasından adamın onu fark edeceği şüpheliydi gerçi – ve bakışlarını masanın geri kalanında gezdirdi.

Carrow ve Riddle dışında herkes orada gibiydi. Savunma profesörünün orada olmayışı, neden öyle hissettiğini merak bile etmediği tuhaf bir hayal kırıklığı yaşamasına yol açmıştı. Bunun yanında adamı neyin meşgul ettiği, onun için ayrı bir merak konusu olmuştu tabi.

Profesörlerin oturduğu masanın arkasında, Bakanlık çalışanlarıyla dolu olan bir masa daha vardı. Hadrian üstünkörü bir bakışla bile, oturduğu yerden Lucius Malfoy’u seçebiliyordu – loş aydınlatılmış salonu bir fener gibi aydınlatan sarı saçları, diğerini ele veriyordu. Abernathy’nin de onun birkaç sandalye ötesinde, yerine oturmak üzere olduğunu görebiliyordu.

Yaxley ayağa kalktı ve öğrencilerin önündeki platforma doğru yürüdü. Sonrasında ellerini arkasında birleştirerek sabırla beklemeye başlamıştı. Adamın öne çıktığını fark ettiklerinde salondaki ses birden azalmış, heyecan ve endişe duygusu yoğun bir sis gibi üzerlerine çökmüştü.

Hadrian bile merak içinde gerilmeye başladığını hissedebiliyordu.

“İlginiz için teşekkür ederim.” Adam konuşmaya başladığında, sesi geniş oda boyunca yankılandı. “Bildiğiniz üzere bu gece, üç şampiyonun seçildiği ve Üç Büyücü Turnuvası’nın resmi olarak başlamasını simgeleyen bir gece.”

Öğrenciler kendi aralarında mırıldanmaya başlamışlardı.

“Şampiyonlar, turnuva boyunca onları fiziksel, sihirli, zihinsel ve duygusal olarak test edecek olan son derece tehlikeli üç görevle karşı karşıya kalacaklar.”

Yaxley'nin çelik gibi bir sertlikle bakan gözleri onları taradı, yüzünde ciddi bir ifade vardı. “Şampiyonlardan olağanüstü şeyler yapmaları istenecek ve kendilerini daha önce hiç zorlamadıkları kadar zorlamaları beklenecek. Ayrıca görevler sırasında ölme ihtimali oldukça yüksek. Şampiyonların her biri seçildiği anda dünya çapında tanınmaya başlayacak, ama turnuvayı kazanan...”

Salona yayılan sessizlik yıkıcıydı. Hadrian daha önce buna benzer bir deneyim yaşamamıştı. Bir sürü öğrenci küçük bir alanda sıkı sıkıya oturmuş, adamın ağzından çıkacak olan kelimeyi bekliyorlardı. Heyecan vericiydi.

“Kazanan bir efsane olacak.”

O an sessiz bir iç çekiş, toplu halde yavaşça serbest bırakılmış gibiydi.

Yaxley, onlara toparlanmaları için birkaç saniye tanıdıktan sonra keskin bir hareketle kafasını salladı. “Şimdi seremoniye başlayabiliriz.”

Adam kadehe doğru yürüyerek tam yanında durdu, bakışları hareketli mavi alevlerdeydi. Salondaki tüm gözler de aynı şekilde - odaklanmış bir ifadeyle ateşe sabitlenmişti. Yaxley ellerinden birini kadehe doğru uzattı. Hiçbir şey söylememesine rağmen, bir tür sihirli ritüel gerçekleştirdiği açıktı.

 Ateşin alevleri hızlı bir şekilde büyüyerek parlak bir kırmızıya dönüşmüş, saf sihrin hareketli uzantıları havada dalgalanmaya başlamıştı. Salon alevlerin rengine boyandığında alevlerin yaydığı sıcaklık, en önde oturan öğrencileri şaşkınlık içinde geri çekilmeye zorladı.

Yaxley ise o anda bakışlarını sihirli objeden bir kere bile ayırmamış, gözleri bir şey aradığı belli olan bir şekilde alevin tüm uzantılarını takip etmişti.

Çok geçmeden ateşin içinden bir parşömen parçası fırladığında, beklediği şeyin ne olduğu ortaya çıkmıştı.  

Hadrian ilgiyle öne doğru eğildi. Parlak yeşil gözleri, okul müdürünün bekleyen eline doğru fırlayan kağıdı dikkatli bir şekilde takip etti. Sakinleşebilmek için derin bir nefes alması gerekmişti – sinir uçları dört bir yanda gezinen antik gücün varlığıyla sızlıyordu.

Hadrian farkında olmaksızın sandalyesini tutan parmaklarını sıkılaştırdı.

Yaxley'in katlanmış parşömeni açıp içinde yazılı olan ismi okumasını izledi. “Durmstrang şampiyonu, Galiana Kaiser!”

Durmstrang bölümünden alkışlar yükseldi. Hadrian, Yaxley'e doğru ilerleyen kızın kim olduğunu fark ettiğinde istemsizce dudaklarını büzdü. İlk İksir dersinde onu terslemeye çalışan ve ne zaman aynı ortamda bulunsalar ona dik dik bakan kızdı bu.

Kız – Galiana ismini aklının bir köşesine yazdı – vücudunu gururla taşıyordu, omuzlarını geriye doğru atmıştı ve başı dikti. Galiana Yaxley ile sıkı bir şekilde el sıkıştı, kaşları kararlılık ifadesiyle çatılmıştı.

Yaxley elindeki adaylığı kıza vererek onu koridorun başlangıcında bekleyen bir büyücünün – kıyafetlerinden bir Bakanlık çalışanı olduğu belli oluyordu - yanına götürdü.

Hadrian’ın gözleri kazara salonun karşı tarafında oturan Adalard’la kesişti. Genç başını hafifçe öne doğru eğerek onu selamladı. Sınıf arkadaşlarının aksine Adalard, abartılı bir şekilde kızı tezahürat etmiyordu. Hadrian, diğerinin şampiyon olmak isteyip istemediğini merak etti. Bu şekilde, kızın şampiyon seçilmesine gösterdiği hayal kırıklığı anlaşılabilirdi.

Durmstrang’in rahatsız edici okul müdürü – Igor Karkaroff – sessiz olmaları için homurdandı, öğrencilerini yatıştırması adamın birkaç dakikasını almıştı.  

Ortaya çıkan karmaşanın dağılmasıyla, herkesin dikkati kadehe döndü. Havadaki gerilim biraz önce seçilen şampiyonda olduğu gibi, tırmanarak arttı. Kadeh sanki hazırda bekliyormuş gibi yeniden parladı ve ikinci şampiyonun isminin yazılı olduğu parşömen parçasını Yaxley’in ellerine doğru fırlattı.

Yaxley, onların olduğu tarafa doğru bakmadan önce sessizce elindeki kağıdı okudu.

Hadrian, sıradaki şampiyonun kendi akademisinden olacağının bilincinde olarak gerildi.

“Beauxbatons şampiyonu, Hadrian Evans!”

 

.

 

.

 

.

 

Raina, Hadrian'ın kaskatı kesildiğini görmekten çok hissetti.

Etrafları bir anda gürültüye boğuldu - öğrencilerin heyecanlı bağırışları ve şiddetli alkışları birbirine karışıyordu.

Raina kutlamalarda arkadaşlarına katılırken ağzının kupkuru olmaya başladığını hissedebiliyordu.

Hadrian…

Koyu renkli gözleri, tepkilerini ölçebilmek için yanında oturan gence çevrildi.

Her zamanki gibi, diğerinin yüzünde düşüncelerini ele verebilecek hiçbir ifade yoktu. Hadrian'ın maskesinin bu kadar etkili oluşu, duygularını sert bir ifadenin - ya da duruma göre hesapçı bir gülümsemenin - ardına bu kadar kolay bir şekilde saklayabilmesi geçmişte onu çoğu kez rahatsız etmişti.

Kendisiyle yaşıt birinden - özellikle ilk tanıştıkları zamanlarda - bu derecede dikkatli bir yaklaşım tarzı görmek, onun için sinir bozucu bir deneyim olmuştu. Ama bu, kısmen de olsa Hadrian'ı nasıl okuyacağını öğrenmeden önceydi.

Raina, müdürün açıklamasını duymasıyla diğerinin şoka girdiğini biliyordu. Gerilmiş omuzlarından, teninin normalden biraz daha soluk oluşundan ve çenesinin hafifçe kasılmış olan görünüşünden bunu anlayabiliyordu. 

Claire'e bakmak için bakışlarını gençten ayırdı - arkadaşının yüzü, gurur ve dehşetin tuhaf bir karışımı olan bir ifadeye bürünmüştü. Şu an hissettiği duyguların birebir yansıması gibiydi.

Gururluydu, çünkü Hadrian akademilerini temsil edecek ve dünyaya ne kadar yetenekli olduğunu gösterebilecekti. Rekabet edip turnuvayı kazanarak Beauxbatons'ın itibarını yükseltecekti.

Dehşet hissi duyması ise tamamen Hadrian'ın - kendini beğenmiş, cüretkar, yaratıcı ve atılgan arkadaşlarının - hayatını riske atmak üzere oluşuyla ilgiliydi. Onu pekala öldürebilecek durumlara atılmak üzereydi. Çarpık bir şeref ve şan algısı için saçma sapan bir turnuvada başarılı olması bekleniyordu.

Arkadaşının şampiyon seçileceğini en başından beri bilmesine rağmen, bunu önceden bilmek vücudunu kaplayan ani korkuyu hafifletme anlamında hiçbir işe yaramamıştı.

Zihni anlık olarak - hayal bile edilemeyen tehlikelerle çevrili, yaralanmış, hırpalanmış ve kanlarla kaplı bir gencin görüntüleriyle doldu.

Raina, Hadrian'ın ayağa kalkmasını ve peşindeki öğrenci grubundan sıyrılmasını hüzünlü gözlerle seyretti.

Genç bir anlığına duraksadı, bakışlarından endişe ve kararsızlık okunuyordu. Zayıflık ifadesi birkaç saniye geçmeden kaybolduğunda, düz bir suratla Yaxley'e doğru yürümeye başladı.

Yüzüne ustaca yerleştirmiş olduğu boş ifade Raina'yı kandıramamıştı. Hadrian'ın, şaşkınlığını hala üzerinden atamamış olduğunu görebiliyordu. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca onun birkaç kez bu şekilde tepki verdiğini görmüş, tökezlediğinde ya da hazırlıksız yakalandığında aşılamayan bir kayıtsızlık duvarının arkasına çekildiğine defalarca şahit olmuştu.

Şu anda da bunu yapıyordu. Bir yandan durumun ne olduğunu belirleyip analiz ederken, diğer yandan da kendini korumak için basit bir önlem mekanizması oluşturuyordu.

Claire ona biraz daha yaklaşarak Hadrian'ın yerini aldı. Sarı saçlı kızın vücut sıcaklığı bile onu depresif düşüncelerinden kurtarmıştı. Raina titrek bir nefes verdi.

"O... O iyi olacak," dedi Claire, sınıf arkadaşlarının çıkardığı uğultudan dolayı zar zor duyulan bir sesle. Raina'nın içindeki küçük bir kısım onlardan utanmak istiyor, ama ondan çok daha büyük olan kısımsa bu hallerini umursamıyordu.

"Tabi ki de iyi olacak. Hadrian aramızdaki en iyi öğrenci. Bu görevlerin üstesinden gelebilecek birisi varsa odur." Raina kendinden emin bir şekilde konuştu. O ve Hadrian hemen hemen her konuda farklı fikirlerde olsalar da, Raina gencin gücünü ve becerisini takdir etme konusunda bir sıkıntı yaşamıyordu.

Bunu düşünürken bile, zihni yeniden Hadrian'ın incinme ihtimaline ve biraz önce aklına gelen görüntülere gitmişti -

Hadrian Yaxley'le el sıkışıp isminin yazılı olduğu parşömeni alırken, Claire boğazının gerisinden tuhaf bir ses çıkardı. Okul müdürünün dudakları bir şey söylemek için aralandı, ancak onlara çok uzak olduklarından ve ikisi de dudak okumayı bilmediklerinden adamın ne dediğini anlayamamışlardı.

"Bakanlıktaki kuzenimle görüşüp ilk görevle ilgili bir şeyler duyup duymadığını soracağım."

Raina hafifçe başını salladı, "Ben de babama bir mektup göndereceğim ve çevresindeki kişilere kulaklarına gelen bir duyum var mı diye sormasını isteyeceğim."

"Ayrıca önceki turnuvalarda ne gibi görevlerin olduğuna bir göz atsak iyi olur. Faydalı olabilecek bir bilgiye ya da düşünce kalıbına ulaşabiliriz," diye devam etti Claire. Hadrian Kaiser'in biraz önce gözden kaybolduğu koridora götürülürken, kızın gözleri mavi üniformalı gencin uzaklaşan bedenini takip ediyordu.

"Katılıyorum - yarın başlayabiliriz. Diğer öğrencilerin de bağlantılarıyla iletişime geçmelerini isteyeceğim. Bakalım bir şeyler öğrenebilecekler mi?"

Ne de olsa Hadrian onlardandı. Ve onlar, kendi başlarının çaresine bakmayı gayet iyi bilirlerdi.



.


.

 

.

 

Hadrian, girmesi için işaret edilen kapının önüne gelince durdu. Giderek artan paniğini bastırabilmek için alnını serin duvara yasladı - yavaş ve derin bir şekilde nefes almayı denedi.

Ciğerlerine hava girmesini sağlamaya çalışırken zamanın geçişini saniye saniye hissedebiliyordu. Hogwarts şampiyonu ilan edilip buraya gelmeden önce, kendini kontrol altına alabilmek için yalnızca birkaç dakikası olduğunun farkındaydı.

Ama bunu yapmak çok zordu. Duyabildiği tek şey kulaklarında yoğunlaşan kanın uğultusuydu. Kısa kısa aldığı soluklar bile kalbinin atışını dinginleştirememişti. Nefes alamıyordu.

Şampiyon...

Tanrım... Nasıl...? Bu nasıl olabilir? Neden böyle oldu? Anlayamıyorum.

Sağ elini sert bir şekilde sıktığında, parşömen parçası bu acımasız muamele karşısında kırıştı - ama umurunda değildi. Diğer eli, avcunun altında hızlı hızlı atan kalbini yatıştırmaya çalışıyormuş gibi göğsü boyunca yayılmıştı.

Birisi adımın yazılı olduğu parşömeni kadehe atmış olmalı. Olanların tek açıklaması bu. Birisi şampiyon olmamı istedi. Ama niçin? Hangi olası sebeple...?

Aklına gelen başka bir fikir irkilmesine sebep oldu.

Annem çok kızacak. Annesinin nasıl bir tepki vereceğini düşünmek bile nefes alışverişlerinin artmasına ve baştan ayağı ürpermesine yol açıyordu.

Annesi, Avrupalı Arayıcılar düellosuna katıldığını öğrendiğinde hiç de iyi bir tepki vermemişti. Viktor'la berabere kalmasına rağmen, yarışmada nispeten düşük bir profil çizmeyi başarabilmişti. Ancak bu bile kadının gösterdiği tepkiyi değiştirememişti.

Annesinin ona yönelttiği öfkeyi ve hayal kırıklığını hala hatırlayabiliyordu - "Nasıl bu kadar düşüncesiz olabilirsin!?" - ona bu konuda yeniden başarısız olduğunu söylemeye çok korkuyordu. Şampiyon olmaktan kaçınmak gibi basit bir görevde bile, efsanevi bir biçimde çuvallamıştı.

Hayatları, hazır olana kadar dikkatleri üzerine çekmemesine bağlıydı. Gölgelerin arkasından çalışarak ve doğru zamanda doğru manevralar yaparak bağlantılar edinmeli, yavaş ama gayretli bir şekilde ittifaklar kurmalıydı.

Ancak o gitmiş, büyük bir ihtimalle sonraki iki yüz yıl boyunca dünyalarını sarsacak olan en büyük olaylardan birine dahil olmuştu.

Şampiyon olmak demek, istenmeyen ilgi demekti. Bu herkesin onun hakkında bir şeyler öğrenebilmek için avlanmaya çıkacağı - yani, o ve annesinin son derece tehlikeli bir durumda olduğu anlamına geliyordu.

Tek gereken şey, kendini işine adamış ve gereğinden fazla meraklı olan bir gazeteciydi. Bu bile, küçük ailesini bitirmeye yeterdi.

Yaptığı her şeyde, söylediği her sözde çok dikkatli olması gerekiyordu. Tek bir yanlış hareketinde uğraştıkları her şey sona erebilirdi.

İronik bir şekilde, onu sakinleştiren şey bu düşünce olmuştu. Göğsündeki basınç dağılmış, nefes alışverişi - hala normalden bir tık daha hızlı olmasına rağmen - yavaşlamaya başlamıştı. Zorunlu bir şekilde karşı karşıya kaldığı bu gerçeği kabullendiğinde zihni durgunlaştı.

Bunu da karşılaştığı diğer sorunlar gibi ele alması gerekiyordu. Durumu hakkında ulaşabildiği tüm bilgileri değerlendirecek, en verimli şekilde öğrenecek ve öğrendikleriyle görevlere hükmedecekti.

Çünkü şampiyonluktan geri dönüş olmadığından, kaybetmeyi göze alamayacağını biliyordu. Son derece talihsiz bir pozisyona düşmüştü, ancak tamamen zararına olan bir durum da oluşturmuyordu. Yaxley pek çok şey olabilirdi, ama aptal bunlardan biri değildi. Adam, kazanan kişinin efsane olacağı hakkında yaptığı değerlendirmede kesinlikle haklıydı.

Turnuva sayesinde elde edeceği tanınma, planlarına ölçülemez düzeyde bir katkı sağlardı. Lanet olsun, onun ve annesinin uğruna çalıştığı her şeyin kurtulmasını bile sağlayabilirdi.

Hadrian, duvardan uzaklaşarak üniformasını düzeltti. Elini birkaç kez saçlarının arasından geçirdikten sonra, şık göründüğünden emin olmuştu.

Kendini toparlamak için bir iki saniye daha bekledi ve kapıyı açarak içeri girdi.

Galiana keskin bir şekilde başını kaldırdı. Kim olduğunu tanıyıp burada olmasının ne anlama geldiğini anladığında, kızın yüz hatları çirkin bir şekilde buruştu.

“Benimle dalga geçiyor olmalısın.”

 "İnan bana tatlım, ben de seni gördüğüme pek sevinmedim," diye cevapladı, neredeyse otomatik bir şekilde. Düşünceleri son hızla zihninde dönmeye devam ediyordu.

"Seni yok edeceğim bulanık. İşte o zaman, son gülenin kim olacağını göreceksin."

"Başlangıçta gülmüyordum ki," diye mırıldandı Hadrian, ona olan ilgisini çoktan kaybetmişti. Kız, birisinin değerinin kanıyla ölçülebileceğini düşünen önyargılı ruhlardan biriydi sadece. Kadeh Kaiser'i seçtiyse, onda muhakkak özel bir şeyler olmalıydı - ama araştırmasını sonraya da erteleyebilirdi. Daha ileri bir tarihte kızı incelemek için bolca vakti olacaktı zaten.

Kalın duvarlar tarafından çoğu emilen bir gürültü daha koptuğunda, ikisi de Hogwarts şampiyonunun seçilmiş olduğunu anlamıştı. Kapılar ardına kadar açılıp içeri birisi girdiğinde doğruldular.

Elinde sıkıca tuttuğu parşömen parçasıyla odaya adım atan Draco'yu gördüğünde, Hadrian'ın gözleri hissettiği çaresizlik yüzünden neredeyse kapanacaktı. Diğer genç biraz solgun olmasına rağmen, Hadrian'ın paniğini paylaşıyormuş gibi görünmüyordu.

Abartılı süslerle donatılmış cüppesi olan bir adam, birkaç dakika daha beklemelerini söyledikten sonra kapıyı ardından kapatarak odadan ayrıldı ve üçünü gergin bir sessizlik içinde baş başa bıraktı.

Hadrian, Draco'nun olduğu tarafa doğru yaklaşmadan önce, Galiana'ya ihtiyatlı bir bakış attı. En azından sarışın gençle sallantılı da olsa haftalardır süren bir dostluğu vardı. Galiana, çok yaklaşırsa onu ısıracakmış gibi görünüyordu.

"Bu yıl, planladığımdan daha zorlu geçecekmiş gibi görünüyor." Draco, gerginliğini gizlemek konusunda olağanüstü bir iş çıkararak hoş bir ses tonuyla konuştu. Buna rağmen Hadrian, o duygunun bakışlarının arkasında volta attığını görebiliyordu.

Hadrian, gencin söylediklerine katılan bir ifadeyle hımladı. "Hem turnuva hem de finallerle nasıl başa çıkacağımızı hayal bile edemiyorum."

"Babam, üç şampiyonun sınavların tamamından muaf tutulacağını söylemişti. Neyse ki turnuva, mezun olabilmemiz için yeterli görülüyor."

"Dürüst olmak gerekirse, turnuva yerine sınavlara girmeyi tercih ederdim." Koyu saçlı genç duygusuz bir tonla konuştuğunda, Draco sırıttı. Çok geçmeden, kısa ömürlü neşeleri başlangıçtaki etkisini yitirmişti. İkisi de içinde oldukları durumu çevreleyen gündüzdüşünden çıkmıştı ve gerçekliğe dönüş yapmışlardı. En kötü senaryoda, başlarına ne gelebileceğinin tam olarak farkındalardı.

Draco elindeki kağıdı yukarıya doğru kaldırdı. "Ölme sebebimin bu küçük kağıt parçası olabileceği ihtimali gerçekten inanılmaz, değil mi?"

Gözlerinin önündeki Draco Malfoy ismi, zarif bir şekilde kağıdı süslüyordu.

Sarışın gencin sözleri, Hadrian'ın aklının kendi parşömenine kaymasına sebep olmuştu. Başlangıçta hissettiği kafa karışıklığı ve panik yüzünden, elindeki kağıda bakma fırsatı dahi bulamamıştı.

Hızlıca katlanmış kağıdı açtı ve gözlerini adının üzerinde gezdirerek yazıyı taradı.

“İyi misin Hadrian?” Draco'nun sesi, kulağına sanki çok uzaktaymış gibi boğuk boğuk gelmişti.

Hayır. İyi değildi.

Adını kağıtta görmek, muhtemelen öleceği gerçeğini zihnine bir çivi gibi çakmıştı. Ve bundan kurtulmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Ancak durumu olduğundan daha da kötü bir hale sokan bir şey vardı, o da bu el yazısını tanıyor olmasıydı.

Bu yazıyla kaleme alınmış olan - son üç yıldır değiş tokuş ettikleri ders notları, beraber gözden geçirirken uzun saatler harcadıkları denemeler ve ödevler varken nasıl tanımazdı ki?

Hadrian elindeki parşömeni indirdi. Boğazında yutkunamadığı bir yumru oluşurken, aşina olmadığı bir duygu göğsünü sıkıştırmaya başlamıştı.

Parşömendeki yazı, Jacob’ın el yazısıydı.

 

Chapter 11: Bölüm On Bir

Chapter Text

Hayatında ilk kez Hadrian zihninin durduğunu hissetti. Düşünceleri yarıda kalmış bir şekilde yanıt vermeyi bırakmış, anlamsız parçacıklar halinde zihninde dolaşmaya başlamıştı.

Beynini tıkayan sisten kurtulabilmek için önce bir, sonra iki kez gözlerini yavaş yavaş kırpıştırdı. Biraz önceki halinin aksine bu sefer soğukkanlılığını kaybetmemişti - soluğu kesilmemiş ya da vücudu korkunç titremelerle sarsılmamıştı.

Bunun yerine - ihanete uğramanın ve inanamamanın getirdiği acı soldukça geride kalan şey, küçük bir köz halinde içinde alevlenen ve ısrarcı bir şekilde yanmaya devam eden öfkenin kalıntıları olmuştu.

Parmakları, avcundaki kağıdı sıkıca buruşturduğunda gözleri karardı. Sihri serbest bırakılmak için yalvarırcasına içinde kıvranmaya başladığında, zümrüt yeşili gözleri neredeyse simsiyah olmuştu.

Hadrian, aşırı olumsuz duygu patlamalarının büyücülerin sihir kullanma yeteneklerini etkileyerek onları vahşi ve kontrol edilemez bir hale getirebileceğini okumuştu. Bunca yıldır, gücü üzerindeki kontrolünü bu derecede sarsacak kadar güçlü bir şey hissetmemişti.

En azından şu ana kadar.

Normalde saldırgan bir insan değildi. Günlük yaşamında kesinlikle öfke duygusunu deneyimlerdi ve verdiği tepkiler bir tsunami kadar yıkıcı olabilirdi - ama her zaman anlıktı ve kolayca sönerdi.

Ama bu? Bu, kesinlikle öylece peşini bırakabileceği türden bir konu değildi.

Jacob ona ihanet etmişti. Bilinçli bir şekilde ona karşı bir adım atmıştı.

Bu affedilemezdi.

Gözleri tehlikeli bir ifadeyle kısıldı.

Bu kesinlikle affedilemezdi.

"İyiyim Draco." Sesi duygusal dengesizliğine dair hiçbir belirti vermiyordu. Çok geçmeden ruh halini ele verebilecek ifadeler de yüzünden tamamen silinmişti.

Draco ona ihtiyatlı bir bakış attı, gri gözleri gizli bir cevabı arıyor gibiydi. "Sen öyle diyorsan." Ancak fazla kurcalamadan, kendisine verilen cevabı kabul etmişti.

Hadrian, yanmaya devam eden öfkesini aldı ve şimdi hiçbir işine yaramayacağının bilincinde olarak zihninin en ücra köşesine itti. Annesi onu bu gibi durumlarla nasıl başa çıkması gerektiği konusunda eğitmiş, duygularının dikkatini dağıtmasına engel olabilmek için düşüncelerini nasıl organize edeceğini ve bölümlere ayıracağını öğretmişti.

Jacob’la - kaçınılmaz bir şekilde - tekrar karşılaştığında ne yapacağını bilmiyordu. Bir yanı vereceği tepkiden ciddi anlamda korkuyordu. Ama şimdilik, düşüncelerine yerleşen ve çalkantılı ruh halini bir battaniye gibi örten yapay sakinliğin tadını çıkarmaya karar vermişti.

Kapılar bir kez daha ardına kadar açıldı - Bakanlık görevlilerinden oluşan bir grup içeri girdiğinde, Draco’nun yanında bekleyen Hadrian ellerini gevşekçe arkasında birleştirdi. Dışarıdan bakan gözler için bu görünüşü, resmen rahatlığın resmini çiziyordu.

Yenice seçilmiş üç şampiyon, Lucius Malfoy liderliğindeki yetişkin grubu içeriye girerken seyretti. Adam, kendi kanından olma tek varisi ölümcül bir turnuvaya katılan birisi için fazla kendini beğenmiş gözüküyordu. Sarışın Sihir Bakanı’nın arkasından okulların müdire ve müdürleri odaya giriş yaptı. Hadrian, Madam Maxime’in uzun figürünü gördüğünde biraz daha sakinleştiğini hissetti.

Kadını görmek, neredeyse annesini görmek kadar rahatlatmıştı.

Kapıdan giriş yaptığı anda Madam Maxime’in koyu renkli gözleri üzerine dikildi. Bakışlarında yoğun bir gurur ifadesi göze çarpıyordu ve ince dudakları hafifçe gerilmişti. Beauxbatons’tayken kadının turnuvaya olan korkularını ve umutlarını anlattığı günün bölük pörçük hatıraları, Hadrian'ın zihninde belirdi.

Hadrian başıyla onu selamladı. Kadın da gerginliğini korumasına rağmen, selamına belli belirsiz bir hareketle karşılık vermişti.

Bakışlarını Madam Maxime’den ayırarak odaya girmeyi başaran politikacıların üzerinde gezdirdi. Çoğu - özellikle Karanlık Lord göz önüne alındığında - sıradan ve donuk görünüşlere sahipti.

Hadrian, adama dikkatli bir şekilde bakarak soğuk bir ilgiyle inceledi. Adamın sihrinde bulunan karanlık, içinde oldukları odanın havasını ağırlaştırmaya başlamıştı bile. Bakışları sonunda Voldemort’un yüzüne ulaştığında derin bir nefes aldı.

Adam da o anda onu incelediğinden, gözleri anında kızıl göz bebeklerine kilitlenmişti. Kendini Karanlık Lord’un incelemesi altında bulduğu birkaç seferde, içinde belli bir doz korku hissederek bir şekilde bu ilgiden sıyrılabilmeyi başarabilmişti.

Ama şimdi, en ufak bir çekinme göstermeden adamın bakışlarına karşılık veriyordu. Yaklaşan turnuvayla olan yüzleşmesinden midir bilinmez, zihninde Voldemort’la ilgili olan her şey ikinci plana atılmış gibiydi. Her şeyi - babasının katili olan adamın, üstesinden gelmesi gereken en ölümcül zorluk olduğu gerçeğini - düşününce bu oldukça garip bir durumdu.

Bunu yapabilmek için birkaç yıl daha zamanı vardı gerçi.

Madam Maxime zarif bir şekilde yanına gelip elini rahatlatan bir tavırla omzuna yerleştirdiğinde, Hadrian adamla olan göz temasını kesti. Devasa kadına beklenti dolu bir ifadeyle baktı. “Tebrik ederim,” dedi yumuşakça, Fransızca kelimeler kadının ağzından akıcı bir şekilde dökülmüştü. “Akademimizin temsilinde mükemmel bir seçim olduğuna en ufak bir şüphem yok.”

Kadının büyük ellerinden birisi başının arka tarafına doğru uzanarak saçlarını kibarca okşadı. Bu dokunuş çok hafifti. Onları izlemeyen birisi için kolayca gözden kaçırılabilirdi. Ancak bu bile Hadrian’ın içini sıcaklıkla doldurmaya yetmişti. Akademideki öğretmenleri, normalde öğrencilerine bu kadar yakın bir şekilde temas etmezdi. Hatta Hadrian da nadiren sırtının sıvazlanması gibi cesaretlendirici hareketlere müsaade ederdi - ancak Madam Maxime, tüm öğrencilerinin fahri teyzesi gibi olduğundan bir sorun yoktu.

“Teşekkür ederim Madam,” diye cevapladı, omuzları müdiresinin bakışları altında dikleşirken. Şampiyon olmakla ilgili hislerine rağmen, diğerinden bu sözleri duymak yüzünde küçük bir gülümsemenin belirmesine sebep olmuştu. “Okulumuzun itibarını korumak için elimden gelen her şeyi yapacağım.”

Bu cümlesine karşılık olarak kadından gelen gülümseme nefes kesiciydi. "Görevlerde gösterdiğin performans nasıl olursa olsun, hepimizin saygısını ve desteğini alacaksın. Yardıma ihtiyacın olursa, ne istediğini söylemen yeterli.”

"Teşekkür ederim," diye minnetle tekrarladı. Madam Maxime'in daha öncesinde öğrencilerine, şampiyona yardım etmek için ne gerekiyorsa yapmalarına izin verdiğini biliyordu - ama tekrar etmesi iyi hissettirmişti.

"Olympe.” Birisi, onların küçük anını yumuşak bir şekilde böldü. Hadrian, duyduğu soğuk ve sert ses tonuyla irkilmeden edememişti. Hafif bir korku hissiyle, Voldemort'un bir anda yanlarında bittiğini ve tam arkasında beklediğini fark etti. İlk günkü tesadüfi karşılaşmaları dışında, bu Hadrian’ın diğerine en yakın olduğu anlardan biriydi.

Arkama ne ara geçti?

“Lordum.” Müdiresi adamı hoş bir şekilde selamladığında, kadının sesi güzel bir tınıya sahipti. Bu esnada Madam Maxime'in ifadesi tıpkı bir elmas gibi sertleşmiş, alaycı bir nezaketle hafifçe boynunu öne doğru eğmişti. “Yardımcı olabilir miyim?”

Hadrian, müdiresinin hareketine olan şaşkınlığını gizleyebilmek için yumuşakça boğazını temizledi.

Voldemort, uzun boylu kadının bu hafif saygısızlığını görmezden gelerek gülümsedi. “Şampiyonunu tebrik etmek için gelmiştim. Onun hakkında Hogwarts’taki profesörlerden oldukça etkileyici şeyler duydum.”

Parlak kızıl gözler ona yöneldiğinde, Hadrian hızlı bir şekilde yüzünü - orada olması beklenen - saygı ve hayranlıkla dolu bir ifadeye dönüştürdü. Adamın gözlerinde, Hadrian'ın bunu yaparken o kadar da hızlı olamadığını ifade eden bir eğlence parıltısı belirmişti.

“Teşekkür ederim,” dedi, bakışlarını yere doğru indirerek. Her şeyin arkasına zorunluymuş gibi yapıştırılan ‘Lord’um’ kelimesini söylemek konusunda kendine tam olarak güvenemiyordu. Voldemort birçok şey olabilirdi, ama asla Hadrian’ın Lord’u olmayacaktı. Bakışlarını sahte bir teslimiyet ve boyun eğme ifadesiyle yere indirdiği için, adam kendisini şanslı saymalıydı.

Bu arada, hangi profesörlerin adama bu raporu verdiğini merak etmişti. Carrow kesinlikle onlardan biri olmalıydı. Birkaç kere kadını, İksir dersinde onu aşırı sayılabilecek bir dikkatle incelerken yakalamıştı.

Ve Riddle'ın da bu profesörlerden olması yüksek bir ihtimaldi. Savunma, Hadrian’ın özellikle başarılı olduğu bir dersti ve bu derste bariz bir yetenek sergileyerek göze çarpan herhangi bir öğrencinin Voldemort'un radarına girmesi muhtemeldi. Hadrian sadece Riddle'ın, Karanlık Lord hakkındaki liberal sayılabilecek bazı yorumlarını adama iletmemiş olmasını umuyordu.

“Böylesine onurlu bir göreve seçilmiş olmak nasıl hissettiriyor Bay Evans?” Adamın ismini söyleyiş tarzında Hadrian’ın hafızasını harekete geçiren bir şeyler vardı, ama bu çok anlamsızdı. Çünkü Voldemort’u gördüğü anlar, bir elinin parmaklarıyla sayabileceği kadar azdı. Artı, bu anların hiçbirinde Voldemort’un ona direkt olarak konuştuğunu ya da ismini kullandığını hatırlamıyordu.

“Diğer şampiyon arkadaşlarımla aynı hisleri paylaşıyorum votre seigneurie (Ç.N. Lord Hazretleri). Sizin de dediğiniz gibi bu büyük bir onur.” Cevap olmayan, ama görünüşte cevap olarak kabul edilebilecek bir şey söylemişti. Çünkü değerli turnuvası hakkındaki gerçek düşüncelerini yüzüne söylemesinin, Voldemort’u memnun edeceğinden pek de emin değildi.

Adamın yüzündeki gülümseme sırıtmaya benzeyen bir ifadeye evrildi. Hadrian’ın yorumunun arkasındaki amacı anlamış gibiydi - buna rağmen Voldemort’un yüzünde bir onay parıltısı belirdi. “Kesinlikle.” 

Adamın bakışlarının yoğunluğundan rahatsız olmaya başladığından, yardım isteyen bir ifadeyle başını müdiresinin olduğu tarafa doğru eğdi. Kadın ne istediğini anında anlamış, konuşmayı devralmıştı. “ ‘adrian Beauxbatons’ın en iyi öğrencilerinden Lordum. Bizi gururlandıracağına hiç şüphem yok.”

“Buna katılıyorum. Tüm derslerde ilk sıradaydın değil mi?” Görünüşe göre Voldemort, dolaylı bir şekilde yönlendirilebilecek birisi değildi. Gözleri, Madam Maxime konuşurken dahi Hadrian'ın üzerinden ayrılmamıştı. Ve soruyu direkt olarak ona yönelttiği göz önüne alındığında, cevap verenin Hadrian olmasını beklediği belli oluyordu.

“Evet, votre seigneurie.”

Bunu nereden öğrenmiş olabilirsin ki? Buraya geleli daha bir ay anca oldu.

Voldemort, başını hafifçe yana doğru eğerek düşünceli bir şekilde hımladı.

Lucius Malfoy’un sesi oda boyunca yankılandı. “Toplanın şampiyonlar, siz sınıf arkadaşlarınızla beraber kutlamalara katılmadan önce ele almamız gereken birkaç konu var.”

Hadrian, tam vaktinde oluşan dikkat dağınıklığına minnettar hissederek iki uzun yetişkinin arasından sıyrıldı ve tekrardan Draco’nun yanına gitti. Galiana, Draco’nun diğer tarafına adımlayarak sarışın genci aralarına almıştı. Hadrian bu saçma harekete böylesine kayıtsız hissetmeseydi, kızın çocuksu düşmanlığına gözlerini devirebilirdi. Muggle-doğumlu olmak bulaşıcı değildi ya...

“Öncelikle, şampiyon seçildiğiniz için hepinizi tebrik ederim. Eminim her biriniz, ulaştığınız bu başarıdan dolayı kendinizle gurur duyuyorsunuzdur.” Bu kısmı söylerken Malfoy’un bakışları oğluna çevrilmişti. Cıva renkli göz bebekleri Hadrian’a yöneldiğinde, adamın gözlerinde beliren hoşnutsuzluk ifadesi neredeyse otuz iki diş sırıtmasına sebep olacaktı. Malfoy’un onu Éric’in ofisinde gördüğü anı hatırladığı açıktı. Ancak diğeri, son karşılaşmalarından sonra Hadrian’la nasıl başa çıkması gerektiğini tam olarak kestiremiyor gibiydi.

Dürüst olmak gerekirse, o zaman adamla bilinçli bir şekilde uğraşmıştı.

“Daha önce müdür Yaxley’in de açıkladığı üzere, yapmanızı beklediğimiz görevler son derece tehlikeli. Ancak bunlar, yüzleşeceğiniz tek tehlike değil. Önceki turnuvalarda, şampiyonların rakipleri tarafından - trajik bir şekilde - yaralanması ve hatta öldürülmesi gibi olayların gerçekleştiği gerçeği göz önüne alındığında, hükümetlerimizin paylaştığı başlıca endişelerden biri görevler arasında şampiyonların güvenliğini nasıl sağlayacağımızdı."

Bu, turnuvaya başlamak için harika bir yol değil miydi? Şampiyonların zihnine, çok fazla tehdit oluşturmaları halinde turnuvadan çıkarılabilecekleri paronayasını aşılamak gerçekten taktik kokan bir hareketti. Yan tarafında bekleyen Draco hafifçe kıpırdandı.

“Günümüzde daha medeni bir zamanda yaşadığımızdan, şampiyonların bu tarz yollara başvurması ihtimalinin oldukça düşük olduğunu düşünüyorum. Ancak önlem olarak, sizler için bazı koruma yöntemleri uygulamaya karar verdik.”

Ah evet, bileklikler. Hadrian bakışlarını Malfoy’un arkasına, sade görünüşlü kahverengi bir sandığı tombul parmaklarıyla sıkı bir şekilde kavramış olan adama çevirdi.

“Bu bileklikler, şampiyonların her birini dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korumak için Karanlık Lord tarafından bizzat büyülendi. Zehirlerin varlığında dedektör görevi görme ve  size saldırı büyüleri yapıldığı anda vücudunuzu saracak küçük ama güçlü bir kalkan büyüsü üretme kabiliyetine sahipler. Ayrıca, üzerinde izleme tılsımları ve başınıza başka bir şey gelmesi durumunda görevlileri uyaracak birtakım ufak tefek büyüler de mevcut."

Malfoy’un elinin hafif bir hareketiyle, tombul adam öne çıktı ve sandığın kapağını açtı. Sarmaşığa benzer karmaşık desenleri olan üç bileklik, masum bir şekilde gözlerinin önüne serilmişti.

Bileklikler gümüş gibi görünüyordu. Üçü de üzerlerine vuran ışığın altında büyüleyici bir şekilde parlıyorlardı.

Voldemort bir şey söylemeden sandığa doğru yürüdü ve bilekliklerden birini olduğu yerden çıkardı. Sonrasında, elini itaatkar bir tavırla bileği yukarıyı gösterecek şekilde ileriye doğru uzatan Galiana’ya doğru yaklaştı. Karanlık Lord bilekliğin ucunu kızın solgun tenine yaklaştırdı ve konuştu.

Daha doğrusu – tısladı.

Adamın dudaklarından dökülen Çataldil’i duymak, Hadrian’ın tüylerini diken diken etmişti. Her zaman Fransızca’nın kulağa en güzel gelen dillerden biri olduğunu düşünmüştü. Ama bu... Yumuşak ve tensel  tıslamalar yüzünden başlayan ürpermesini durdurabilmek için yumruklarını sıktı.

Anlık bir tiksinti duygusuyla, gözlerini Voldemort’un dudaklarına sabitlediği yerden ayırdı ve bakışlarını zor da olsa metal bilekliğe dikti. Hadrian seyretmeye devam ederken gümüş bileklik sertliğini kaybetmiş, bir anlığına canlıymış gibi hareket etmeye başlamıştı. Sonrasında akışkan bir şekilde, Karanlık Lord’un soluk tenli elinden kayarak Galiana’nın bileği etrafına dolandı.

Bileklik güvenli bir şekilde yerine oturduğunda, metal sertliğini tekrardan kazandı ve başından beri sözünü ettikleri bileklik haline dönüştü.

Sihrin inanılmaz bir uygulamasıydı. Çatalbüyü’nün kullanılmış olması her şeyi daha da etkileyici bir hale sokmuştu. Hadrian yalnız kaldığı an, bilekliğiyle uğraşmayı kafasına koymuştu. Fazla bir şey yapamayacağını düşünse de – büyü Çataldil'de yapıldığından ve o yılan dilini konuşamadığından büyüyü değiştirmek gibi bir umudu yoktu – en azından bazı büyülerin çalışma mekanizmalarını anlamaya çalışabilirdi.

Süreci, Draco’nun bilekliği takılırken yeniden dikkatli bir şekilde izledi. “Teşekkürler Lord’um.” Sarışın gencin teşekkür eden yumuşak sesi kulağına ulaştı.

Sıra kendisine geldiğinde, Hadrian merakının bir kısmını kaybetmiş, onun yerine Voldemort tarafından yapılmış bir şeyi giyecek olmanın verdiği bir korku gelmişti. Malfoy’un bilekliğin çoğu özelliğinden bahsetmekten kaçındığı gerçeği dikkatinden kaçmamıştı. Bilekliklerin üzerinde, onlara söylenenden çok daha fazla büyü ve tılsım olduğunun farkındaydı.

Karkaroff ve Yaxley çoktan kendi şampiyonlarının yanına gitmiş, hararetli bir şekilde öğrencilerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı.

Önündeki siyah cüppeli figür, dikkatini asıl soruna tekrardan çevirmesine neden olmuştu. Hadrian, sessiz bir iç çekişle sol elini kaldırdı. Diğer şampiyonların aksine bileğini Voldemort'a sunmamış, elini dikey olarak tutmuştu - avcunun arka tarafı adama doğru dönük bir vaziyetteydi.

Bu pozisyon, kendi adına aldığı bilinçsiz bir karardı. Hadrian, Voldemort'un gözlerinde beliren meraklı parıltıyı yakalayana kadar bunu yaptığını fark etmemişti bile.

Bilekler, insan vücudunun zayıf bölgelerinden birisiydi. Ele kan akışını sağlayan ‘ulnar arter’in orada olmasının yanı sıra, hayati bir basınç noktası da bileklerde bulunuyordu. Muggle’lar ağrılarını hafifletmek için basınç noktalarını kullanırken, bu bölgeler büyücüler için farklı bir işlev görüyordu. Onlar için bu noktalar, büyü yaparken sihrin aktığı kanallardı.

Nei Guan basınç noktası, Hadrian’a göre bir büyücü için en önemli noktaydı. Büyünün özden kollara ve kollardan ellere - oradan da asaya akmasını sağlardı. Bu nokta hasar görür ya da bir şekilde kısıtlanırsa - asasız büyü yapmak şöyle dursun, asayla büyü yapmak bile neredeyse imkansız bir hale geliyordu.

Vücudunun ve büyüsünün bu kadar hassas bir bölümünü, düşman olarak gördüğü birinden uzak tutmayı istemesi tamamen içgüdüsel bir hareketti. Voldemort'un dudaklarının kıvrılma şeklinden, adamın Hadrian’ın bu istemsiz hareketini farkettiği kesinleşmişti.

Hadrian yutkundu ve sabırla Karanlık Lord'un lanet bilekliği takmasını bekledi. Böylece ne gerekiyorlarsa yapıp bu işi bitirebilirlerdi. Bir an önce yatağına gitmek ve uyumak istiyordu.

Solgun bir el, ön kolunu sarıp bileği tavanı gösterecek şekilde yeniden konumlandırdığında istemsizce irkildi. Dokunuş, kolundan yukarıya doğru bir elektrik akımının ilerlemesine sebep olmuştu. Voldemort’un baş parmağı bileğinin hassas derisinde hafifçe gezinirken, Hadrian ise kolunu adamın elinden çekme dürtüsünü güç bela bastırabilmişti.

Hadrian’ın bir anlığına nefesi kesildi. Parmakları gerginliğini gözler önüne serercesine refleksif bir şekilde seğirmişti. Bakışları sol bileğinin Nei Guan noktasının hemen üzerinde duran baş parmağa sabitlenmiş bir haldeyken, adamdan gelen yumuşak tıslamaları zar zor duyabiliyordu. Gümüş bileklik Hadrian’ın kolundaki yerine doğru ilerlediğinde, Voldemort bileğinde hareket ettirdiği parmağını çekti.

Bilekliğin yılan şeklinde yapıldığını, küçük metal yaratığın kafasını gördüğünde fark edebilmişti. Yılanın vücuduna, rün olduğu belli olan yazılar güzel bir şekilde işlenmişti. Ancak yazılar tuhaf ve dalgalı karakterlerle yazılmış olduğundan, Hadrian onları okuyamıyordu.

Çatalyazı. Zihninin derinliklerinden bir kısım mırıldandı.  

Sonrasında Voldemort, sadece Hadrian’ın duyabileceği hızlı ve keskin bir sesle tekrardan tısladı. Yılanın boş bakışlı gözleri bununla beraber Voldemort’un söylediği şey her neyse onu anlıyormuş gibi bir kez daha parlamış, sonrasında gözleri gümüş renginden neredeyse pembe gibi görünen soluk bir kırmızı rengine dönüşmüştü.

Hadrian, gözleri şaşkınlıkla kısılmış bir halde Karanlık Lord’a bakmak için başını kaldırdı. Hatırladığı kadarıyla adam, bu hareketi diğer şampiyonların bilekliklerini takarken uygulamamıştı.

Midesi endişe hissiyle bulanmaya başladığında, Voldemort’un yaptığı tek şey ona sırıtmak olmuştu.

Biraz önce ne halt etti o?

Çenesini kasarak diğer ikisinin yaptığı gibi 'Teşekkür ederim, Lordum.' demek yerine bir şey söylemekten kaçındı. Bu saygısızlığı karşısında ona kızmak şöyle dursun, Voldemort'un gözlerindeki parıltı daha da artmıştı.

"Mükemmel," dedi Lucius Malfoy, odadakilerin dikkatini bir kez daha çekerek. Voldemort, takipçisinin yanına geri döndü ve sarışın adamın konuşmasına devam etmesine izin verdi.

Hadrian, Malfoy’un yaptığı konuşmayı dikkatli bir şekilde dinleyemiyordu. Zihni Voldemort'un, bilekliğine ne yaptığını merak etmekle fazlasıyla meşguldü. Draco'nun bilekliğine attığı gizli bir bakışla, diğer gencin bileğindeki yılanın gümüş renkli gözleri olduğunu görmüştü. Gözlem yapmaya devam ederken bir yandan da parmakları, bilekliğin soğuk metalinde gezinerek oyukları keşfediyor ve üstündeki şekilleri ezberliyordu.

Bilekliği sol eline takmayı seçtiğine memnundu. Hadrian çocukluğunda iki elini de kullanabilmesi için eğitilmişti - ancak sağ eli her zaman birinci tercihi olmuştu. Bilekliğin sol elinde olması, sağ elini kullanarak analiz etmesine olanak sağladığı için biraz da olsa rahatlamasını sağlamıştı.

“İlk görev üç hafta sonra gerçekleşecek. Tamamlamanız istenilen görev, hazırlık yapabilmenize zaman tanımak için size iki gün önceden açıklanacak.” Hadrian gözlerini kırpıştırarak diğer iki şampiyona baktı.

İkisinin de, yapacakları şeyin ne olduğunu öğrenmek için görevden iki gün öncesine kadar bekleyeceğini düşünmüyordu. Malfoy'un, Draco'ya hemen haber vereceğine hiç şüphe yoktu. Hadrian'ın, Karkaroff hakkında bildiği bir şey varsa - o da adamın kesinlikle acımasız olduğu ve gururu tarafından yönetildiğiydi. Ve bu da Galiana’nın, ilk görevi müdüründen saniyeler sonra öğreneceği anlamına geliyordu.

Bu, Hadrian’ın da hızlı bir şekilde bir başlangıç noktası bulmasını gerektiriyordu. Burada hiçbir bağlantısı olmadığı düşünüldüğünde, onun için oldukça zor bir durumdu. Bildiği kadarıyla Madam Maxime’in de Voldemort yönetiminden tanıdığı birisi yoktu. Karkaroff Ölüm Yiyen olmanın nimetlerine (!) sahip olduğundan, işine yarayacak bir bilgiye ulaşması uzun sürmezdi.

Draco’nun babası ise turnuvayı yöneten kişi olduğundan, sarışın gencin her şeyi önceden öğrenmesi oldukça kolaydı. Muhtemelen, ilk görevin ne olduğunu zaten biliyordu.

Diğer gençten bilgi koparmayı deneyebilir ya da Hermione’ye bir şeyler bilip bilmediğini sorabilirdi. İki genç birbirine yakın görünüyorlardı. Bu yüzden Draco’nun kıza bu tür şeyleri anlatacak kadar güvendiğinden emindi.

Bu esnada parmaklarını, bilekliğinin üzerinde gezdirmeyi bir an bile bırakmamıştı.

“Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor ve şimdiden, gelecek görevlerde başarılar diliyorum. Yarın, asa tartım seremonisi düzenleyeceğiz. Şampiyonların asalarının kusursuz bir şekilde çalıştığından emin olmak için yapılan formalite bir işlemdir. Lütfen, orada muhabirlerin olacağını ve söyleyeceğiniz her şeyin hem yerel hem de uluslararası gazetelerde yayınlanacağını unutmayın. Şimdi sınıf arkadaşlarınızın yanına geri dönebilirsiniz.”

Madam Maxime elini tekrardan omzuna yerleştirmiş ve onu içinde olduğu tuhaf ruh halinden çıkarmıştı. Hadrian, ellerini birbirinden ayırarak serbestçe iki yanına bıraktı.

“Hadi, biz de arabamıza geri dönelim. Sınıf arkadaşların çoktan orada toplandı. Kutlamaya başlamak için seni bekliyorlar. Ancak oraya gitmeden önce yapman gereken son bir şey daha var.”

“Ne yapmam gerekiyor Madam?” Hadrian, hafifçe kaşlarını çatarak sordu.

Madam Maxime tatlı bir ifadeyle ona gülümsedi. “Annenle görüşmen ve onu şampiyonluğun hakkında bilgilendirebilmen için bir şömine araması ayarladım. Bunu gazetelerden ziyade senden duymak isteyeceğini düşündüm."

Birazdan, annesine başarısızlığını anlatacağı düşüncesiyle midesi korkuyla büzüldü. Ona sadece bir mektup yazarak kurtulabileceğini ummuştu - ama nafile. En azından önceden haber vererek annesinin ani tepkisinden kaçınmayı deneyebilirdi.

Korkusunu gizlemek için yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. "Tabii ki, heyecandan unutmuştum." Müdiresi omzundaki tutuşunu sıkılaştırdı. "Seninle gurur duyacağından eminim."

İçten içe ölürken hafifçe kıkırdadı. "Evet - sonuçta bu büyük bir onur değil mi?"

Annem beni öldürecek.

 

.

 

.

 

.

 

Hadrian, Madam Maxime'in ofisinin kapısını kapattı ve kapıya yaslandı. Sevinçten kendinden geçmiş sınıf arkadaşlarını fazla sorun yaşamadan atlatmayı başarmış, kimse onu fark etmeden buraya gelmişti. Jacob'la karşılaşmaktan özellikle kaçınmıştı.

Aynı öfke göğsünde tekrardan köpürmeye başladığında kendini tuttu. Arkadaşıy - diğeriyle, yaptığı şey hakkında nasıl yüzleşeceğini hala bilmiyordu.

Yüksek sesle içini çekti. Dışardakilerin heyecanlı gevezeliklerini engelleyen susturma büyüsünden büyük bir memnuniyet duyarak başını ahşap kapıya dayadı. Gözlerini sıkıca yumdu.

"Merde," diye homurdandı. "Bittim ben."

Ellerindeki hafif titremeyi durdurabilmek için birbirine sürttü ve yanan şömineye doğru ilerledi. Madam Maxime'in, annesi haberi gazetelerden öğrenmesin diye Hadrian'a ofisindeki şömineyi kullanma iznini vermesi oldukça kibar bir hareketti - ama onun şu an düşünebildiği tek şey, yaklaşmakta olan azarlamaydı. Donuk bir ruh haliyle şömine bağlantısını ayarladı ve annesinin cevap vermesini bekledi.

Kısa bir bekleme anından sonra, kadının yüzü alevlerin içinde belirdi. Hadrian bir saniyeliğine doğru kelimeleri bulmakta zorlandığını fark etti.

"Hadrian?"

Harry diye hitap etmemişti. Etrafında kimsenin olmadığını garantiye almadığı sürece, ona asla Harry diye seslenmezdi. Şömine aramaları genellikle güvenli bir iletişim yoluydu, ancak konuşma hattının ele geçirilmesi gibi bir risk her zaman mevcuttu. Yumuşak bir şekilde nefes verdi.

"Maman," diye selamladı. Sesi başlangıçta mutlu olmasına rağmen sonlara doğru düşmüştü. "Nasılsın?"

"İyiyim, beni neden aradın? Bu normalde yaptığın bir şey değildi."

Ellerini birbirine kenetledi ve olanları nasıl anlatacağına dair kafa yordu. Annesi katı bir kadındı. Konuşurken kurnaz cevaplar vermesi konusunda Hadrian'ı eğitmesine rağmen, oğlunun her zaman kendine karşı dürüst olmasını tercih ederdi. Derin bir nefes aldı.

"Çünkü bu, normal bir durum değil maman." Kadının yüzünde beliren şüpheyi ve şaşkınlığı görebiliyordu. Hadrian, daha o konuşmaya başlayamadan devam etti. "Beauxbatons şampiyonu olarak seçildim."

Sessizliği bir bakıma öfkesinden daha kötüydü.

Hadrian, kadının farklı ifadelerle yanıp sönen bakışlarından kaçınabilmek için başını eğdi. Yüz hatlarındaki hoşnutsuzluğu görmeye dayanamıyordu.

Uzun bir süre boyunca annesi hiçbir şey söylemedi. Yorumsuz geçen her saniyeyle sinirleri daha da geriliyordu. Bu kadar gereksiz bir uzatma resmen acımasızlıktı.

"Lütfen bir şeyler söyle." Hadrian sessizce mırıldandı.

"Bundan kaçınabileceğini söylediğini sanıyordum."

İstemsizce yüzünü buruşturdu. "Öyle yaptığımı düşünüyordum, ama beklenmedik bir şey oldu ve kadehten adım çıktı."

Lily sessizdi. Hadrian, gözlerini ofisin gösterişli halısına dikti ve onun konuşmasını bekledi.

"Ne gibi 'beklenmedik' bir şey oldu?"

Genç duraksadı.

Annesi de bunu anında fark etmişti.

"Hadrian." Bu komut içgüdüsel olarak ağzının açılmasını sağlamıştı.

"Birisi haberim olmadan kadehe ismimi atmış. Bu gece Beauxbatons şampiyonu seçilinceye kadar bunun farkında bile değildim." Ne kadar sinirli olsa da, bu sorunun kaynağının Jacob olduğunu söyleyemezdi. Bunu yapmalıydı, bunun annesinin gazabını azaltacağını biliyordu. Ama yanlış yönlendirilmiş bir sadakat hissi, sözcüklerin ağzından kaçmasını engelledi.

 Lily derin bir nefes aldı, Hadrian'ın kulaklarına gelen ses oldukça yüksekti. "Bundan sıyrılabilmenin bir yolu var mı?"

Yavaşça, hayır anlamında başını salladı. "Hayır. İsim kadehten çıktığı anda, kadeh ve kağıda ismi yazılan katılımcı arasında sihirli bir anlaşma kuruluyor. Eğer turnuvaya girmeyi reddedersem, sihrimi kaybederim." Sihrini kaybetmenin düşüncesi bile tüylerinin ürpermesine yetmişti. Sihrinin olmadığı bir hayatı hayal etmek, onun için imkansızdı.

"Ama bir yolu, işimize yarayabilecek bazı boşlukları olmalı."

"Hayır yok. Daha öncesinde kontrol ettim. Artık sonuna kadar gitmek zorundayım."

Annesi tekrar içini çekti - bu seferki nefesi oldukça yorgun gibiydi. "Bu olmamalıydı," dedi. Dillendirilmemiş bir azarlama sesinde kendini belli ediyordu. Hadrian kabul edercesine başını salladı. Bunu biliyordu. Önceden böyle bir şey olacağını öngörmeliydi. Buna ihtimal vermese bile en azından bir plan yapmalıydı.

Annesi onu her şeye hazırlıklı olması için eğitmişti.

"Bu..." Düşünceli bir şekilde dudağını dişledi. "Bu düşündüğümüz kadar kötü bir şey olmayabilir maman. Hatta bir aşamada işimize bile yarayabilir."

Bakışlarını kadının kızgın suratına çevirdi. "Böyle bir şey bize ne gibi bir yarar sağlayabilir ki?"

"Eğer turnuvayı kazanırsam Fransa'daki etki gücümün şimdikinden çok daha fazla olacağını düşünüyorum. Tek başına bunun bile, ulaşmamız gereken konuma gelmemizde yardımcı olacağına inancım tam. Evet, katılarak üzerimize yoğun bir ilginin çekilmesine sebep oldum - ama aynı zamanda, normalde yapamayacağım bir şekilde adımı duyurma şansına da sahibim."

Annesi, söylediklerini düşünürken Hadrian nefesini tutmuş bir şekilde bekledi. Onun kendisiyle aynı fikirde olmasını gerçekten istiyordu.

Lily'nin gözleri ona döndü. "Pekala, bunun faydalarını görebiliyorum. Turnuvayla başa çıkabileceğine emin misin?" Ses tonu, ona verdiği görevi tamamlayamamış olmasının getirdiği hayal kırıklığından izler taşıyordu. Annesinin ona şüphe duyması, hiçbir zaman hazırlıklı olamayacağı bir şekilde Hadrian'ı incitiyordu.

Oturduğu yerde sırtını dikleştirerek başını salladı. "Kazanacağım maman," dedi kararlı bir şekilde.

"Başarısız olmayacağına emin misin?" diye üsteledi. "Sürekli göz önünde olacaksın. Tek bir hata bile yapmamalısın."

"Seni bir daha hayal kırıklığına uğratmayacağım, söz veriyorum."

Alevlerin içindeki yüz yumuşadı. "Uğratmayacağını biliyorum tatlım. Beni gururlandıracağına eminim." Annesi duraksadı. "Güvende olacağına ve gereksiz riskler almayacağına dair bana söz vermeni istiyorum."

Hadrian gülümsedi, annesinin ona artık kızgın olmaması içini rahatlatmıştı. "Maman, benden bahsediyoruz. Risk almadığımı biliyorsun."

Kadın, gülümsemesine daha küçük bir tebessümle karşılık verdi. "Tabi ki almazsın," dedi yumuşak bir sesle. "Şimdi gitmem gerekiyor, ama seninle düzenli bir konuşma programı ayarlayabilmek için Madam Maxime ile konuşacağım."

"Pekala," dedi Hadrian bir kez daha gülümseyerek. "Seni seviyorum."

Lily tatlı bir ifadeyle hımladı. "Ben de seni Hadrian seviyorum, hoşçakal."

Arama, ufak bir alev parlamasıyla sona erdi.

Oturduğu koltuğa yığılır gibi yaslandı. Ellerini yorgunlukla yüzünde gezdirirken sesli bir şekilde homurdandı. Görüşme beklediğinden daha yorucu geçmişti - ama düşündüğünden daha az tartıştıkları da bir gerçekti. Annesi direkt azarlamak yerine açıklama yapmasına izin vermiş, bu da Hadrian'ı çok mutlu etmişti.

Başını yumruğuna yaslayarak bilekliğine baktı. Şöminenin kırmızı alevleri metalin üzerine hareketli gölgeler düşürürken aynı zamanda kırmızıymış gibi görünmesine de sebep oluyordu. Bu şekilde, gözlerin hala pembemsi kırmızı bir renkte olup olmadığını söylemek zordu.

Hadrian, yılanın mücevher gözlerinin şömine ateşini farklı açılarla yakalayışını seyrederek bileğini döndürdü.

Sihrin gerçekten etkileyici bir kullanımıydı.

Ofisin kapısı birkaç kez hızlı hızlı vuruldu. Hadrian başını çevirdi, henüz sınıf arkadaşlarına katılmak isteyip istemediğinden emin değildi.

Gürültülü kutlamaların düşüncesi bile yüzünü buruşturmasına yetmişti. Bunların içine çekilmek, şu an istediği en son şeydi. Bir an önce yatağına gitmek ve uyumak istiyordu.

Ayağa kalkmak üzereyken olduğu yerde dondu.

Jacob'la aynı odayı paylaşıyorlardı.

"Merde," diye tısladı, kendi kendine.

Kesin olan bir şey vardı ki, o da Jacob'la aynı odada uyumaya devam edemeyeceğiydi. Yılın geri kalanında aynı yerde kalırlarsa, kendini kontrol edemeyip sonradan pişman olacağı bir şeyler yapmaktan korkuyordu. Madam Maxime'den rica etmesi halinde, kadının onu başka bir odaya aldıracağını ve büyük olasılıkla başka biriyle yer değiştirmesini sağlayacağını biliyordu.

Ama, taşınmayı neden istediği konusunda çok iyi bir mazeret sunması gerekiyordu. Herkes onun Jacob'la yakın olduğunu biliyordu. Hadrian kendini uzaklaştırdığında, bu durumu anında farkederlerdi. Çünkü yapmak istediği tek şey, o odadan çekip gitmekti. Hadrian'a göre, aralarındaki her şey bitmişti.

Asıl düşünmesi gereken nokta, başka bir odaya geçebilmek için Madam Maxime'e ne söylemesi gerektiğiydi.

Ofisin kapısına doğru yürüyerek kapıyı araladı. Biraz önce kapıyı çalan kişi her kimse orada olmayışı içine su serpmişti. Hadrian, herkesin nerede olduğunu anlamaya çalışırken dikkatli bir şekilde odayı taradı. Arabanın kapısı açıktı - olduğu yerden dışarıda birkaç öğrencinin sohbet ettiğini görebiliyordu.

Kendi üzerine fark edilmeme ve görmezden - gelinme büyüsü uyguladıktan sonra ofisten çıktı. Hadrian, diğer öğrencilerin yanından geçti ve yatak odalarının bulunduğu tarafa doğru ilerledi.

Kapıyı açarak içeri girdi. Üzerindeki büyüleri kaldırırken kapıyı sessizce kapattı.

Hareket etmek için döndü ve Jacob'ın yatağında oturduğunu gördüğünde durdu. "Oh." Gözlerini kırpıştırdı. Diğer genç oturduğu yerden ona hafifçe gülümsedi, ama Hadrian jestine karşılık vermeyince yüzündeki mutlu ifade soldu.

"Ah... Selam?"

Hadrian gözlerini kapattı ve derin derin nefes aldı. Öfkesini serbest bırakmamak için kendini zor tutmuştu.

"İyi misin Hadrian?"

Lanet olsun.

"Hayır, değilim. Ama sorduğun için teşekkürler, duygularıma karşı bu kadar düşünceli olduğunu bilmek güzel." Sözleri, öfkesiyle doygunlaşmış olduğundan keskin ve buz gibiydi.

Jacob şaşkınlıkla arkasına yaslandı. "Vay... Neden böyle oldun şimdi?"

"Gerçekten bilmek istiyorsun musun?" Hadrian konuşmaya çoktan başlamış olduğundan, kendini durduramayarak yatağa doğru yaklaştı. "Sana güvenebileceğimi düşündüğüm için kızgınım. Arkadaş olduğumuzu sanıyordum - lanet olsun, belki de arkadaştan daha yakın. Sana o işin peşini bırakmanı söylediğimde isteklerime saygı duyacağını düşünmüştüm."

Bükülüp kırışmış parşömeni cebinden çıkardı ve kendi yazısını görebilmesi için Jacob'a doğru kaldırdı. "Beni sırtımdan bıçaklayacağın aklıma bile gelmemişti! Ne yaptığın - beni neye ittiğin hakkında en ufak bir fikrin var mı?"

Jacob'ın gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı. "Ama kendini aday gösterdiğini sanıyordum...?"

"Hayır, benim kendimi aday göstereceğime inanıyordun. Böylece ne yaptığın ortaya çıkmayacaktı! Bunu yaptığına inanamıyorum! Beni aday göstermek mi? Senin neyin var?"

Parşömen parçasına diğerine fırlattı. "Ben sana ne olduğunu söyleyeyim. Tüm sırlarımı sana dökmediğim için kızgındın. O yüzden bu zavallı intikam planını harekete geçirdin. Sen sadece canın ne istiyorsa onu yaptın - çünkü şampiyon olmak istememem için gerçekten bir nedenim olduğunu düşünme zahmetine bile girmedin!"

"Bekle!" Jacob, yüzünde belirgin bir panik ifadesiyle ayağa fırladı. "O yüzden değil! Neden yaptığımı açıklamama izin verir misin?"

"Senin bahanelerini duymak istemiyorum! Bunu neden yaptığın umurumda değil. Önemli olan tek şey, bunu yapmış olman! Bir anlığına durup 'hayır bu kötü bir fikir' diye düşündün mü?"

"Adını attıktan hemen sonra düşündüm - ben sadece... Hayal kırıklığına uğradım ve haklısın, doğru düşünemedim -"

"Adımı bir kağıda yazıp ve kimseye fark ettirmeden Büyük Salon'a girip beni aday gösterecek kadar düşünmüşsün! Bu, 'anlık bir karar' olarak görülebilecek bir şey değil. Böyle bir şey, motivasyon ve planlama gerektirir! Ne yaptığını tam olarak biliyordun! İsteklerime karşı çıktığının pekala farkındaydın!"

" - ve böyle düşünerek hata yaptım!" Jacob aniden araya girerek konuştu. "Yaptığım anda çok kötü hissettim ve bana kızacağını biliyordum. Kendini aday gösterdiğini düşündüğümde de bu yüzden rahatlamıştım!"

"Eh, sonunda bir şeyi doğru anlamışsın," dedi Hadrian sert bir sesle. Bunu söylerken Jacob'ın yüzüne doğru eğildi ve uzun boylu genci kendisinden uzaklaşmaya zorladı. En son ne zaman bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu. Diğerinin anlamsız özürlerini duymak, içindeki ateşi harlamaktan başka bir şey yapmıyordu.

"Sana kızgınım, çok kızgınım. Yüzüne tiksinmeden bakamıyorum bile."

Genci ittirerek geriye doğru sendelemesine sebep oldu. "Neden bu kadar sinirli olduğumu bilmek ister misin? Kızmamın temel sebebi bana ihanet ettiğin için değildi - daha çok bana ihanet eden kişinin sen olmanla alakalı bir durumdu. Güvendiğim insanlar bir elimin parmakları kadar etmez. Acı olan şey, sen onların en tepesindeydin. Annem dışında güvenebileceğimi bildiğim tek kişi sendin. Ne olursa olsun arkamı kollayacağını bildiğim tek kişiydin."

Kaşlarını çatarak kahverengi saçlı gence baktı. "Kolay kolay güvenebilen ve önüne gelenle arkadaş olabilen birisi değilim. Çok değer verdiğim bir şeyi sana güvenerek sundum ve senin yaptığın şey bunu bana karşı kullanmak oldu. Aramızdaki o bağı sen kopardın - bu senin suçun. Bu yüzden, hemen yumuşamamı ve yaptıkların için ettiğin o yarım yamalak - ve zavallı - özrü kabul edeceğimi düşünmek gibi bir gaflete kapılma."

Tepelerindeki avize, etrafa cam parçacıkları saçarak patladığında oda anında karanlığa gömüldü. Sihri serbest bırakılmak için çabalarken, Hadrian başka bir şeyi yok etmeden önce sihrini hızlıca kontrol altına aldı.

"Yarın başka bir odaya yerleşmek istediğimi söyleyeceğim. Bir hainle aynı odada kalmak istemiyorum."

Jacob'ın omuzları çökmüş formuna doğru yaklaştı. "Kendin için en hayırlısının olmasını istiyorsan, bunun hakkında kimseyle konuşmayacaksın. İstediğim en son şey, çeneni kapalı tutamaman yüzünden çıkacak olan dedikodular." Diğeri, öne eğdiği başını kaldırmadı.

"Anlaşıldı mı Korin?"

Genç, kendi soyadını duymasıyla beraber oturduğu yerde irkildi. Bu, Hadrian'ın onu artık arkadaşı olarak görmediğinin kesin bir kanıtıydı. Jacob başını kaldırmasına rağmen hala Hadrian'ın gözlerine bakamıyordu. Başını belli belirsiz salladı.

"İyi."

Yılanın gözleri, ne söylendiğini anlıyormuş gibi bir kez parladı.

 

.

 

.

 

.

 

 

Yakut renkli gözleri saf ve dizginlenemez bir hayranlıkla parıldarken, parmaklarını pürüzsüz çenesinde gezdirdi.

Hadrian'ı, Lucius'un zihninde gördüğü saniyelik andan beri gencin ilginç olduğunun farkındaydı. Savunma derslerinde de bu ilgisi katlanarak artmıştı. Ama bu...

Burnundan sert bir şekilde nefes aldı.

Hadrian'ın az önce sergilediği katıksız öfke...

Tam anlamıyla sarhoş ediciydi.

Hadrian'ın böyle bir performans sergileyeceği aklının ucundan dahi geçmezdi. Sözcüklerini küçük arkadaşını paramparça etmek için bir silaha dönüştürmesi ve diğerini bu kadar kolay bir şekilde sindirebilmesi...

Memnun bir ifadeyle gözlerini yumdu.

"Ah, Karanlık Lord beni istemezdi."

Gencin, kendisiyle nasıl alay ettiğini hatırladı.

"Maalesef ben, katı bir şekilde Aydınlık tarafa bağlı olarak yaşayan bir büyücüyüm. Sihrin benimkiyle tamamen zıt bir dalına saygı gösteren bir adama ne gibi bir faydam dokunabilir?"

Tüm etkileşimlerinde bunun ipuçları vardı. Gencin etrafında - hayran eden aurası ve düzgün konuşmasının altında yatan daha karanlık bir şeylerin olduğunu ima eden bir hava vardı. Gözlerinde beliren bir parıltı, dudaklarındaki ufak bir seğirme... Ona, Hadrian'ın göründüğü gibi olmayabileceğini söyleyen bu küçük işaretlerin tamamı mevcuttu.

Ve şimdi, sonunda bir kanıtı olmuştu.

Gencin Aydınlık tarafla alakası dahi yoktu. Aydınlığa bağlı büyücülerin sihri, büyücülerin kontrolünden çıktığında otomatik olarak bir şeyleri yok etmeye çalışmazdı - ya da anlık bir öfkeyle camların kırılmasına sebep olmazdı.

Parmaklarını dudaklarına dokundurdu.

Yüzünden geçen ifadeleri, ruh hali bozulurken o muhteşem zümrüt gözlerinin kararmasını bir şekilde görmüş olmayı dilerdi.

Nefes kesici olurdu.

Ne yazık ki bileklik, sadece gencin etrafında olanları duymasına izin veriyordu.

Sınıf arkadaşı üzerindeki hakimiyeti güzeldi. Hadrian'ın şampiyon olması başlangıçta kafasını karıştırmıştı, ancak bu konuşmayı duymak durumu tam anlamıyla anlamasını sağlamıştı. Arkadaşının ihanetine ne kadar da üzülmüştü. Evet, o konuşma aydınlatıcı olmuştu, ama annesiyle olan konuşması da en az onun kadar etkileyiciydi. Bay Evans'ın birçok sırrı olduğu açıktı.

Annesiyle planları hakkında yaptığı tüm o konuşmalar...

Kızıl gözleri yavaşça açıldı.

Hepsini bir bir çözmek son derece zevkli olacaktı.

 

Chapter 12: Bölüm On İki

Chapter Text

Sonraki gün Hadrian, yeni odasındaki büyük yatağa kuruldu. Gözleri hızla sayfalar arasında gezinirken, okuduğu kitaplar dört bir yanına saçılmıştı.

Madam Maxime’e odaları değiştirme konusunu açmış, kadın da onu birkaç saniye inceledikten sonra bu isteğini kabul etmişti. Ancak düşündüğü gibi başka biriyle yer değiştirmemişti. Bunun yerine müdireleri, tamamen ona ait bir oda tahsis edildiğini söylemişti.

Başlangıçta kafası biraz karışmıştı, ama Madam Maxime kibar bir şekilde bunu Hadrian'ın kendisini daha rahat hissetmesi için yaptığını da eklemişti. Şampiyon olmanın onu aşırı derecede strese sokacağını ve ona en azından ihtiyacı olduğunda çekilebileceği kendine ait güvenli bir alan vermeleri gerektiğini açıklamıştı.

Hadrian, yılın geri kalanı boyunca Jacob’la aynı odada kalmak zorunda olmadığı için rahatlamıştı. Önceki gece onun için, gergin bir sessizlik içinde ve inanılmaz derecede acı verici bir şekilde geçmişti.

En azından bundan sonra, ona ihanet eden birinin kendisinden sadece birkaç metre ötede yattığını bilmenin etkisinde kalmadan rahat bir şekilde uyuyabilirdi.

İçinde olduğu oda diğer gençle paylaştığı odadan biraz daha küçüktü, ama en az onun kadar şatafatlıydı. Yumuşak maviler, altınlar ve beyazlar odaya Beauxbatons atmosferini yansıtan sakin bir zarafet duygusu veriyordu. Böylesine tanıdık özelliklerle çevrili olmak ona tarifi pek de mümkün olmayan bir rahatlık hissi veriyordu.

Elindeki kitabı bırakıp bir başkasını almak için uzanırken, asasını dalgınca dizine vurdu. Dişlerinin zulmüne uğrayan alt dudağı biraz şişmiş gibiydi, ama zihni bilgiyle dolup taştığından buna fazla dikkat ettiği söylenemezdi.

Aradığı başlığı buluncaya dek kitabın sayfalarını hızla çevirdi. Minik bir hımlamayla metal bilekliğin üzerindeki oymaları inceleyebilmek için sol bileğini havaya kaldırdı. Parlak ikindi güneşinin altında, bilekliğin sadece gümüşten yapılmadığı açıkça belli oluyordu.

Bileklik bir elektrumdu – yani altın ve gümüşün bir alaşımı olan sihirsel anlamda oldukça güçlü bir metaldi. Hadrian bir simyacı değildi, ama o alanın bazı konseptlerini kavrayabilecek kadar bilgiye de sahipti. Elektrumun kullanılması, Çatalyazı rünlerinin normalden biraz daha güçlü olmasına olanak sağlıyor, doğal bir güç kaynağı görevi görüyordu. Bilekliğin iç tarafına oyulmuş olan büyünün etkinliğini artırmak için kullanılan basit bir yöntemdi.

Hafifçe içini çekti ve bakışlarını boş bir ifadeyle duvarda gezdirirken kolunu indirdi.

Bu tahmin ettiğinden daha zordu. Ne arabadan arakladığı sayısız kitapta - ne de ona yardım etmeye can atan sınıf arkadaşlarında Çatalyazı çevirisine dair bir şey bulamamıştı. Ve şu an hepsi, onun ilk görev için hazırlandığını düşünüyordu.

Ancak gerçekte, bu lanet bilekliği çıkarmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Karanlık Lord tarafından yapılmış olması ve adama yaptığı şeyler hakkında her türlü bilgiyi vermesi hoşuna gitmemişti. Malfoy'un dün gece bahsettiği bu 'izleme' tılsımlarının, sarışın adamın onlara söylediğinden daha kapsamlı olduğu kesindi.

Ayrıca bileklik, Hadrian’ın zevkine pek uymuyordu – görünüşü bir tür kelepçeyi andırıyordu.

Tekrardan iç çekerek dikkatini kitaplarına yöneltti.

Bu durumu hala çözememiş olması ciddi anlamda sinir bozucuydu. Her zaman teorileri ve bilgileri kolayca kavrayabilen parlak bir öğrenci olmuştu. Çözemediği bir problemle karşılaşmak, sabrını ciddi anlamda sınıyordu.

Antik Rünler dersinde oldukça yetkindi. Metinleri çevirme konusunda problem yaşadığı zamanlar parmakla sayılacak kadar azdı.

Keşke bunu çözebilmek için de bir anahtarı olsaydı...

Parselyazı sıradan bir dil gibiydi. Her sembolün bir anlamı ve her yerleşimin kendine özel bir amacı vardı. Diğer tüm diller gibi, bu da çevrilebilme özelliğine sahipti.

Hadrian parmaklarını bir kez daha bilekliğin üzerinde gezdirirken, yılanın kafa kısmına gelince durdu. Gün boyu rastgele zaman aralıklarında parlayıp sönen gözler şu an parlamıyordu – ancak içindeki huzursuzluk hala devam ediyordu. Voldemort’un bilekliğe bir şey yaptığının ve minyatür yılana Hadrian'ın anlayamadığı bir tür emir verdiğinin farkındaydı.

Elini rahatsızlık içinde saçlarının arasından geçirdi. Burada oturarak hiçbir yere varamazdı. Yatağında uzanarak kollarını iki yana açtı ve tavanı izlemeye başladı.

Tam o anda birisi kapısını çaldı. Jacob olmaması için dua ederek gözlerini yumdu.

“Kapıyı aç Evans.” Raina’nın alay eden sesi dışarıdan duyuldu. Diğerinin sesini duymak bile, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşmasına sebep olmuştu. Asasını kapının olduğu yöne doğru hafifçe sallayarak kilidi açtı. Raina vakit kaybetmeden içeri girmişti.

Kız birkaç saniye sessizlikten sonra konuştu. “Ne halt ettiğini sanıyorsun?”

“Kendime acıma döngüsü içinde kapana kısılmış bir şekilde, cenazemin ne kadar güzel olacağının hayalini kuruyordum. Benim için gözyaşı akıtmanızı bekliyorum tatlım, hem de gerçek gözyaşları. Ve tabi ki yanında kontrol edilemeyen hıçkırıklar da olmalı. Ayrıca cenaze törenimden sonra yapacağınız konuşmalar yürek burkan türden olsa iyi olur. Söylediklerimi yapmazsanız hayalet olarak geri dönerim ve size karşı hissettiğim hayal kırıklığıyla yüzleşmek zorunda kalırsınız.”

“Aptalın tekisin cidden...”

“Kişi kendinden bilir işi.” Hadrian, çocuksu bir tavırla karşılık verdi. “Sadece gerçekçi davranıyordum. Olur da bu boktan turnuvada ölürsem, bu ihtimali önceden düşündüğüm için çok fazla şaşırmayacağım.”  

“Karamsarlık sana yakışmıyor.” Raina, bakışları örtülü bir merakla etrafını çevreleyen kitaplarda gezinirken ona yaklaştı. “Ölme ihtimalin düşündüğünden daha da az.”

Yere düşmüş olan birkaç kitabı ayağıyla iterek Hadrian'ın yatağına ulaştı ve rahat bir şekilde kenarına tünedi. Hadrian ona bakmak için gözlerinden birisini açtı. Elini kıza doğru hafifçe sallayarak konuştu. “Rahatına bak Raina. Lütfen - sosyal nezaket kurallarının tümünü göz ardı et ve kafana nasıl eserse öyle davran.”

Raina onun bu halini eğlenerek izledi. “Ne üzerinde çalışıyordun?” diye sordu ters bir cevap vermek yerine.

Hadrian, ona söyleyip söylememekte kararsız hissederek hafifçe kaşlarını çattı. Raina arkadaşlarının çoğundan daha zekiydi, ama Jacob’la yaşadıkları olaylardan sonra yakınlarına yeni birini almaya henüz hazırmış gibi hissetmiyordu.

“Küçük bir proje,” diye cevapladı üstü kapalı bir şekilde. Sonrasında kıza bu konunun peşini bırakmasını isteyen bir bakış atmayı da ihmal etmemişti tabi. Şaşırtıcı bir şekilde diğeri başını sallayarak konuyu kapattı. Hadrian ise gözlerini kırpıştırmakla yetinmişti. Kızın her zamanki gibi biraz daha üzerine gelmesini ve sorular sormasını bekliyordu.

Raina, kucağındaki ellerini kavuşturarak meraklı bir ifadeyle ona baktı. “İlk görev hakkında ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu, ciddi bir tonla.

Hadrian homurdandı ve yüzünü en yakınındaki kabarık yastığa gömebilmek için yatakta yuvarlandı. Neredeyse bir dakika boyunca hiçbir yapmadan orada öylece uzanmış - Raina sırtına sert bir şaplak indirdiğinde önceki pozisyonuna geri dönmüştü. Okul ceketi üzerinde olmadığından, darbenin acısını keskin bir  şekilde kaburgalarında hissetmişti.

“Çocuk gibi davranmayı bırak,” diye tersledi siyah saçlı kız. “Birinci görevin ne olduğunu bulma konusunda bir girişimin oldu mu hiç?”

Rahatsızlık içinde yüzünü ovuşturdu. “Hayır, meşguldüm.” Hadrian, etrafındaki kitapları imalı bir şekilde işaret etti.

Raina’nın yüzü ne olduğu belli olmayan bir ifadeyle karardı. “Kafayı mı yedin sen?” diye tısladı. “İlk görev üç hafta sonra olacak ve sen hazırlanmak için hiçbir şey yapmadın mı? Ölmek mi istiyorsun?”

Hadrian, onun ses tonundan hoşlanmayarak gözlerini kıstı. “Unuttuysan hatırlatayım Raina. İnsanlardan bilgi talep edebilecek kadar iyi bir konumda değilim. Burası, resmi yetkililerin bana bir şans vermeye dünden razı oldukları Fransa değil. Muggle-doğumlular hakkında  görüşleri bizimkinden daha sert olan yabancı bir ülkedeyiz. Burada, bana güvenilir bilgiler vereceğine inandığım bir bağlantım yok. Tam tersi, kendi şampiyonlarını desteklemek için yanıltıcı bilgiler vermeleri daha güçlü bir olasılık.”

Bu sözleri üzerine Raina arkasına yaslandı. Yüzü, hoşnutsuz ama Hadrian’ın mantığını reddedemeyen bir ifadeye bürünmüştü. “Pekala,” dedi resmi bir sesle. “Etrafında benim gibi biri olduğu için şanslısın o zaman.”

Genç gözlerini devirdi. “Peki bana nasıl yardım edeceksin?”

“Babamla iletişime geçtim,” dedi çenesini hafifçe kaldırarak. “İlk görevde karşılaşabileceğin durumları daraltmamızı sağlayacak çok önemli bir ipucu verdi.”

Hadrian ilgisinin arttığını hissederken oturduğu yerde doğruldu. “Baban mı? Babanın benden nefret ettiğini sanıyordum.”

Raina sesli bir kahkaha attı. “Nefret etmek mi? Hayır... Daha çok senin kendini beğenmiş güçlü bir ahmak olduğunu düşünüyor desek daha doğru olur,” dedi pis pis gülümseyerek. “Senin hakkındaki fikri ne olursa olsun, sevgili kızının arkadaşlarından birisini kaybetmesini istemez.”

Hadrian, başını avcuna yaslayarak kaşlarından tekini kaldırdı. “Arkadaş mı? Oh ho~ O aşamaya geçtiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu,” dedi sırıtarak. “Seni kazanmamın an meselesi olduğunu biliyordum.”

Kız onu iterek geriye düşmesine sebep oldu. “Bir de babamın seni neden sevmediğini merak ediyorsun.”

“Peki, babacığın sana beni kurtarabilecek hangi ipucunu verdi?” Şaka yollu söylemesine rağmen, sesinde belli belirsiz fark edilen ciddi bir ton vardı. Raina bunu fark etmiş ve duruşunu dikleştirmişti.

“Önceki turnuvalarda ne yapıldığına bakmamızı önerdi. Görevlerde, yıllar içinde yinelen bir tür kalıbın olabileceğini ima etti.” Raina cebine uzanarak küçültülmüş bir sandık çıkardı. “Ve geçmiş turnuvalardaki görevlerin detaylı bir şekilde anlatıldığı bir sürü belge gönderdi. Bir sonuca varıp varamayacağımızı görebilmek için bunları incelememiz gerektiğini düşünüyorum.”

Hadrian, diğerine uzanarak küçük sandığı aldı ve parmakları arasında çevirdi. Düşünceli bir şekilde mırıldandıktan sonra konuştu. “Önceki turnuvalardan bir görevi alıp onu tekrarlayacaklarını düşünüyor musun gerçekten?”  

Raina odaya girdiğinden beri ilk kez emin olamayan bir tavırla omuzlarını silkmişti. “Denemeye değer. Hiçbir şey bulamasak bile yine de işine yarayacak bir şeyler öğrenmemizi sağlayabilir.”

Hadrian onaylayan bir ifadeyle başını salladı. “Yeterince makul,” dedi, dalgınca bir elini yatağında yayılmış olan kitapların üzerinde hareket ettirerek. Bununla beraber kitaplar kapanmış ve kendi kendilerine kitaplığındaki yerini almışlardı. Raina gözlerinin önünde gerçekleşen asasız büyü gösterisini imrenmiş bir ifadeyle izledi.

“Bunu nasıl bu kadar kolay bir şekilde yapabildiğini hiçbir zaman anlayamayacağım.”

Anlık bir şaşkınlık ifadesiyle kıza baktı. Raina'nın bakışlarının biraz önce düzgün bir şekilde kitaplığa yerleşen kitaplarda olduğunu gördüğünde, omuzlarını silkmekle yetinmişti. “Herhangi bir beceri gibi, bunun üzerinde de ustalaşana kadar çalışmak gerekiyor. Çoğu kişi bazı ufak tefek büyüleri asasız olarak yapmayı başarabilir, ancak çok azı bunu bir sonraki seviyeye taşıyabilir.”

“Peki ya sen hangi seviyedesin?” diye sordu Raina, kurnaz bir ifadeyle. Hadrian, asasız bir şekilde sandığı orijinal boyutuna getirirken kıza muzip bir bakış attı. Diğeri, bu hareketine gıcık olmuş gibi gözlerini devirmişti.

“Sevgili babanın bize neler gönderdiğine bir bakalım.” Sandığı açarak parşömenlerden oluşan yığının içerisinden birkaç tanesini çıkardı. Bir iki tanesini incelemesi için Raina’ya uzatmış, diğerlerini de kendisi almıştı. Hadrian, bilgilerin nasıl sunulduğu ve hepsini okumanın ne kadar zaman alacağı hakkında bir fikir edinebilmek için birkaçını gözden geçirdi.

Bugün için girecekleri dersler bitmişti. Her şey onun düşündüğünden daha zahmetli bir hal almıştı. Öğrenciler arasında adının şampiyon olarak anılması halihazırda yükselmekte olan itibarına ivme kazandırmıştı. Öğrencilerin neredeyse tamamı onun hakkında en az bir iki şey biliyordu. Hatta birkaçı, şimdiden kimin kazanacağı üzerine bahisler koymaya başlamıştı bile.

Bitmeyen fısıltılar ve durmak bilmeyen işaret edilme durumlarıyla uğraşmak yorucuydu. Onun hakkında bildikleri tek şey ortalıkta gezinen dedikodular olduğundan, Hadrian sahip oldukları fikirlerin kararsız bir temelde durduğundan emindi.

“Bir saat içinde şatoya geri dönmem lazım,” dedi Hadrian, gözleri parşömenlerdeki bilgiler arasında gezinirken. “Katılmam gereken bir seremoni var.”

“Ne seremonisi?”

Çekimser bir ses çıkardı. “‘Asa Tartımı’ diye bir şeydi sanırım. Malfoy, turnuva başlamadan önce asalarımızda bir sorun olup olmadığını kontrol etmek için bu seremoniyi düzenlediklerini söylemişti.” Elindeki kağıtları indirirken yüzünü buruşturdu. “Görünüşe göre, muhabirler de orada olacak.”

“Ah mükemmel,” diye homurdandı siyah saçlı kız. “Bunun iyi geçeceğine eminim. Onlar etrafındayken nasıl konuştuğuna dikkat et. Muhabirler, konuştukları kişilerin sözlerini kendi işlerine gelecek şekilde çarpıtmakla ünlüdür.”

“Farkındayım... Onlara sunduğum görüntünün, hakkında bir şeyler yazmak isteyecekleri bir şey olduğundan emin olmalıyım.”

“Of,” diyerek burnunu kırıştırdı Raina. “Seni bir tür fahişe gibi göstermelerini istemiyorsan, lütfen onlarla flört etmemeye çalış..”

Hadrian kıkırdadı. “Hiçbir şey söylemesem de, bu şekilde yansıtılacağım konusunda şüphelerim var. Ne de olsa bir Fransız’ım değil mi?”

“Bunun konuyla ne alakası var şimdi?”

Hadrian iğneleyici bir ifadeyle gülümsedi. “Klişeler dünyasında yaşıyoruz tatlım. Birçok kişi, sırf toplumumuz cinsellik konusunda daha açık görüşlü ve dürüst diye - otomatikman görgü kurallarından yoksun olduğumuza ve normalden daha müstehcen tavırlara sahip olabileceğimize inanıyor. Hiçbir şey yapmazsam beni ‘tipik’ bir Fransız genci olarak resmederler.”

“Kaba bir sürtük olarak yansıtılmanın sana yardımcı olacağından pek de emin değilim.”

“Bazı faydaları olmasına rağmen söylediğin şey genel hatlarıyla doğru.” Kızın ona attığı şüpheli bakışları gördüğünde devam etti. “Bir de şöyle düşün – herkes kadınsı tavırlara sahip bir aptal olduğuma inanırsa, ister istemez beni hafife alacaklardır.” Dudakları karanlık bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Görevler başladıktan ve ne kadar tehlikeli olabileceğimi gösterdikten sonra, diğer şampiyonlar bu değişime ne kadar çabuk adapte olabilirler sence?”

“Yani... Sadece insanlarla dalga geçmek mi istiyorsun?”

Omuzlarını tekrar silkti. “Henüz ne yapacağıma karar vermedim. Sadece klişe olarak görülebilecek bir düşüncenin hedefinde olmanın olası getirilerinden bahsediyordum. Asıl soru burada şu,” dedi kafasını yana doğru eğerek. “Binlerce cadı ve büyücünün, benim sadece iyi vakit geçirmekle ilgilenen aptal bir genç olduğumu düşünmesini istiyor muyum?”

“Onlara tam olarak kim olduğunu - seni hafife almanın bir hata olduğunu ve herhangi bir kategoriye sokulabilecek biri olmadığını göstermeni tercih ederim.” Raina kararlı bakışlarla ona baktı. “Güçlü, zeki ve gerektiğinde acımasız olabileceğini görmelerini istiyorum. Sana bir bakış attıklarında, özünde ne kadar tehlikeli biri olduğunu görebilmelerini istiyorum.”

“Beni bu kadar önemsediğini bilmiyordum,” dedi Hadrian. Şaşkınlığını gizleyebilmek için hafif alaycı bir ton kullanmıştı. “Beni utandırıyorsun.”

Raina kaşlarını çatarak kollarını çaprazladı. “Seni yeryüzündeki en tahammül edilemeyen erkeklerden biri olarak görüyor olmam, yeteneklerini fark etmediğim anlamına gelmiyor.”

“Vay be... Senden böyle bir şeyin gelmesi bir çeşit aşk ilanı duymuşum gibi hissettirdi.” Hadrian hafifçe güldü ve gözlerini tekrardan elindeki belgelere çevirdi. “Anladığım kadarıyla görevlerin çoğu, kendi içlerinde bir dizi performans gerektiren çoklu bölümlerden oluşuyor. Şuraya bak –“ Elindeki parşömenlerden birini uzatarak hangi yıldan bahsettiğini gösterdi. “Görevin tanımından, şampiyonların üstesinden gelmesi beklenen şeyin bir tür engel parkuru olduğu anlaşılıyor.”

Raina, kendi parşömenini incelerken başını salladı. “Fiziksel performans gerektiren bir sürü görev olduğunu kabul ediyorum, ancak bu sayfada zihinsel olarak uğraş isteyen bir problem de var,” dedi Raina, görevin kısa tanımını göstererek. “Şampiyonlardan, kendilerine verilen zehirler için bir panzehir hazırlanmaları istenmiş.” Anlık bir tiksinti ifadesiyle devam etti. “Birini zehirledikten sonra, onu panzehir yapmaya zorlamak korkunç bir şey. Katıksız bir baskı resmen.”

“Üç Büyücü Turnuvası’nın iptal edilmesinin bir sebebi vardı.” Hadrian, gözlerini sayfalar arasında gezdirmeye devam ederken dalgın bir ifadeyle hatırlattı. “Yaratık tabanlı bir sürü görev buldum.”

Raina biraz daha yakınına geldi. “Nasıl bir görev?”

“Burada, burada ve burada... Şampiyonlar tehlikeli bir yaratıkla mücadele etmek ya da alt etmek zorunda bırakılmışlar. Bu sayfada da var.” Hadrian, sayfaları çevirmeye devam ettiğinde neredeyse her turnuvanın benzer bir görev akış şemasına sahip olduğunu gördü. Önündeki kağıdı indirdiğinde, Raina’yla karanlık bir bakış paylaştılar.

“Sihirli yaratıklarla savaşmaktan nefret ediyorum,” dedi sessizce. “Ve bir de –“ Parşömeni salladıktan sonra konuşmaya devam etti. “Birilerini eğlendirmek için başka biriyle dövüşmek zorunda bırakılmaktan... Çok aşağılık bir hareket.”

Raina gencin omzunu kavramak için uzanmış, ama son anda kendini durdurmuştu. Hadrian’ı tanıyan herkes, onun sihirli yaratıklara karşı derin bir saygı beslediğini bilirdi. Yaratığın ne kadar tehlikeli ya da karanlık olduğu önemli değildi – Hadrian onlara bir büyücüye ya da cadıya nasıl davranıyorsa öyle yaklaşırdı.

Beauxbatons’taki ev cinlerinin ona bu kadar hayran olmasının - ve Sihirli Yaratıkların Bakımı dersine giren öğretmenlerinin diğer öğrencilere yaratıklarla etkileşime geçme izni vermeyip sadece Hadrian’a izin vermesinin başlıca sebeplerinden birisi de buydu. Çünkü tüm yaratıklara normal bir şekilde davranıyordu. Gencin, etrafındaki cadıları ve büyücüleri kendine çeken bir aurası vardı – ama aynı zamanda, büyücülük dünyasındaki sıra dışı yaratıkları da cezbettiği bir gerçekti.

Raina görevler sırasında diğer gencin elinden gelenin en iyisini yapacağına emin olsa da, bu tür bir görevi yapmanın Hadrian’ın canını acıtacağını biliyordu.

Hadrian düşüncelerinden sıyrılarak hızlıca bir tempus büyüsü yaptı. Sonrasında, gözlerini yumarak sesli bir şekilde nefesini vermişti. “Şimdi şatoya doğru yola çıkmam gerekiyor, ama belgeler için teşekkür ederim Raina. Benim için yapmaya çalıştığın şeyi takdir ediyorum. Geri döndüğümde bunları daha ayrıntılı bir şekilde incelediğimden emin olacağım.”

Raina ince kaşlarından birisini havaya kaldırdı. “Bütün bunları tek başına yapabileceğine güvendiğimi sanıyorsan yanılıyorsun.” Sonrasında ayağa kalkarak dağılmış parşömenleri toparlamaya başlamıştı. “Onları kendi başıma incelemeye devam edeceğim. Bunu bitirdikten sonra da, bulduğum şeyleri seninle tartışabilmek için yanına geleceğim.”

Hadrian kızı şaşkınlıkla izledi.

“İlk görevin ne olabileceğini araştıran bir sürü bağlantım var ve Madam Maxime’in de bu konu üzerinde araştırma yaptığını biliyorum. Kendi aramızda, ilk görevin ne olacağını ve seni uygun bir şekilde hazırlayabilmek için ne yapmamız gerektiğini bulacağımıza eminim.”  

“Çalışın köleler de diyor musun bari?” Hadrian muzip bir tavırla homurdandı. Parşömenlerin olduğu sandığı tekrardan küçülttükten sonra Raina'yı kapıya kadar yolcu etti. Hadrian, kapıyı nazik bir şekilde açtıktan sonra ekledi. “Verdiğin görevleri yaptırırken onları çok yormamaya çalış.”

“Söz veremiyorum.” Raina, uzun siyah saçlarını omuzlarının gerisine atarak odadan ayrıldı.

 

.

.

.

Hadrian odasının kapısını kilitledi ve arabadan çıkarak şatoya doğru giden patikada hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.

Seremoninin başlamasına daha yarım saat vardı, ama dakik olmayı ve bir yere zamanından önce gitmeyi seviyordu. Ayrıca Madam Maxime'in de törenin gerçekleşeceği salonda onu bekliyor olma ihtimali yüksekti.

Bir Hogwarts öğrencisi, Büyük Salon’un giriş kapılarının önünde gideceği yeri tarif etmek için onu bekliyordu. Öğrencinin yönlendirmesiyle çok geçmeden seremoninin gerçekleşeceği salona ulaşmıştı. Sonrasında da hiç beklemeden odaya girdi.

Odaya girdiğinde müdirelerinin uzun boylu figürü dışında fark ettiği ilk şey, odanın diğer ucunda bekleyen sıska bir adamdı. Hadrian, bu kadar kırılgan görünüşlü birisinin neden burada olduğunu merak ederken bakışlarını adamın üzerinde gezdirdi. İri gözleri, camsı bir parıltıya sahipti ve bakışları dalgın bir şekilde karşısındaki duvara doğru sabitlenmişti. Dudakları ara sıra sanki kendi kendine bir şeyler mırıldanıyormuş gibi kıpırdanıyordu.

Ne kadar garip bir adam.

O boş bakışlı gözler, sanki düşüncelerini duymuş gibi Hadrian’ı şaşırtan bir yoğunlukla üzerine kilitlendi. Bunu yapmasıyla diğerinin bakışları, tanıma belirtisine benzeyen bir ifadeye bürünmüştü.

Sırtından aşağı doğru inen bir ürperti hissettiğinde, düşünmeden adama doğru yürümeye başladı. Kaba davranıyor olmaktan son derece hoşnutsuz hissederek müdiresini kasıtlı bir şekilde görmezden geldi. Nasıl olduğunu kavrayamadığı bir şekilde, odada ilgilenmesi gereken ilk kişinin bu büyücü olduğunu biliyordu.

Adamın önüne geldiğinde tokalaşmak için elini uzattı. “İyi günler efendim,” dedi hoş bir selamlamayla. “Ben Hadrian Evans.” Adını istemsizce vurgulu bir şekilde söyledi. Adamın gözleri, önemli bir şey arıyormuşçasına yüzüne sabitlenmişti.

Gergin geçen birkaç saniyeden sonra adamın yüzündeki yoğun ifade kayboldu ve soluk tenli bir el kendi elini kavramak için uzandı. “Merhabalar Bay... Evans. Ben Garrick Ollivander.”

Siktir.

Tabi ki de bu adamın Ollivander olması gerekiyordu. Annesinin yaşlı asa yapımcısıyla ilgili bahsettiği şeyleri – sattığı tüm asaları ve onları kime sattığını bildiğini – hatırladı. Adamın ağzından çıkan kelimeler, içinde filizlenmeye başlayan korkuyu iyiden iyiye pekiştirmişti.

“Şimdiye kadar tanışmamış olmamız oldukça talihsiz bir durum.” Kısa bir anlığına gözlerindeki sisli ifade kaybolmuş, onun yerine bilge ve ne olduğunu tanımlayamadığı keskin bir parıltı yerleşmişti.  

Hadrian tam olarak orada – o saniyede, Ollivander’ın onun ve ailesinin kim olduğunu bildiğini anladı. Bilinçsizce adamın parmaklarını kavrayan tutuşunu sıkılaştırdı. “Evet... Yaptığınız asalar hakkında oldukça harika şeyler duydum Bay Ollivander. Fransa’da tam bir efsanesiniz.”

Ollivander boğazının gerisinden tuhaf bir hımlama sesi çıkardı. Hadrian’ın yorumunu tamamıyla görmezden gelmişti. “Sırlar, gün yüzüne çıkmanın bir yolunu mutlaka bulur Bay... Evans. Ve sizin de bir sürü sırrınız var gibi görünüyor. Etrafınız onları ortaya çıkarmak isteyen kişilerle çevriliyken adımlarınızı dikkatli bir şekilde atmanız sizin için en iyisi olur.”

Asa yapımcısı, bu uğursuz kelimeleri sarf ettikten sonra şaşkınlıktan donakalmış gencin yanından uzaklaştı.

Hadrian odanın başka bir köşesine çekilen yaşlı büyücüyü boş bakışlarla izledi. Adamın kelimelerinin onu ne kadar etkilediğini saklamak gerçekten zor olmuştu.

Annesinin Ollivander’ın tuhaflıklarına dair verdiği ön bilgi, Hadrian’ı diğeriyle yüz yüze gelmeye hazırlayacak kadar yeterli olmamıştı. Yine de... Hadrian’ın soyadını kullanmaya devam etmesi, diğerinin Harry Potter’ın aralarında dolaştığı gerçeğini açık etmeyeceğine inanmasına sebep olmuştu.

Her ihtimale karşı adamı yakından izlemesi gerekiyordu. Bu sırrını, Ollivander gibi susturulmasının hiçbir yolu olmayan birisinin bilmesi hiç de iyi değildi.

“Ürkütücü bir adam değil mi?”

Hadrian arkasını döndüğünde Draco’yu gördü. Diğer gencin odaya girişini bile duymamıştı – ama şimdi biraz daha dikkatli bakınca, babasının da birkaç kişiyle beraber ileride beklediğini görebiliyordu. Ve o birkaç kişinin arasında Fransa Sihir Bakanı da vardı.

“Beklenmedik bir havası var desek daha doğru olur. Her zaman böyle midir?”

Draco cevap olarak omzunu silkti. Hadrian bunu kendince ‘eh işte’ şeklinde yorumlamıştı.

Hadrian ve Draco, aralarındaki sessizliği bozma ihtiyacı hissetmeden yan yana beklediler. Draco'yu dalgın dalgın bileğindeki metal bandı okşarken yakalamıştı. Bir anlığına, sarışın gencin de bilekliği inceleyip incelemediğini merak etti.

Birkaç dakika geçtikten sonra kapılar tekrar açıldı ve Galiana’yla Durmstrang Müdürü odaya giriş yaptı. Son gelenler olduklarını gördüklerine pek hoşnut olmamışlar gibiydi. Kız görevliler tarafından onların bulunduğu tarafa doğru yönlendirilirken, Hadrian diğerinin kendisine karşı gösterdiği tutumu komik bularak soğukkanlı bir şekilde gülümsemekle yetinmişti.

Üç Bakan bir süre daha kendi aralarında konuştuktan sonra şampiyonlarının beklediği yere doğru ilerlediler. Bakan Lécuyer önünde durduğunda Hadrian saygılı bir şekilde başını eğdi. Kadının ona doğru uzattığı eli alarak dudaklarına götürdü ve yumuşak parmakları serbest bırakmadan önce nazik bir öpücük kondurdu.

Bakan Lécuyer ellilerinde olmasına rağmen, gençliğinde taşıdığı yüz hatlarını hala koruyordu. Kahverengi uzun saçları büyük bir özenle toplanmıştı ve yüzünde belli belirsiz bir makyaj vardı. Sağlıklı cildinin yaşıyla uzaktan yakından alakası yok gibiydi. Hadrian’ın, son yıllarda yüksek sosyeteden politikacıların davet edildiği özel aile galalarının yanı sıra - bakanlığın bazı buluşmalarına da katıldığı göz önüne alındığında, bu seferki kadınla resmi anlamda beşinci karşılaşmasıydı.

Birkaç kez onunla sohbet etme fırsatı yakalayabilmişti. Ve kısa etkileşimlerinden Hadrian'ın çıkardığı sonuç, kadının hem çekici hem de tehlikeli olduğuydu. Lécuyer’in pozisyonuna nadiren rakip çıkması, bu gerçekler göze alındığında hiç de şaşırtıcı değildi.

Monsieur Evans (Ç.N.: Mösyö).” Kadın sevgi dolu bir gülümsemeyle onu selamladı. “Şampiyonumuzun kim olduğunu duyduğuma oldukça memnun olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Hakkınızda kulağıma gelen şeyler abartılmamışsa, ülkemizi ve okulumuzu gururlandıracağınıza dair en ufak bir şüphem yok.”

Hadrian gülümsemesine karşılık vererek minnettar bir ifadeyle başını eğdi. “Beni onurlandırıyorsunuz Bakan Lécuyer.”

Malfoy elindeki bastonu bir kez yere vurdu. Ses yumuşak olmasına rağmen herkesin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Lécuyer ona oyuncu bir tavırla göz kırptıktan sonra diğer bakanların yanına doğru hareketlendi. Hadrian tam o anda, onların hemen arkasında elinde kameralarla bekleyen cadı ve büyücüleri fark etti.

Muhabirler. Mükemmel.

Özellikle kameralardan birinin patlayan flaşını gördükten sonra - hissettiği rahatsızlığa dair herhangi bir dışavurum belirtisi göstermeden, tüm dikkatini Malfoy’a yöneltti.

Malfoy onlara gülümsedi. “Şimdi şampiyonlar, sizin de bildiğiniz üzere birazdan Asa Tartımı olarak adlandırılan bir seremoniyi gerçekleştireceğiz. Bu tören, Üç Büyücü Turnuvası’nın tarihteki ilk örneklerine dayanan eski bir gelenektir. Tehlikeli ya da size negatif bir etkide bulunabilecek türden bir uygulama değildir.”

Adamın eldivenli ellerinden birisi, Ollivander’ın iki büyücüyle beraber beklediği tarafı işaret etti. Hadrian, diğer büyücülerin neden burada olduğunu merak ederek onları inceledi. “Asalarınızı değerlendirmesi için İngiltere’deki en ünlü asa yapımcısını buraya çağırdık. Bay Ollivander'ın yapacağı tek şey, asanızın yapısını değerlendirmek ve asanızda turnuva sırasında performansınızı etkileyebilecek herhangi bir uyumsuzluk olup olmadığını söylemek olacak."

Malfoy onlara çekici bir gülümseme daha yolladı. “Sonrasında, her biriniz Gelecek Postası için çalışan sevgili Bayan Skeeter ile röportajlarınızı gerçekleştireceksiniz. Bu röportajlar ve Bay Ollivander’ın söylediği şeyler, Gelecek Postası’nın bir sonraki sayısında yayınlanacak.” Gri gözler, üzerlerinde gezindi. “Herhangi bir sorunuz var mı?”

Hiç kimse konuşmadı.

“Harika! İlk siz başlamak ister misiniz Bayan Kaiser?’

Galiana sert bir ifadeyle başını salladı ve Ollivander’a doğru yaklaşırken asasını çıkardı. Hadrian elinde olmadan kızı, hiçbir şeyden haberi olmayan avına doğru yaklaşan dişi bir aslana benzetmişti.

Galiana anlık bir tereddütle asasını Ollivander’ın buruşuk ellerine uzattı.

Adam asayı dikkatlice inceledi – hatta bir ara kulağına götürmüş, gözlerini kapatarak dinleyecek kadar ileri bile gitmişti. Hadrian’ın asa yapımı hakkında bilgisi oldukça sınırlıydı. Hayatlarını asa yapmakla geçiren insanlarla ilgili bildikleri ise yok denecek kadar azdı. Ona göre asa yapma yeteneği, doğuştan sahip olabileceğiniz türden bir şeydi - ya yapabilirdiniz ya da yapamazdınız. Sonradan öğrenilebilecek bir beceri değildi.

Hadrian'ın bilmesi gereken tek şey, asasıyla aralarında güçlü bir bağ olduğu ve ikisinin birlikteyken tek bir vücut olarak hareket ettiğiydi. Asasının özü ya da uzunluğunun birbirleriyle uyumlu olup olmadığını anlamaya ihtiyacı yoktu. Asasıyla arasında derin bir sadakat ve saygı bağı vardı – bu ona yeter de artardı bile. 

“Hımm... Gök gürültüsü kuşu teleği özü,” dedi Ollivander, parmaklarını asanın üzerinde aşağı yukarı gezdirerek. “Köknar ağacından ve 28 santimetre.” Asanın iki ucunu kavradı ve hafifçe eğmeye çalışarak esnekliğini test etti. “Oldukça esnek ve başkalaşım büyüleri yapmak için elverişli bir asa. Geminio.” Adam Galiana’nın asasını en yakınındaki boş tabureye doğrulttuğunda, onun yanında aynı tabureden bir tane daha oluştuğunu gördüler. Sonrasında kıza asasını geri uzatmıştı.

“Etkileyici bir kombinasyon. Asa özünün gücü ve köknar ağacının özellikleri, büyük bir güce ve benlik duygusuna sahip olduğunuzu gösteriyor Bayan Kaiser.”

Galiana'nın dudakları, Ollivander’ın sözlerini başını sallayarak onaylarken kendinden memnun bir şekilde kıvrıldı. Hadrian, bu bilgilerin daha sonra ne anlama geldiğini araştırmak üzere aklının bir köşesine yazdı. Asa yapımına dair pek bir şey anlamıyor olması, işine yarama ihtimali olan bilgileri rakiplerine karşı kullanmayacağı anlamına gelmiyordu.

“Bay Malfoy.” Draco, Ollivander’a yaklaştı ve asasını çıkararak duraksamadan adama uzattı. “Ah, evet. Bunu hatırlıyorum. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa sizinki – kuğu teleği özlü, alıç ağacından yapılma ve yirmi altı santimetrelik bir asaydı.” Koyu renkli asayı usta hareketlerle elinde çevirdi. “Makul derecede esnek bir yapıda. Lumos.

Neşeli bir parıltı, Draco’nun asasının ucunda belirdi. Çok geçmeden yaşlı adam, asayı sahibine geri uzattı. “Bu zamana kadar asanızın, size güzel bir şekilde hizmet ettiğini görebiliyorum Bay Malfoy.”

Kendi sırasının geldiğinin bilincinde olarak, Hadrian ayağa kalktı ve asasını rahat bir şekilde avcuna aldı. Ollivander’a doğru yürürken bir ucunu dudaklarına doğru yaklaştırdı. Draco’nun, bu hareketine meraklı bakışlar attığının belli belirsiz farkındaydı. “Sois sage (Ç.N.: Uslu dur).” Eğlenen bir ifadeyle, kendisine oldukça bağlı olduğunu bildiği asasına fısıldadı. Asası, başkalarının elinde olmaktan bile hoşlanmazdı.

Asasının kendisine yönelik bu tercihli muamelesi, Hadrian’ı gülümsetmek konusunda asla başarısız olmamıştı.

Ollivander’ın tam önünde durdu ve küçük bir gülümsemeyle asasını adama uzattı. “Je suis désole (Ç.N.: Özür dilerim),” dedi hoş bir tavırla. “Asamın yabancılarla arası pek iyi değildir. Ona uslu durması gerektiğini söyledim.” Ollivander’ın buğulu gözlerinde meraklı bir parıltı belirdi. Sonrasında Hadrian’ın gülümsemesine karşılık vermişti.

“Güçlü bir bağın emaresi.” Yaşlı büyücü onaylayan bir ifadeyle hımladı. Belki biraz önceki uyarısı yüzünden belki de asayı kimin yaptığını anlayamamış olmasından, adam Hadrian’ın asasını diğer iki asadan daha dikkatli bir şekilde inceledi.  

Ollivander asayı bir o yana bir bu yana çevirerek incelerken hafifçe kaşlarını çattı. “Bu asa yapımcısının işlerine aşina değilim.”

Hadrian, ne demek istediğini anladığını belirten bir ses çıkardı. “Diğer asa yapımcılarına göre genç sayılır Bay Ollivander. Küçük bir iş yeri var, ama müşterileri ortaya koyduğu işlerden son derece memnun. Şimdiye kadar asaları hakkında kötü bir yorum kulağıma gelmedi.” Gözlerini adamınkilerle buluşturdu. “Armelle Courbet.”

”Ah evet, Bayan Courbet.” Ollivander fazla etkilenmiş gibi görünmüyordu. Hadrian sırıtışını gizledi. Asa yapımcıları hakkında bildiği bir şey varsa, o da kendileri haricinde bütün asa yapımcılarının işlerinde eksik veya hatalı bir nokta bulmaya çalışma eğiliminde olmalarıydı.

“Hımm, bir bakalım.” Diğerinin dikkati bir kez daha parmakları arasındaki asaya sabitlendi. Hadrian elinde olmadan birazcık gerilmişti. Ollivander’ın, sadece asasına bakarak Hadrian’ın hangi tip büyüleri yaptığını söyleyip söyleyemeyeceğini merak etti. Son günlerde Karanlık Sanatlar’a fazla dalmamış olsa da, öncesinde bununla ilgili deneyimi olmuştu ve sihrin o dalıyla uğraşmaktan zevk alıyordu.

Karanlık olarak tanımlanabilecek bir sürü lanet biliyordu - ama kara büyüden hazzetmeyen yatılı bir okulda kaldığından ve evde de Aydınlık tarafa bağlı olarak yaşayan annesinden dolayı, Hadrian için bilgi birikimini genişletecek bir yer bulmak zor olabiliyordu.

Ollivander’ın, asayı incelemeyi bitirmesini sabırla bekledi. Bir yandan da,  içindeki rahatsızlık hissini gizlemeye çalışıyordu.

“Ejderha yürek teli özlü, defne ağacından yapılma ve otuz iki santimetre,” dedi Ollivander, Hadrian’ın asasını elinde bir kez daha çevirdikten sonra. “Boyun eğmeyen inatçı bir asa. Wingardium leviosa.” Utanç verici bir an için hiçbir şey olmadı. Ama sonrasında Hadrian imalı bir ifadeyle kaşlarından tekini kaldırdığında, asası - isteksiz bir şekilde bile olsa - ona işaret edilen tabureyi havalandırmıştı.

Kendi ellerinde olmadığında asasının ne kadar inatçı olabildiğine gülmek istiyordu. Asasını Ollivander’dan geri aldı ve ön kolunun altındaki asa kılıfına yerleştirdi. Asası tekrardan onun parmaklarına döndüğünde, yüzeyi hoş bir şekilde ısınmıştı. “Asanız size oldukça sadık Bay Evans.”

Başını kaldırdığında Ollivander’ın onu dikkatle izlediğini gördü. “Ejderha yürek teli özü ve defne ağacı kombinasyonu, ortaya gerçek anlamda güçlü bir asa ortaya çıkarmış. Teoride - hem bu özün hem de defne ağacının karakter anlamında kolay bir şekilde sahip değiştirdiği bilinse de, asanızı sizden alabilmek için mucizevi bir rakibin gerekli olduğunu görebiliyorum.”

Hadrian, halihazırda bildiği bir şeyin onaylanması üzerine mutlu bir ifadeyle kolunda bekleyen asasına baktı. "Merci." Cevap olarak söyleyebileceği tek şey buydu.

Sandalyesine dönerken gözleri Lucius’un bakışlarıyla buluştu. Adam kısılmış gözlerle onu izliyordu. Yüzünde, ilk karşılaştıkları zaman gördüğü merak ifadesi tekrardan gün yüzüne çıkmıştı. Hadrian, sarışın adama sırıtma ve onunla bir kez daha uğraşma dürtüsüne karşı direndi. Odadakilerin neredeyse tamamı onu izliyordu ve yüzünde kendini beğenmiş bir ifade belirdiğinde fark etmemeleri imkansıza yakındı.

Bu yüzden sakince sandalyesine oturdu ve onu inceleyen bakışların tümünü görmezden geldi. Bir anlığına, adamın dikkatinin tekrardan üzerine yönelmesinin iyi bir şey olup olmadığını merak etti.

Sihir Bakanı’nın zihnini meşgul eden şey her neyse, önceden pratiği yapılmış bir yüz ifadesiyle öne doğru çıktığında arka plana atılmıştı. “Mükemmel, mükemmel. Şimdi röportaj bölümüne geçiş yapabiliriz. Bayan Skeeter?”

Duvara yakın duran bir figür, Bakan'a doğru ilerledi. Hadrian, sarı saçları tepesinde toplanmış ve sıkı giysiler giymiş bir kadının - kan kırmızısı dudakları aç gözlü bir gülümsemeyle kıvrılırken Malfoy’un elini sıkışını izledi. “Nasıl devam etmek istersiniz Bayan Skeeter?” Bakan kibarca sordu, ama sesinde kendini belli eden alaycı bir nüans da vardı.

“Hepsiyle bire bir konuşmayı çok isterim, sayın Bakan,” diye mırıldandı, gözlerini üç şampiyonun üzerinde gezdirirken. “Okuyucularımızın cesur şampiyonlarımızı tanıyabilmeleri için birkaç soru soracağım sadece. Seninle başlayalım mı tatlım?”

Kadının koyu renkli bakışları üzerine sabitlendiğinde Hadrian gözlerini kırpıştırdı. Zihninin gerisinde derin bir şekilde iç geçirdi. Bu nedense onu hiç şaşırtmamıştı.

Ancak görünüşte, kadına hem sevimli hem de çekici görünen bir gülümseme yollamıştı. Bayan Skeeter’ın ifadesi sanki erken bir yılbaşı hediyesi almış gibiydi. “Memnuniyetle Mademoiselle Skeeter (Ç.N.: Matmazel),” dedi Hadrian, ayağa kalkıp üniforması üzerindeki kırışıklıkları düzeltirken.

Skeeter’ın gözleri elinin hareketlerini takip ederken, gülümsemesi tehlikeli bir şekilde genişledi. "Röportajı nerede yapmak istersiniz?” diye sordu, içinde alaycı tınılar taşıyan bir sesle. Hadrian, Bakan Lécuyer’in hafif gülümsemesini bulunduğu noktadan görebiliyordu.

Skeeter fazla uzakta olmayan bir kapıyı işaret etti. “Bu taraftan tatlım,” dedi biraz önceki mırıldanan tonla.

Hadrian, Draco ve Galiana’ya bir bakış attıktan sonra odaya doğru yürümeye başladı. Peşinden hızlı adımlarla gelen Skeeter’ın topuk tıkırtılarını duyabiliyordu. Hadrian gülümsemesini güçlükle bastırdı.

Kapıyı açtı ve kadının önden girmesi için işaret ettikten sonra kapıyı kapattı.

İçinde bir masa ve iki sandalye bulunan küçük ve sade bir odaydı. Skeeter, elini beline atarak Hadrian’ı sağdaki sandalyeye yönlendirdi.

“Hadrian,” diye konuşmaya başladı pürüzsüz bir sesle. “Tez Tekrar Tüy Kalemleri’nden kullanmamın senin için bir sakıncası olur mu? Dikkat dağınıklığı olmadan konuşmayı kolaylaştırıyor da.”

Daha o cevap veremeden, kadının çantasından küçük bir not defteri ve tüy kalem fırladı. Skeeter sessizce onlara bir şeyler fısıldadığında, Hadrian kağıdın üzerinde kaymaya başlayan ve taraflı olduğu her halinden belli olan tüy kalemi izledi.

Pekala, bunun olmasına izin vermeyecekti.

Havada süzülen defteri ve kalemi kaparak not defterini ters çevirdi. Tüy kaleme de hareketsiz kalması için küçük bir büyü dalgası yollamayı ihmal etmemişti tabi. Sevimli bir gülümsemeyle eşyaları aralarında duran masanın üzerine yerleştirdi.

Mademoiselle Skeeter –“ dedi Hadrian. Bacak bacak üzerine atarak kendinden emin bir tavırla arkasına yaslandı. Skeeter’ın ifadesi, rahatsızlığın ve merakın bir karışımı gibiydi. Bu iyiydi. Hadrian, kadının merakıyla başa çıkabileceğini düşünüyordu. “Sizin kadar becerikli bir kadının, bir iki temel şeyi hatırlayabilmek için bu tür basit ve ilkel araçlara ihtiyacı olduğunu sanmıyorum.”

Kafasını öne doğru eğerek delici bakışlarını kadına yöneltti. “Ayrıca Tez Tekrar Tüyleri’nin ne kadar... hatalı olabileceğini biliyorum. Verdiğim cevapların talihsiz bir şekilde tercümede kaybolması çok korkunç bir şey olurdu, değil mi?” Kadının bakışlarındaki merak ifadesinin, bütünüyle rahatsızlık hissine evrilmesinden memnun bir şekilde diğerine küçük bir sırıtma yolladı.

Kırmızı dudaklar, kör edici beyazlıktaki ön dişlerinin gerisinde parlayan altın dişleri – en az üç taneydiler – gösterecek şekilde sıyrıldı. “Oldukça ilginç bir fikir Hadrian, ama tüm detayları hatırlayacağımdan nasıl emin olabilirsin ki? Bu arada, okuyucularımın bu tür hikayelerin tüm detaylarını öğrenme konusunda fanatik davranışlar sergilediğini belirtmeliyim.” Kadının ojeli tırnakları, imalı bir şekilde not defteri ve tüy kaleminin olduğu tarafa doğru sürtündü.

Kıkırdayarak elini hafifçe salladı. Bilekliğin küçük gözlerinin tekrardan kırmızıya dönüştüğü dikkatinden kaçmamıştı. Bu durum onu son derece rahatsız ediyordu. Bilekliğin bir şeyler yaptığından emindi ve bunun ne olduğunu eninde sonunda bulacaktı.

“Muhabirlerin yapmakta usta olduğunu bildiğim 'süslemelerden' kaçınabilmek için yeterince iyi bir hikaye uydurabileceğime eminim." Öne doğru eğildi ve kastettiği şeyi açıkça ifade etmek için kararlı bakışlarını kadının yüzüne sabitledi. "Eminim ki, ülkelerimiz arasında zaten böylesine hassas bir denge varken, inatçı bir muhabirin çarpık açıklamalar ve yüzeysel eklemelerle yabancı bir şampiyonu kötülemeye çalışmasını kimse takdir etmez."

Dostane bir ifadeyle kadına gülümsedi. "O muhabirin başına gelebilecek şeylere tanık olmak hiç de hoş olmazdı."




.


.

 

.

 

 

Bir gazete aniden Hadrian’ın önüne fırlatıldı.

Ancak o, ne olduğuna bakma zahmetine dahi girmeden kahvesinden büyük bir yudum almakla yetinmişti. Önündeki kız sabırsız bir ifadeyle iç geçirdi.

“Bunu yapmayı nasıl becerdin?” Claire sert bir ifadeyle sordu.

Dudakları minik bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Neyi yapmayı?” diye sordu masumca.

Claire masadaki gazeteyi aldı ve Gelecek Postası’nın ilk sayfasını okumaktan kaçamaması için gencin suratına doğru iteledi.

Sayfanın tam ortasında üç şampiyonun fotoğrafları göze çarpıyordu. Gazetenin bir tarafında Galiana mağrur bir ifadeyle ayakta duruyordu. Diğer tarafında da başının eğiminden gülümsemesinin kıvrımına kadar her yönüyle babasını andıran Draco vardı. İkisinin ortasında ise Hadrian’ın, hem tehlikeli hem de keyifli olarak tanımlanabilecek bir şekilde kameraya gülümsediği bir fotoğrafı vardı.

Sayfanın en üstünde adaylıklarını bildiren bir başlık atılmıştı. Claire’in ona işaret ettiği yer, onun altındaki başlıktı. Hadrian’ın dudakları gülmek istiyormuş gibi seğirdi.

Fransa’nın Çekici Şampiyonu!

“Pekala?” diye üsteledi kız.

“Şahsi fikrimi soracak olursan, ‘Beauxbatons’ın Yakışıklı Kötü Çocuğu’ ya da ‘Fransa’nın Ateşli Savaşçısı’ tarzında bir başlığı tercih ederdim. Ama sanırım her birinin kendi içinde tuhaf yönleri var.” Sırıtışını gizleyebilmek için kahvesinden bir yudum daha aldı. Claire, telaşlı bir ifadeyle yanına otururken gazeteyi bir kez daha önüne fırlattı.  

“Nasıl oldu bu? Onunla seks falan mı yaptın? Skeeter’ın yazdığı öykülerden birkaçını okudum,” dedi Claire hafifçe burnunu çekerek. “Elini verip kolunu kaptırmayacağından emin olduğu herkesi karalamakta üstüne yok. Ama burada resmen, kelimeleriyle çiçekten yapılmış taçlar örerek seni övüyor.”

“Çiçek tacıyla efsane görünürdüm,” dedi arsızca Hadrian, kendisi hakkında yazılmış kısmı okurken. Okuduğu her satır, kendini beğenmişlik seviyesini arttırıyordu. Claire haksız değildi. Rita, onu pohpohlayan bir üslupla yansıtmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Ama yazıyı göze batacak ya da bariz bir biçimde kuyusunu kazacak şekilde kaleme almamıştı.

Kadının, kastettiği şeyi tam on ikiden anlamış olması Hadrian’ı memnun etmişti.

Rita yazdıkları üzerinde kendi çapında bir özgürlüğe sahip olsa dahi - fazla ileriye gitmesi ve ona hakaret etmesi halinde her ikisi de, Hadrian’ın yapacağı tek şeyin olanları Fransa Sihir Bakanı’nın kulağına fısıldamak olduğunun farkındaydı. Bu da, iki ülke arasındaki ilişkilerin olduğundan daha fazla gerilmesine sebep olurdu. Bu yüzden, röportajdan negatif anlamda etkilenebilecek tek kişi Rita’ydı. Ve Hadrian, kadının sahip olduğu o inatçı damara rağmen Voldemort’un gazabını üzerine çekmek istemeyeceğinden emindi.

Hadrian'ın şişirilmiş bir benlik duygusu yoktu. Sırf birisi kendisine hakaret etti diye, Fransa ve İngiltere arasında bir sürtüşme yaşanmayacağının farkındaydı. Ama kadın üzerinde sahip olduğu bu güç, biraz da olsa gururunu okşamıştı. Ülkesinin gözünde artık ünlü ve ulusal bir gurur figürüydü.

 Sebepsiz bir şekilde karalamaya uğrasaydı, bu çevresindekiler tarafından mutlaka protesto edilirdi. Özellikle de, yaşıtları arasında saygı duyulan bir konuma sahip olduğu ve birçok nüfuzlu aile tarafından yetenekli bir genç olarak bilindiği için.

Görevleri mükemmel bir şekilde tamamladığı sürece, medyanın kendisi hakkında ne yazdığı konusunda endişelenmesine gerek kalmayacaktı.

“Aptalın tekisin.” Arkadaşı mırıldandı.

“Sınav sonuçlarım tam tersini söylüyor ama,” dedi karşılık olarak. Yüzündeki neşe, Jacob’ın Büyük Salon’a girdiğini görmesiyle silinip gitmişti. Dudakları gerildi - bir anlığına bakışları birleştiğinde, Hadrian başını çevirerek diğer genci görmezden geldi.

“İşte bu yeni bir gelişme.”

Hadrian, Jacob hakkında konuşmayacağını ifade eden gözlerle dik dik Claire’e baktı. Kızın bakışları inatla ona odaklanmıştı, ama sonunda Hadrian’ın sessizliği karşısında pes etmek dışında bir şey yapamamıştı.

“Bu o kadar da büyük bir sır değil. Herkes, ikinizin arasında bir anlaşmazlığın yaşandığının farkında. Bir önceki gün şey kadar yakınken –“ Claire hafifçe öksürdü. “'Kardeş' gibi diyecektim, ama ikinizin arasındakinin bu olmadığını bildiğimden son anda yanlış bir tanım olduğunu fark ettim.”

Hadrian diğerinin tuzağına düşmemiş ve gözlerini devirmekle yetinmişti.

“İlk ders ne?” diye sordu, kızın dikkatini Jacob dışındaki herhangi bir konuya çekmeye çalışarak.

Claire ona, ne yaptığının farkında olduğunu ima eden bir bakış attı. “Savunma... Ders programını ezberleme zahmetine girseydin bilirdin.”

Hadrian umursamaz bir tavırla omuzlarını silkti. “Bunu benim için yapan arkadaşlarım varken neden böyle bir şeyle uğraşayım ki?”

“Ne kadar korkunç bir alışkanlık. Senin kadar çalışkan bir öğrencinin, kendi programını aklında tutabileceğini düşünürdüm.”

“Ah-” dedi alaycı bir tavırla. “Ama ezberlemediğim tek şey bu. Zihnimde dolaşan bir sürü şey var. Oradan bakınca ders programımı ezberleyecek kadar zamanım varmış gibi mi görünüyor?”

“Hof, her neyse. En azından Profesör Riddle’ın ödevini yapmayı hatırlamışsındır diye umuyorum?”

Hadrian, adamın ismini duymasıyla beraber yüzünü hafifçe buruşturdu. Diğerinin dersin sonunda onunla bir iki çift laf etmek isteyeceğini tahmin edebiliyordu. Ne de olsa Hadrian, ona haftalar öncesinde şampiyon olmak gibi bir niyetinin olmadığını söylemişti. Ama her ne hikmetse biraz sonra, şampiyon unvanını almış bir şekilde dersine girecekti.

"Kiminle konuştuğunun farkındasın değil mi? Tabi ki ödevimi yaptım. Derslerimin sırası hakkında hiçbir fikrimin olmaması, derse olan sorumluluklarımı yapamayacak kadar tembel olduğum anlamına gelmez.”

 

 

Chapter 13: Bölüm On Üç

Chapter Text

Félicitations Madam Evans (Ç.N.: Tebrikler)!”

Lily, ona seslenen kişiyi gördüğünde hoş bir şekilde gülümsedi. Adam yanına geldiğinde uzun siyah saç tutamlarından birisini kulağının arkasına itti. “Merci Julien.” Diğerinin heyecandan yerinde duramayışını seyrederken yumuşak bir ses tonuyla cevapladı.

“Oğlunun iyi bir yerlere geleceğini her zaman biliyordum! Onunla gurur duyuyor olmalısın!” Güneşte bronzlaşmış teni, Julien’in geniş gülümsemesiyle gerildi. “Karım ve ben şimdiden ‘adrian’la ilgili gazete kupüğlerini toplamaya başladık bile. Daha fazla tanınması an meselesiydi!”

Lily avcunun içine doğru kıkırdadı. “Benim açımdan tam bir sürpriz oldu. Dürüst olmak gerekirse, Hadrian’ın seçilmeyeceğini umut ediyordum.”

Julien anlayışlı bir şekilde başını salladı, mavi berrak gözlerine sempatik bir parıltı yerleşmişti. “Tabi ki. ‘er anne oğlunu bu gibi tehlikeleğden uzakta tutmak isterdi. Ama korkmayın, ‘adrian Merlin’in kendisi kadar yetenekli bir genç! Turnuva boyunca iyi bir iş çıkaracağı konusunda en ufak bir şüphem yok Madam Evans.”

Lily hafifçe güldü. “Hadrian yetenekli bir genç evet, ama Merlin seviyesinde olduğundan pek emin değilim Julien.”

Dükkan sahibi omuzlarını silkerek ona göz kırptı. “İngiltere’ye gidecek misiniz Madam Evans? Onu desteklemek için?”

Julien!  Seni nankör domuz! Genç bayanı rahat bırak ve yardıma gel!”

Julien ve Lily, dükkanın önüne çıkmış olan ve tepesinden dumanlar tüten kadına bakmak için döndüler. Saçı başı birbirine girmişti ve asasını tehditkar bir şekilde Julien’e doğru sallıyordu.

“J’arrive ma chérie (Ç.N.: Geliyorum sevgilim)!” diye cevapladı Julien, alaycı bir sesle. Sonrasında Lily’e kısa bir veda cümlesi mırıldanıp ufak bir gülümsemeyle öfkeli karısının yanına geri dönmüştü.

Lily, güzel kırmızı elbisesi hafif bir esintiyle dalgalanırken kaldırımda bekledi. Yeşil gözleri Julien ve karısının üzerindeydi. Adam eşinin yanına gitti ve kollarını öfkeli kadının beline doladı. Julien, yüzü kadının saçlarına gömülü bir şekilde orada öylece beklemiş - diğerinin somurtması nefes kesici bir gülümsemeye dönüşünceye dek olduğu yerden ayrılmamıştı.

Çiftin çizdiği görüntü, onda derin bir özlem ve keder hissinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Acı verici hatıralar, zihnine musallat olmaya başlamadan önce oradan hızlı adımlarla uzaklaştı.

Derin bir iç çekişle beraber kalabalık caddeden evine oldukça yakın olan bir noktaya cisimlendi. Lily, evine giden manzaralı patika boyunca ölçülü adımlarla yürüdü. Harry’nin şampiyonluğunu kutlayan komşularını nazikçe cevaplamış, onu selamlayanlara da zarif bir şekilde el sallamıştı.

Evinin güvenli bariyerlerinden geçip kapısını sıkıca kapattığında, yüzündeki hoş maske eriyerek yerine hafifçe somurtan bir ifade yerleşmişti.

Lily siyah şalını çıkararak oturma odasına doğru hareketlendi. Şalını en yakın sandalyenin üzerine bıraktı ve bir anlığına orada öylece bekledi.

Harry yılın çoğunda evde olmasa dahi bu sessizliğe hiçbir zaman alışamamıştı. Daha gençken, Lily’nin evine her zaman birileri – ebeveynleri, Petunia, amca ya da teyzesi olsun – ziyarete gelirdi. Hogwarts’ta da etrafı her zaman insanlarla dolu olduğundan, yalnız olduğu anları kıymetli bulurdu.

 İster istemez çevresindeki hayatın gürültüsüne alışmıştı.

Lily her zaman üç ya da dört çocuğun devamlı ayak altında dolaştığı, geniş bir ailesinin olacağı hayalini kurmuştu. James ile o hayatı deneyimleme şansını yakalayacağını düşünmüştü.

Sessizliği sevmiyordu.

Asasını çıkardı ve elbisesinin omuz askısını indirerek asasının ucunu tenindeki soluk renkli rüne bastırdı. Kısa bir fısıltıyla koyu renkli saçları parlak kırmızıya, oğlunun yeşil ve parlak gözlerini andıran gözleriyse doğal orman yeşili haline geri döndü.

Bu, kimliklerini korumak adına aldıkları güvenlik önlemlerinden biriydi. Fransa'ya ilk geldiklerinde Harry, Lily’nin onun üzerinde gizlenme tılsımları veya rünler kullanma riskini göze alamayacağı kadar küçüktü. Onun yaşındaki birinin üzerinde bu tür tılsımların kullanılması, sihirli özünde kalıcı hasarlara yol açabilirdi.

Bu yüzden Lily, oğlunun hayatı boyunca bir tılsıma bağımlı olarak yaşamaması için evden dışarı her çıktığında görünüşünü Harry’e daha çok benzeyecek bir şekilde değiştirirdi. Dışarıdan baktığınızda - parlak yeşil gözleri, keskin yüz hatları, uzun ve kabarık saçlarıyla Lily’nin kimin annesi olduğu hakkında bir şüphe duyamazdınız.

Aynı zamanda bu, onlarla Potter ailesi arasında bir bağlantı kurulması ihtimalini azaltıyordu. Özellikle de, Harry’nin genetik özelliklerini Lily’den aldığı düşüncesi diğerlerinin zihnine yerleştiğinde...

Küçük bir gülümseme ve rahatlamayla parmaklarını gerçek saçlarının arasından geçirirken gözlerini yumdu.

Gözlerini tekrar açtığında bakışları otomatikman kahve masasının üzerinde – iksir malzemesi almak için dışarı çıkmadan önce bıraktığı yerde - masumca duran gazetenin üzerine kilitlenmişti.

Gazetenin ön sayfasına hakim olan yüz, çok yakından tanıdığı bir yüzdü. Harry’nin geçen yılın sonlarına doğru çekilmiş okul fotoğrafı ona baktı. Fotoğraftaki gencin dudakları kibar bir gülümsemeyle kıvrıldı. Şekil verilmesi oldukça zor olan saçları, fotoğraf çekildiği gün onların istediği bir tarzda şekillenmişti. Çoğu zaman kuş yuvasını andıran saçları, o günden beri kullanmayı çok sevdiği bir model olan ustaca dağıtılmış bir şekilde alnına dökülüyordu.

Makale Harry’nin akademik becerilerine – notları ve dersteki performanslarının yanı sıra profesörlerinin onun hakkındaki düşüncelerine odaklanmıştı. Öğretmenlerinin hepsi aşağı yukarı onun şampiyon seçilmesine şaşırmadıklarını ve yeteneklerine duydukları güveni ifade eden röportajlar vermişlerdi.

Fransız gazetesinin hemen altında, Gelecek Postası’nın bir kopyası duruyordu.

Diğerinin aksine bu gazete, Harry’nin kişisel hayatından bahsediyordu. Hayatındaki baba figürü eksikliğinden, Lily’le arasındaki yakın ilişki, yetenekli doğası ve çekici kişiliğine kadar bir sürü başlık üzerinde yoğunlaşmıştı. Makale, Harry’i okuyuculara olumlu bir şekilde yansıtmak için onun lehinde çarpıtılmış gibi görünüyordu. Ve Lily, bu işte oğlunun parmağı olduğundan emindi.

Gazetedeki fotoğrafta, Harry’nin yüzündeki ukala ifadeye gülse mi yoksa kızsa mı tam olarak emin olamamıştı.   

Oğlunu görmek bile, olduğundan daha da bitkin hissetmesine sebep oluyordu.

Salondan çıkarak merdivenleri hızla tırmandı ve yatak odasına doğru yöneldi. Elbisesinin fermuarını açtı ve üzerinden sıyrılarak yere düşmesine izin verdi. Sonrasında da banyoya girdi. Küvet dolmaya başlarken Lily kendini banyo aynasında inceledi.

On beş yıl geçmesine rağmen hiç yaşlanmamış gibi görünüyordu.

Gözleri vücudunun yan tarafında kendini belli eden, kalçasından göğsünün altına doğru uzanan yara izlerine kaydı. Koyu kırmızı izler beyaz tenini göze çarpan bir şekilde süslüyordu. Ancak Lily yaralarından nefret etmiyor ya da onlara bakmaktan kaçınmıyordu.

Çünkü yaralar onun için hayatta kalışının bir göstergesi ve kaçışının inkar edilemez bir kanıtıydı

O gece - Harry daha bebekken - oğluyla beraber cisimlenerek büyük bir risk almıştı. Aklına gelen tek güvenli yere cisimlendiğinde çektiği ıstırabı hala hatırlayabiliyordu. Ve septirenin oğlu değil de kendisi olduğu için ne kadar minnettar hissettiğini...

Lily musluğu kapatarak sıcak suyun içine girdi. Gergin kasları yumuşamaya başladığında yumuşak bir mırıltı bırakmıştı. Sadece burnu suyun yüzeyinde kalana kadar vücudunu küvetin derinliklerine doğru kaydırdı.

Düşünceleri Harry’le yaptığı şömine görüşmesine gitti. Bunu hatırlamasıyla tüm kuşkuları tekrardan gün yüzüne çıkmaya başlamıştı.

Bu durum hiç de hoşuna gitmemişti.

Vaziyet düşündüğünden daha da kötüye gidiyordu. Olaylar üzerinde sahip olduğu kontrol eksikliği onu son derece rahatsız ediyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bunlar arasında elini kolunu en çok bağlayan şey, Harry’nin üzerinde tam bir kontrolü olmadığı gerçeğiydi.

Hadrian Evans, tıpkı Lily’nin kullandığı rünler gibi oğlu evlerinden dışarıya adımını her attığında Harry’nin kullandığı bir maske olmalıydı. Dikkatleri ondan uzakta tutmak için oluşturulmuş bir kişilik, kendi yararları için kullanabilecekleri bir araçtı. Aynı zamanda hedeflerine ulaşmak için yaklaşmaları gereken kişilere ulaşmanın bir yoluydu. Bu kişilik, Harry’nin saklı kalmasını güvence altına alma konusunda kullanışlıydı.

Ama Lily ondan nefret ediyordu.

Çünkü Hadrian, Harry değildi.

Harry onun güzel, iyi kalpli ve sevgi dolu oğluydu. Harry şefkatli ve tatlıydı. Harry onun için her şeydi.

Hadrian, Harry'nin sıcak olduğu yerlerde soğuk, yumuşak olduğu yerlerde sertti. O karanlık, Harry ise aydınlıktı.

Voldemort'u yenmesi gereken Hadrian değil Harry'ydi. Destekçilerinden oluşan bir orduyla yükselip kocasını ondan alan adamı bitirecek olan Harry’ydi.

Yıllar geçtikçe oğlunda Hadrian’ı daha fazla görüyor olmak hiç de hoşuna gitmiyordu. Bu durumun içinde olmanın, Harry’e bazı dezavantajlar halinde geri yansıyacağını biliyordu. O kadar uzun bir süre rol yapmak zorunda kalmıştı ki, bir aşamadan sonra ikisinin iç içe girmesi kaçınılmaz olmuştu. Sadece Harry’nin... Hadrian’ı oynamayı tercih etmesini beklememişti.

Parmaklarını su yüzeyine çıkararak küvetin kenarlarına tutundu.

Son birkaç aydır küçük oğlunun ne kadar değiştiğinin ve Hadrian tarafının onu ne kadar etkilediğinin acı bir şekilde farkındaydı.

Çoğu farklılaşmada olduğu gibi bu durum da küçük belirtilerle başlamıştı. Harry okula ilk başladığı zamanlarda ona tüm haftasını kapsayan sayfalar dolusu bilgi aktarırdı. Şimdilerde mektupları kısalmış ve gönderme zamanları arasındaki mesafe açılmıştı. İçeriklerinde de fazla detaya girmeksizin, akademik alandaki başarılarından ve zaman zaman sınıf arkadaşlarından bahsederdi.

Eve her geri döndüğünde - sanki gerçek kimliğinin Harry olduğunu unutuyormuş gibi - kendi adına cevap verme süresi artıyordu.

Oysa daha önceleri - yaşı daha küçükken - Harry ondan hiç sır saklamazdı. Şimdi sorularından ustalıkla sıyrılıyor, ilgisini çekeceğini bildiği bilgilerle dikkatini dağıtarak onu konuşmak istemediği konulardan uzak tutuyordu.

Ve şimdi bir de bu Üç Büyücü Turnuvası fiyaskosu çıkmıştı. Harry bilgileri kendine saklamamalı, öğrendiği anda onunla temasa geçmeliydi. İzni olmadan ve ona danışmadan İngiltere’ye gitmeyi kabul etmemeliydi.

Lily, Harry’nin içindeki bağımsızlığı teşvik etmeyi sever ve kendi problemlerini kendisinin çözmesini isterdi. Ancak onu bu kadar kolay bir şekilde devre dışı bırakmasından pek de hoşlanmamıştı. Oğlu gözü kara bir kişiliğe sahipti ve son hareketi bunu doğrulamıştı.

Fransa’dan ayrılmasını önlemek için alternatif bir plan bulabilirlerdi. Onu turnuvaya katılmaktan muaf tutacak tıbbi bir rapor bile düzenleyebilirlerdi. Evet, bunu yapmak Harry’nin itibarını zedelerdi - ama en azından onarılamayacak bir şekilde olmazdı. Ama o ne yapmıştı? Oturup mantıklı bir şekilde düşünmek yerine olaya balıklama dalmıştı.

Harry kendini korkunç bir tehlikenin içine atmış olmasaydı, oğlunun bu özelliğini – gözü pek olma durumu James’te hayran olduğu özelliklerden birisiydi - belki bir parça tatlı bulabilirdi. Ancak Hogwarts’ta, Voldemort’un ağının tam merkezinde olmayı kabul etmek son derece aptalca bir hareketti.

Harry aldığı risklerin boyutunu anladığını düşünebilirdi, ama hala çocuktu ve Karanlık Lord’un onlara yaşatabileceği dehşetler hakkında en ufak bir fikri yoktu. Lily, Voldemort’un yükselişindeki zaman diliminde yaşamıştı. O canavarın, gücünü güvence altına almak için yapmayacağı bir şey olmadığına birinci elden şahit olmuştu.

Ve oğlu da, onun yönetimi için en önemli tehditti.

Harry yok edilemez değildi. Mükemmel derecede yetenekliydi evet – ama diğerleri gibi o da ölümlüydü.

Eğer Voldemort onun kim olduğunu bulursa... Harry tek bir hata bile yaparsa, o zamana kadar üzerinde uğraştıkları her şey boşa giderdi.

Harry şampiyon olarak seçilmeseydi, durum bir aşamada kurtarılabilir ya da iyileştirilebilirdi. Sonrasında da Harry fark edilmeden ve yara almadan ona geri dönebilirdi.

Ancak bir şey ya da birileri çabalarını boşa çıkararak onu başarısızlığa itmişti. Ve şimdi direkt olarak, onun hakkında üstünkörü bir şeyler öğrenmek isteyen birisinin bile kolayca araştırabileceği bir konuma düşmüştü.

Şu anda her şeyin hassas bir şekilde dengelenmiş olması onu ürkütüyordu.

Harry şampiyon olmanın onu Voldemort’a karşı koruyabileceği düşüncesinde haklı olsa da, bu onun tam anlamıyla güvende olduğu anlamına gelmiyordu. Turnuva görevleri, doğası gereği ölümcül olmaları için tasarlanmıştı.

Voldemort’un, Harry’i öldürme girişiminde bulunmasına dahi gerek kalmayabilirdi. Tek gereken şey bir saniyeydi. Anlık bir dikkatsizlik, bir önceki şampiyonlarda olduğu gibi Harry’nin de yok oluşunun fitilini ateşleyebilirdi.

Lily öylece geri planda durup, ona göz kulak olacak birisi olmadan oğlunun hayatını riske atmasına izin vermeyecekti.

Yeşil gözleri açıldı ve bakışları banyonun açık kapısından yatak odasına doğru uzanan hat boyunca gezindi. Masasının üzerinde ikiye katlanmış bir mektup duruyordu. Mektupta onu sonraki hafta, ilk görevi izlemek için İngiltere'ye gidecek olan Fransız politikacı grubuna katılmaya davet ediyorlardı.

Lily omuzlarından sular akarken doğruldu. Hazırlaması gereken valizler vardı.

On beş yıl sonra evine geri dönüyordu.

 

.

 

.

 

.

 

Ders bittikten sonra Hadrian Raina’ya el salladı. Ders boyunca Riddle’ın dikkati üzerinden ayrılmamıştı. Adamın onunla konuşmak istediğinin farkındaydı. Bu onu hem ürkütüyor hem de sabırsızlandırıyordu.

Jacob dışında, şatoda Hadrian’ın şampiyon olmak istemediğini bilen tek kişi Riddle’dı. Ve nedendir bilinmez, adam bu gerçeği kendisine saklamaya karar vermişti.

Hadrian sınıfın ön tarafına doğru yürümeye başlamadan önce, öğrencilerin çoğunun çıkmasını bekledi. Ders malzemelerini toparlamış, ancak çantasını masasının üzerinde bırakmıştı.

Hermione’nin yanından geçti. Kızın kaşlarından biri soran bir ifadeyle kalktığında ona ufak bir gülümseme yolladı. Kahverengi gözleri tuhaf bir ifadeyle o ve Riddle arasında gidip geldi. Şampiyon seçildikten sonra - ve bu unvanla gelen sorumluluklarından dolayı - son zamanlarda Hermione'yle konuşma fırsatı yakalayamamıştı.

Sınıfın ön taraflarındaki bir masaya yaslandı. Riddle her ne yazıyorsa onu bitirmesi için beklerken rahatlayabilmek için kollarını çaprazladı.

Hadrian can sıkıntısı içinde gözlerinin sınıfta - duvarlara yapıştırılmış çeşitli yaratık çizimlerinde ve diyagramlarda - gezinmesine izin verdi. Eğer bir öğretmen olsaydı, sınıfını kesinlikle bu şekilde düzenlerdi.

Cam bir tank içerisinde duran garkenezin onu dikkatli bir şekilde izlediğini fark etti. Küçük ve çirkin yüzünü buruşturarak hırlıyor, ürkütücü görünme çabasıyla dişlerini gösteriyordu. Hadrian etkilenmemiş bir şekilde yaratığı izledi. Onunla büyük bir su kütlesinin içindeyken karşılaşsaydı, iğrenç görünümlü su iblisine biraz daha temkinli yaklaşabilirdi. Ama şu anda yaratık yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda bir alanda yalnız başına kapana kısılmış olduğundan, endişelenmesi gereken bir şey yoktu.

O bunları düşünürken Riddle yazmayı bıraktı.

Hadrian profesöre bakmak için başını çevirdiğinde, o delici bakışların halihazırda üzerinde olduğunu gördü. Riddle’ın dudakları hafif bir sırıtmayla kıvrıldı.

“Tebrikler demek yerinde bir tabir olur sanırım.”

Adamın sesindeki eğlenen tonu duyduğunda gözlerini devirdi. “Aslında, adımın kadehten çıkmasına şaşıran tek kişi bendim.”

“Verdiğin tepkiyi gayet iyi bir şekilde kontrol ettin,” diye iltifat etti adam. “Şampiyon seçilmekten kaçındığını bilmeyen biri, şaşırmış olduğunu anlayamazdı.”

Hadrian başını yana doğru eğerek mırıldandı. “Sizi seremonide göremedim.

Riddle gülümsedi. “Görmemiş olman normal. Tören başladıktan sonra geldim ve programın ilerleyişini bozmamak için de gözlerden uzakta kaldım.” 

Genç, diğerinin kelimelerinde bir yalan arıyormuş gibi gözlerini kıstı. “Şampiyon olmak seni hayal kırıklığına mı uğrattı?” Profesör meraklı bir sesle sordu.

Hadrian omuzlarını silkti. “Başlangıçta mı?” Keskin bir şekilde sırıttı. “Çok sinirlendim, ama en nihayetinde pragmatik bir kişiliğe sahibim. Sakinleştikten sonra kendime geldim.”

Adam masasının üzerine bir şey fırlattı. Gelecek Postası'nda kendisiyle ilgili yayınlanan makale olduğunu anlamak için bakmasına gerek dahi yoktu. “Bayan Skeeter’ı usta bir şekilde evcilleştirmiş olman beni etkiledi.” Takdire benzeyen bir ifade adamın gözlerinde belirdi. “Onunla röportaj yapmak oldukça zordur.”

“Geçmiş yıllarda yaşadığınız deneyimlerden mi biliyorsunuz efendim?”

Riddle kaşlarından tekini kaldırmış, ama cevap vermemişti. Riddle ve Skeeter’ın aynı odada olduklarını düşünmek bile kıs kıs gülmek istemesine sebep oluyordu. Riddle gibi bir adamın Skeeter’ın varlığına uzun bir süre dayanabileceğini sanmıyordu.

“Sevgili Bayan Skeeter'la küçük bir sohbetten sonra bir anlaşmaya vardık,” dedi küstah bir gülümsemeyle. Riddle’ın gözleri ilgiyle parıldadı.

“Oh? Nasıl oldu bu?”

Hadrian masaya biraz daha yaslandı. Dengede durabilmek için kollarını çözmüş ve iki yanına yerleştirmişti. “Ona benimle işbirliği yapmanın olası faydalarından ve neden onun yararına olacağından bahsettim.”

“Şantajla mı? Ne kadar ayıp." Riddle alaycı tonlar taşıyan bir sesle konuştu.

“Şantajla değil efendim.” Hadrian başını eğerek alnına düşen saç tutamlarının arasından Riddle’a baktı. “Bu uygun olmazdı. Ayrıca –“ Sırıtarak konuşmaya devam etti. “Böyle bir hareket için fazla klas bir insanım.”

“Ondan hiç şüphem yok zaten Bay Evans.” Sanki o korkunç tahta sandalyede bunu yapmak mümkünmüş gibi - rahatça geriye doğru yaslandı. “İlk görevle ilgili araştırmaların nasıl gidiyor? Ne kadar ilerleme kaydettiğini merak ediyorum.”

Hadrian gözlerini kırpıştırdı. “Turnuva başlayalı daha iki gün oldu efendim.”

“Senin konumunda olan birisinin sahip olduğu her saniyeyi bilgi toplamak için kullanacağını düşünürdüm.” Sesinde azarlama tonuna çok benzeyen bir şey vardı. Bu küstahlık üzerine Hadrian kaşlarının çatıldığını hissedebiliyordu.

Cevap vermeye zahmet bile etmedi - Çünkü Riddle’ın ona bu tür bir şey sormaya hakkı yoktu. “Hazırlıklarımın gidişatı sizi neden ilgilendiriyor? Son kontrol ettiğimde İngiltere tarafındaydınız. Şu an Draco’nun peşinden koşturuyor olmanız gerekmez mi?”

“Bay Malfoy, Sihir Bakanı’nın oğlu. Şimdiye kadar ihtiyaç duyabileceği bütün yardımı almadığını sanıyorsan, o zaman düşündüğümden daha da safsın demektir."

Hadrian hafifçe güldü. Bir sürü şey olabilirdi, ama saf olmak onların arasında değildi. “Sonuç olarak bu, sorunuza yeterli gerekçeyi sağlamaz değil mi? Bildiğim tek şey, size vereceğim herhangi bir bilginin ne kadar hazırlıklı olduğum hakkında bir fikir vermek için Draco’ya iletileceği gerçeği.”  

“Mantıklı bir değerlendirme, fakat oldukça kritik bir noktayı kaçırmış gibisin.”

Aydınlat beni.

“Bay Malfoy ya da Bayan Kaiser’den daha fazla ilgimi çekiyorsun.” 

Hadrian bakışlarını zemine indirdi. Bu kelimeler onu bir düşünce döngüsüne sokmuştu. Riddle’ı tanıdığı süre boyunca, adam iltifat etme konusunda her zaman cömert davranmıştı. Derslerinde öğrencilerine takdir edildiklerini hissettirmekten hiçbir zaman geri durmamış, özellikle hak ettiklerini düşündüğü niteliklerini övmüştü.

Hadrian ilk derslerinden beri Riddle’ın onu ilginç bulduğunu biliyordu. Sohbetlerini zevkli ve eğlenceli bulduğunun – son birkaç haftadır onu test etmekten keyif aldığının da farkındaydı. Bunların hepsini biliyordu. Sadece Riddle’ın bu ilgisinin ne kadar derine indiğini bilmiyordu.

Hadrian bakışlarını kaldırdı.

“Bu işten benim çıkarım ne olacak?” dedi nötr bir ses tonuyla. Birçok açıdan bu durum, bir iş görüşmesi gibi hissettiriyordu.

Riddle’ın yüzü ifadesizdi. “Gösterdiğin ilerlemeye bağlı olarak – ilk görevin ne olacağına dair bir ipucu diyebilirim.”

Peki o zaman.

“Bu ipucunun güvenilir olduğundan ve bir yanlış yönlendirme girişimi olmadığından nasıl emin olabilirim ki?”

Adam başını yana doğru eğdi. “Sanırım durumu biraz daha net açıklamam lazım. İlgi çekici olduğunu söylediğimde, turnuva boyunca hayatta kaldığını görmek istediğimi kastetmiştim. Kendi jenerasyonunda, mükemmel şeyler başarabilecek birkaç kişiden biri olduğunu düşünüyorum. Eğer mezun olamadan ölürsen, çok yazık olurdu.”

“Ve beni yanlış bilgilendirmek de potansiyelimi geliştirme konusundaki hedefinizi baltalardı - doğru mu anladım?”

Riddle ellerini iki yana doğru açtı. “Ben her şeyden önce bir öğretmenim Bay Evans. Diğerlerinin yeni şeyler öğrenmesine ve becerilerini geliştirmesine yardım etmek doğamda var. Ayrıca sizde, hayatta kalmaya değer bir şeyler görüyorum.”

Hadrian ağırlığı ellerine vererek adamın kelimelerini zihninde tarttı.

Adamın kendi tarafında olması Hadrian’ın yararına olurdu. Riddle’ın içeriden biri olduğu düşünüldüğünde, görevler hakkında bilgi sahibi olduğu kesindi. Her ne kadar diğerinin ona söylediği gibi kolay bir şekilde bilgi vermeyeceğini düşünse de, bu en nihayetinde iyi bir şey olabilirdi.

“Peki sizin çıkarınız ne olacak? Aptal değilim efendim. Kazanacağınız şeyler arasında, beni hayatta tutmaktan daha fazlası olduğuna eminim.”

Riddle omuzlarını silkti. Bu hareket onun gibi normalde entelektüel takılan birisi için oldukça tuhaf durmuştu. “Bu sadece benim bileceğim bir şey.”  

Hadrian bunun üzerine ofladı. “Cidden mi?”

Profesör onun bu tepkisine gülümsemekle yetinmişti.

Başını yana doğru yatırdı. Adamın bu işten nasıl bir yarar sağlayacağı gerçekten önemli miydi? Şu ana kadarki konuşmalarının hepsi teorik bir temelde olmuştu. Yemin ya da sözlerini bağlayan başka bir uygulamada bulunmamışlardı. Riddle ondan bir şey yapmasını isterse, Hadrian’ın reddetme gibi bir seçeneği her zaman olacaktı.

Adamın bu durumdan, onu hayatta tutmaktan başka nasıl bir çıkar sağlayacağını merak etti. Hadrian Fransa’daki belli başlı ailelerin varisleriyle yakın arkadaş olabilirdi, ama bu ona – henüz – hiçbir şey kazandırmamıştı. Artı, arkasına alabileceği bir aile bağlantısı da yoktu.

Belki de...

Düşünceleri, Riddle’ın muhtemel Ölüm Yiyen statüsüyle ilgili haftalar öncesinde yaptığı varsayımlara geri döndü.

İşe alımla ilgili bir şey olabilir mi?

Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Eğer Riddle, Voldemort'un yönetimine bir şekilde dahil oluyorsa – öğretmen olmak onu, efendisi için yararı dokunabilecek adaylar toplama misyonu için oldukça değerli bir konuma yerleştirirdi. Voldemort'un adamlarından birinin, kaderi adamı yok etmek olan bir genci işe almak isteyebileceği fikri tam anlamıyla ironikti.

Oldukça zayıf bir teori olmasına rağmen, bu düşünce zihnini bir süreliğine meşgul etti.

Riddle ona ilk görev için ipucu verecekse, Hadrian kendisine biçilen rolü oynamaya dünden razıydı.

“Sınıf arkadaşlarımın çoğu ilk görevin ne olacağı hakkında bir fikir edinebilmek için aileleriyle iletişime geçtiler. Raina’nın –“ Riddle kızı hatırladığını ima eden bir ifadeyle başını salladı. “Raina’nın babası geçmiş yıllarda gerçekleşen Üç Büyücü Turnuvalarıyla ilgili bir yığın belge gönderdi. Bunları inceliyor ve gerçekleşme ihtimali en yüksek olan görevlerin listesini oluşturuyoruz.”

“Ve?”

Hafifçe omzunu silkti. “Birkaç sonuca ulaştık. Ama ben, ilk görevin yaratık tabanlı bir görev olacağına inanıyorum.”

Riddle’ın dudakları memnun bir ifadeyle kıvrıldı. “Peki bu sonuca ulaşmanı sağlayan şey ne oldu?”

“Turnuvanın kaydedilen ilk örneklerinde, birinci görev yüzde seksen olasılıkla yaratıkla alakalı bir görev olmuş. Ayrıca, turnuva iki yüz yıldır yürürlükte değildi. Bunu etkileyici bir performans dizisiyle başlatmak isteyeceklerini düşünüyorum. İlk görev için, şampiyonların tehlikeli bir yaratıkla karşılaşmasını izlemekten daha iyi bir şey olabilir mi?”

“Çok iyi,” dedi Riddle. Gözlüğü burnuna kadar inmiş olmasına rağmen düzeltmek için bir çaba sarf etmemişti. “Ve kesinlikle doğru bir tahmin.”

Yani ilk görev yaratık tabanlı olacak. Mükemmel.

“İpucumu duyma hakkını kazandım mı?” Sesindeki alaycı ton fazlasıyla keskindi. Bakışlarını vücudunda gezdiren Riddle’ın gözlerine tuhaf bir parıltı yerleşmişti.

“1296.”

“Oldukça bilgilendirici.”

“Dikkatli ol - yoksa bu küstah tavırlarınla bana saygısızlık ettiğini düşünebilirim.”

Bu doğruydu. Haftalar içinde Riddle’ın yanında istemsiz bir şekilde rahat hissetmiş, adamın ona karşı daha hoşgörülü olmasını beklemeye başlamıştı. Ve bu artık durmalıydı. Riddle ona yardım etme konusunda gönüllü davranabilirdi, ama bu müttefik oldukları anlamına gelmiyordu. En azından kendini ispatlayana kadar değil...  

“Özür dilerim efendim.” Hadrian, azarlanmayı kabul ederek hafifçe başını eğdi.

Riddle, bu özürle yetinerek elini önemli değil dermiş gibi salladı. “1296 yılında İngiltere’de gerçekleşen duruşmaları incelemeni öneririm. Bunlar seni, bulmak istediğin cevaba götürecekler.”  

Hadrian dudağını dişledi. Eğer kayıtlar doğru şekilde tutulmuş ve düzgünce saklanmışsa, bu sadece o yılda - araştırılması gereken yüzlerce duruşma olduğu anlamına geliyordu. Ne de olsa yedi yüz yıl, bazı bilgilerin kaybolabilmesi için yeterli bir süreydi.

“Teşekkür ederim profesör. Söylediğiniz şeyi kesinlikle araştıracağım.”

“Cevaba ulaştığın zaman yanıma gel. Tepkini görmek zevkli olacak.”

Ne bu durum, ne de adamın o sınıftan çıkarken yolladığı ürkütücü gülümseme onun için pek de hayra alamet değil gibiydi.

İki saat sonra odasında, ellerini saçlarının arasından geçirdi ve yorgun bir şekilde oturdu. Zihni hala Riddle’la yaptığı görüşmedeydi.

İçinde şiddetli bir fikir, şüphe ve duygu fırtınası vardı. Riddle’ın amacı, neyi niçin istediği hakkında sorular - yüzleşmek zorunda kalacağı bilinmeyen tehlikeler yüzünden duyduğu endişe hissi ve zihninde birbirleriyle savaşan bu iki grup arasında filizlenen, ona yardımcı olabilecek birini bulduğuna dair taşıdığı zayıf bir umut vardı.

Hadrian, gözlerini önünde yayılmış olan kitap ve parşömen yığınına çevirdi. Konuşmalarından sonra Hogwarts kütüphanesine gitmiş ve 1296’yla ilgili ne var ne yoksa hepsini toplamıştı. Topladığı bilgiler onu hiç de rahatlatmamıştı – ve haklıydı, o yılda yüzlerce duruşma görülmüştü – Riddle’ın verdiği ipucu işine yararsa, öğleden sonraki derslerine girmemiş olmasına değecekti.

Gerçi ektiği derslerde zaten müfredatın önündeydi. Bir veya iki dersi kaçırmış olmak onu etkilemezdi. Ayrıca yaptığı araştırma turnuvayla ilgili olduğundan, Madam Maxime’in de onu kollayacağından emindi. Ek olarak, sınıf arkadaşlarının ders sonunda verilen ödevleri toparlayıp kendisine ileteceklerini biliyordu.

En yakınındaki kitabı kavrayarak asasını çıkardı. Her sayfayı ayrı ayrı okumaya gerek kalmaktan kurtaracak basit bir bulma büyüsü yapacaktı. Düşündüğü kelimenin parlamasına yol açan türden bir büyüydü bu.

Illuminet verbum yaratık.” Kitabın ön kapağına asasıyla hafifçe vurdu ve büyünün tamamlandığını gösteren küçük yanıp sönme işaretinin gelmesini bekledi. Sayfalar kendi kendine birbiri ardına çevrildiğinde, aradığı kelimenin olduğu kısımlar kendini belli etmeye başlamıştı.

Hafif bir homurdanmayla işe koyuldu.

 

.

 

.

 

.

 

 

Saat neredeyse gece yarısıydı. Nefesi, dondurucu havada buğulu bir şekilde yayıldı.

Figür, biraz ısınabilme umuduyla ellerini birbirine sürttü ve fark edilmemek için ısınma büyüsü kullanamadığı gerçeğine lanetler yağdırdı.

Ağaçların tekinsiz gölgelerinin kendisini meraklı gözlerden saklamasına izin vererek Yasak Orman’ın sınırlarında gezindi.

Her şey boka sarmıştı ve acilen tavsiyeye ihtiyacı vardı.

Böyle bir şeyin olmaması gerekiyordu. Harry şampiyon olmamalıydı.

Cebindeki pürüzsüz yüzeyli aynayı çıkardı ve yüzüne tuttu.

“Bütün ciddiyetimle yemin ederim ki hayırlı bir şey düşünmüyorum.”

Büyünün işlemesini bekledi. Çok geçmeden, karşısında tanıdık bir yüz belirmişti. “Güvende misin Patiayak?”

Derin bir şekilde iç geçirdi. “Tabi ki. Birinin beni bulabileceği bir yerde bunu yapacak kadar aptal olduğumu mu düşünüyorsun?”

Arkadaşı kaşlarından tekini kaldırdı.

“Her neyse Aylak, bunun için zamanımız yok. O orada mı?”

“Hayır. Bir meseleyle ilgilenmek için diğer saklanma noktalarımızdan birine gitti. Niye sordun Sirius? Bir şey mi oldu?”

“Bilmiyor musun? Gelecek Postası’nı görmedin mi?” Sirius arkadaşına kaşlarını çattı.

“Unuttuysan diye söylüyorum, bugünlerde toplumun arasına fazla karışamıyoruz. Haberler bize genelde üç gün kadar bir gecikmeyle ulaşıyor.”

“Ah, doğru.” Remus’a son haberleri nasıl açıklayacağını düşünürken boğazını temizledi. “Pekala, bunu uzatmanın bir anlamı yok. Eninde sonunda öğreneceksin zaten.” 

“Ne oldu?”

“Kadehten ismi çıktı. Harry Beauxbatons’ın şampiyonu olarak seçildi.”

“Ne!” diye bağırdı Remus şaşkınlıkla. “Şampiyon seçildi de ne demek! Oraya aday gösterilmemesini garanti altına almak için gittiğini sanıyordum!”

“Ben de öyle yaptım zaten!” dedi Sirius itiraz eden bir ses tonuyla. “Onun bana yapmamı söylediği her şeyi yaptım. Harry’nin kanının olduğu şişeyi kullandım. Kadehin, ondan gelebilecek herhangi bir adaylığı kabul etmesi gibi bir durumun mümkün olmaması gerekiyordu. Adaylığı otomatik olarak geçersiz sayılmalıydı. Neden böyle olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok!”

Remus gözlerini kıstı, içlerinde kehribar renkli bir parıltı belirmişti. Sirius’un bakışları istemsizce gökyüzüne kaydı. Dolunay yaklaşıyordu.

“Büyüde yanlış giden bir şeyler olmuş olmalı. Büyü için kullandığın kan yeterli gelmemiş - ya da kadeh bir şekilde büyünün işe yaramasını engellemiş olabilir.”

“Kan ritüelleri çoğu zaman yapması zor, çetrefilli büyülerdir - inan bana, biliyorum. Büyüyü doğru bir şekilde yaptığımdan da eminim. Belki de senin dediğin gibi kadeh yüzünden olmuş olabilir. Oldukça eski bir nesne. Üzerine ne tür büyülerin yerleştirilmiş olduğunu kim bilebilir ki?”

Remus hımladı. “Bunu daha sonra tartışabiliriz. Şu an için önemli olan şey bu değil - Harry’ye yardım etmemiz lazım. Eğer şampiyon seçildiyse, ciddi anlamda tehlike altında demektir.”

“Etrafta dolaşıp ilk görevin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Ama politikacılar nasıldır bilirsin – çoğu, bir avuç geveze piç kurusundan ibaret. Ancak onlardan da görevin karanlık bir yaratıkla ilgili olduğu bilgisinden başka bir şey koparamadım.”

"Bu da araştırma alanımızı oldukça daraltıyor desene.” Bitkin görünen yüzdeki mizah ifadesini görmek, kısa bir anlığına gülümsemesine sebep olmuştu.

“Kulağıma gelen her şeyi araştırıyorum, ama şüpheleri üzerime çekmeden yapabileceğim şeyler çok kısıtlı. Ve yakalanırsam ne Harry’e ne de Yoldaşlığa bir faydam olur.”

“Biliyorum Patiayak, biliyorum.”

İkisinin de konuşmadığı birkaç saniye geçti. Zihni, düşüncelerden oluşan amansız bir fırtınanın içindeydi.  

“Sirius. O... O nasıl biri?”

Sirius boğazının düğümlendiğini hissetti. "Onunla sadece birkaç kez konuşma fırsatı yakalayabildim Aylak. Ama o... Çok iyi bir çocuk.” Kısa karşılaşmalarından, vaftiz oğluyla ilgili öğrendiği küçük şeyleri hızlı bir şekilde aklından geçirdi.

“Biraz kendini beğenmiş, ama bunda haklı bir tarafı var sanırım. Beauxbatons’ın en iyilerindenmiş - tüm derslerinde tozu dumana katıyormuş. Aynı zamanda tez cevap olması da cabası. Gördüğüm kadarıyla birazcık ağzı bozuk. Kimsenin onu anlamadığını düşünüp Fransızca küfrettiği zamanlar oluyor.”

Sirius kıkırdadı. Koridorlarda beraber geçirdikleri kısa anları düşünmek ve sınırlı Fransızca’sıyla gencin ettiği ağır küfürleri dinlemek bir anlamda eğlenceliydi. Özellikle, tepkilerinden bazıları Lily’e ürkütücü derecede benzediği gerçeği göz önüne alındığında...

“Bir sürü arkadaşı var. Hepsi de ona göz kulak oluyor. Harry’nin şampiyon olması durumuna karşı hazırladıkları bir eylem planı olduğuna eminim. İnsanları ondan uzakta tutmak konusunda korkutucu derecede etkililer. Özellikle de yanındaki kızlar.”

O iki kızın düşüncesi bile sırıtmasına sebep olmuştu. Kesinlikle doğruydu. Harry’nin arkadaşları türünün tek örneğiydi – gencin de bunun farkında olduğunu umut ediyordu.

Sirius arkadaşlığın değerini herkesten daha iyi bilirdi.

“Lily’le alakalı bir şeyler bulabildin mi?”

Bu sabah okuduğu gazeteyi düşünerek ofladı. “O lanet Skeeter sağ olsun, İngiltere’nin çoğu Harry'nin özel hayatını bilir hale geldi. Makale, Lily’nin sihir bakımından oldukça zayıf olduğundan ve geçimlerini iksir yapıp satarak sağladıklarından bahsetmiş – ama Beauxbatons’a başlamadan önceki hayatıyla ilgili pek bir şey yoktu. Net olarak bildiğim bir şey varsa, o da Harry'nin çok akıllı olduğu. Sorulara genel anlamda ve Skeeter’ı yatıştıracak ölçüde cevaplar vermiş.”

“Onun oğlundan daha azını bekleyemezdik değil mi? Sence Lily de gelecek mi?”

Ve asıl soru da buydu, değil mi? Lily oğluna destek olmak için İngiltere’ye gelecek miydi – ya da daha güvenli olduğu için Fransa’da mı kalacaktı?

Lily’nin, kendisi ve oğlu arasına bir şey girmesine izin vermeyeceğine inanmayı istiyordu. Ama aynı zamanda, son görüşmelerinin üzerinden o kadar uzun zaman geçmişti ki - kadını tanıdığını iddia etmek saçma olurdu. O zamanlar ve şu an arasında çok fazla yaşanmışlık vardı. İkisi de değişmişlerdi.

Uzun bir zaman boyunca Lily’nin neden ülkeden kaçtığını merak etmişti. Neden ona yardımcı olabilecekleri en yakın karargaha cisimlenmemişti? Bunlar, yüz yüze oturup sormadığı sürece tek başına hiçbir zaman cevaplayamayacağı sorulardı.

“Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum Aylak. Bizim tanıdığımız Lily saniyesinde burada olurdu, ama...”

“Evet.”

Aralarındaki sessizlik ağırlaştıkça ağırlaştı.

“O gelse de gelmese de, bizim şu anki önceliğimiz Harry. Güvende olması için elimizden geleni yapmalıyız. Turnuva olmasa da, yeterince tehlikede zaten. Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen Hogwarts’ta pusuya yatmışken, şu ana kadar bulunmamış olması bile bir mucize.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Remus.” Sirius ciddi bir bakış attı. “James’in kopyası gibi. Oradakilerin şimdiye kadar ikisi arasındaki bağlantıyı kurmamış olması oldukça ilginç.”

“Gerçekten mi?”  Arkadaşı bunu duymaktan garip bir şekilde memnun olmuş gibiydi, ama sözleri derin bir özlemle doluydu. Sirius bunu çok iyi anlayabiliyordu. Harry’le beraberken onu ‘James’ diye çağırmaktan kendini alıkoymak çok zor olmuştu. Bunu ağzından kaçırması durumunda, sonucun ikisi için de felaket olacağını bilmek bile dilini tutmasına yetmişti.

“Resmen on beş yıl geçti Sirius.”

Biliyorum – ve o yılların her bir saniyesini hissettim.



.


.

 

.

 

Neredeyse bir hafta geçmişti. Büyüyle bile, bütün bir yıl boyunca yaratıklarla ilgili görülen duruşmaları incelemek oldukça zahmetli olmuştu.

O zamanlarda insanlar – böyle bir şey mümkünse tabi - şimdikinden daha ön yargılıydı. Sihirli yaratıkların iki ateş arasında kaldığı pek çok vaka vardı. Ve tüm bunlar onu hasta ediyordu.

Huylarını gayet iyi bir şekilde tanıyan sınıf arkadaşları ondan yavaş yavaş uzaklaşmıştı. Böyle bir moda her girdiğinde onu kendi haline bırakırlar, rahatsız etmemeleri gerektiğini bilirlerdi. Ona yaklaşmaya cesaret eden kişilerden biri – yemek yemesi için sürükleyerek onu Büyük Salon'a götüren – Raina ve diğeri de şaşırtıcı bir şekilde Albert olmuştu.

Diğer genç yardım etmeyi teklif dahi etmemiş, sadece Hadrian’ın odasına girmiş ve onunla beraber kitaplara göz atmaya başlamıştı. Yanında gevezelik etmeyen, sağlam birisinin olması iyi hissettiriyordu.

Aynı zamanda diğeri, fikir verme konusunda da yardımcı oluyordu. Yeni birisiyle çalışmak güzeldi. Hadrian, en yakın arkadaşlarının zihinlerinin nasıl çalıştığını zaten biliyordu. Albert çoğu zaman onların grubunun dışında takıldığından, Hadrian onu yakından inceleme fırsatı pek bulamamıştı. Tamamen yeni bir bakış açısına sahip olmak iyi gelmişti.

Bu büyük ölçüde istifade ettiği bir durumdu.

Aynı zamanda ona da iyi geliyordu - çünkü Albert ona sık sık uyuması için hatırlatmada bulunuyordu. Hadrian kendisini öyle bir duruma sürüklemişti ki, hedefine daha hızlı ulaşabilmek için uyumayı bile es geçen bir hale gelmişti. Bu, yıllar içinde geliştirdiği korkunç bir özellikti.

Sonrasında her zaman normal uyku düzenine geri dönüyordu. Ancak düşünce ve mantık döngüsü, bu huzursuz zamanlara takılı kaldığı süre boyunca olumsuz bir şekilde etkileniyordu.

Şu anda da o durumlardan birini yaşıyor, oldukça yetersiz miktarda bir uykuyla araştırmasına devam etmeye çalışıyordu.

Onun için - özellikle bir şeyler bulmak üzere olduğunu hissettiği zamanlarda - araştırmasını yarıda kesmek çok zor oluyordu. Bu noktadan sonra Claire ya da Raina bile onu dinlenmesi için ikna edemezdi.

Durmasını söyleyen tüm yorgunluk belirtilerine rağmen, içinde artarak çoğalan ve onu ayakta tutan bir enerji vardı.

En sonunda aradığı cevaba ulaştığında, sarf ettiği bütün çabaya değmişti.

1296 yılında büyülü bir yaratık, bir büyücüye saldırmış ve onu tanınmayacak hale gelene kadar yaralamıştı. Yaratık yakalanmayacak kadar tehlikeli olduğu için de yargılanmaktan kurtulmuştu.

Hadrian, içgüdüsel bir şekilde Riddle’ın bahsettiği yaratığın bu olduğunu biliyordu.

Profesörü düşünmek, adamın ondan istediği şeyi tekrardan hatırlamasına yol açmıştı.  

“Cevaba ulaştığın zaman yanıma gel. Tepkini görmek zevkli olacak.”

Hadrian önündeki kitabı aniden kapattı. Bu hareketiyle biraz ilerisinde uyuklayan Albert’ın irkilmesine sebep olmuştu.

“ ‘adrian?” Genç olduğu yerde doğrulurken homurdandı. “Nereye gidiyorsun?” dedi Albert gözlerini ovuşturarak.

Hadrian onu susturdu. “Bir problem yok Albert. Sadece profesörlerden birini görmeye gitmem gerekiyor.”

“Ama saat neredeyse iki!”

“Bir şey olmaz.” Hadrian ceketini giydi ve diğerine hafif bir uyku büyüsü gönderdi. Odasından çıkarken göz ucuyla Albert’ın, yatağına doğru yığıldığını gördü.

Kendini uyanık tutmaya çalışarak hızlı bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. Çok geçmeden şatoya giden patikayı aşarak Hogwarts’a girmişti.

Saat gece yarısı yasağını çoktan geçmişti, ama bunu umursamadı. Riddle ondan, aradığı şeyi bulduğunda yanına gelmesini istemişti ve şu an Hadrian da tam olarak bunu yapıyordu.

Riddle’ın ofisinin, Savunma sınıfının hemen arkasında olduğunu bildiğinden o tarafa yöneldi.

Basamakları bitkin bir şekilde tırmanırken Riddle’ın ofisinden hala ışık geldiğini görünce gülümsedi.

Kapıyı tıklatarak sabırlı bir şekilde bekledi.

Bir süre sonra ofisin kapısı gıcırdayarak açıldı. Riddle kafası karışmış bir şekilde gözlerini kırpıştırdı. Bu esnada Hadrian da hiç zaman kaybetmeden adamın yanından geçmiş ve izin almadan ofise giriş yapmıştı.

Daha önce buraya hiç gelmemiş olduğundan meraklı bir şekilde etrafına bakındı.

“Bay Evans... Planlanmamış ziyaretinizin geçerli bir sebebi var mıydı?” Bu şekilde sormasına rağmen, Hadrian adamın sesindeki beklenti tonunu yakalayabilmişti.

Odayı incelemeyi bırakarak yüzünü diğerine çevirdi.

“Evet. İlk görevde bir mantikorla karşılaşacağım.”

 

Chapter 14: Bölüm On Dört

Chapter Text

Ne kadar da küstah...

Gencin bu kadar geç bir saatte, tüm sosyal nezaket kurallarını göz ardı etmiş bir şekilde odasına dalmasına gülse mi - yoksa hakarete uğramış gibi mi hissetse bilemiyordu. İnsanları bunun daha azı için öldürdüğü zamanlar olmuştu.

Evans, en az kendisi kadar ilginç olduğu için ve görevler daha başlamadan şampiyonlardan birinin ortadan kaybolması gibi bir durum şüpheli bulunacağı için şanslıydı.

Genel nezaket eksikliği bir yana, gencin neden burada olduğunu kapıyı açtığı anda anlamıştı. Diğerinin araştırmasını doğru tarafa yönlendirmesinin üzerinden birkaç gün geçmişti. O zamandan beri de doğru düzgün konuşma fırsatı bulamamışlardı.

Evans’ın burada, tam önünde olması tek bir anlama geliyor olabilirdi. Ancak yine de sormuştu. Çünkü bir yanı hala bu saygısızlık karşısında hafife alınmış gibi hissediyordu.

Şampiyonun dudaklarından dökülen ‘mantikor’ kelimesini duymak, plansız bir şekilde rahatsız edilmenin getirdiği izleri silmişti. Onun yerine, kendini belli eden derin bir tatmin duygusu göğsünde kendine yer edinmeye başlamıştı.  

Voldemort tek kelime etmeden ofisinin kapısını kapattı.

“Tebrikler, Bay Evans. Geçenlerde, mütevazi kütüphanemize bir baskın düzenlediğine dair bir duyum almıştım. Umarım kitaplar araştırmalarından sağ çıkabilmiştir.”

Gencin böyle bir şey yapacağını yapacağını düşünmüyordu. Evans’la tanışalı daha birkaç hafta olmasına rağmen, onun bilgi ve öğrenmeye karşı büyük bir saygı beslediğini biliyordu. Dokunduğu her kitaba gereken hürmeti göstereceğinden emindi. Normalde bunu sormaya zahmet dahi etmezdi, ama gencin şu anki görünüşü bir anlık şüpheye düşmesine sebep olmuştu.

Evans’ı bu kadar dağınık bir vaziyette görmek onun için şok edici olmuştu. Onun görmeye alıştığı öğrenci kusursuz derecede bakımlıydı. Duruşu dik, saçları düzgün, üniforması ütülü ve derli topluydu.

Ancak, şu an önünde duran versiyonunun önceki haliyle alakası dahi yoktu.

Koyu renkli saçları korkunç derecede dağılmıştı ve tutamlardan birkaçı alnına doğru dökülüyordu. Parlak gözlerinin altında koyu renkli halkalar oluşmaya başlamıştı. Üstündeki beyaz gömlek tamamen kırışmış ve üstten iki düğmesi açılmıştı. Ayrıca kravatının yerinde yeller esiyordu. Ceketinin yakalarından biri de havaya kalkmıştı. Bitkinliği duruşuna bile yansıyordu.

Tam anlamıyla dağılmış gözüküyordu.

Her halükarda Evans’ı bu halde görmenin büyüleyici bir tarafı olduğu kesindi.

Bunlara ek olarak öğrencide farklı bir şeyler daha vardı. Genci çevreleyen havada hissedilmesi zor, ama yine de orada olan küçük bir değişim...

Evans elini ona doğru salladı. Bu hareketinde her zamanki zarafetinden eser yoktu. “Her şeyi ilk aldığım haliyle iade edeceğim. Antik görünümlü kütüphaneciye bu yönde güvence verdim.”

Voldemort, her ne kadar doğru olsa da Madam Pince’in üstünkörü – ve kaba – bir şekilde yapılmış bu tasvirini duyduğunda gözlerini kırpıştırdı.

“Bunun hiçbir önemi yok. İlk görevde bir mantikorla karşılaşacağım.”

“Biraz önce de aynı şeyi söylemiştin.”

Kısılmış yeşil gözler, kitaplığından uzaklaşarak üzerine sabitlendi. “Bir mantikorla.” Son kelimeyi Voldemort’u eğlendiren bir şekilde vurguladı. “Büyücülük dünyasında var olan en tehlikeli yaratıklardan birinden - bilinen tüm tılsımlara karşı bağışıklığa ve dahilik düzeyinde bir zeka seviyesine sahip olan mantikorlardan bahsediyorum. İğnesi vücuduma girdiği anda öleceğim türden.”

Genç imalı bir şekilde kaşlarını havalandırdı. “Kim bir mantikorla dövüşmemin iyi bir fikir olacağını düşündü ki?”

Ben düşündüm. Gizli bir tatmin hissiyle düşündü. “Karanlık Lord diye tahmin ediyorum.”

Evans, gözlerini küstahça devirdi. Gencin ifadesi, unvanını her duyduğunda olduğu gibi küçümseyen bir ifadeye evrilmişti. Bu tepki her zaman ilgisini çekmişti. Bunu fark ettiği anda, Karanlık Lord kişiliğinden ne zaman laf açılsa genci gözlemlemek gibi bir huy edinmişti. Evans normalde ifadesini daha başarılı bir şekilde saklıyordu, ancak Voldemort diğerinin gözlerinde bu duygunun izlerini görebiliyordu.

Bir anlığına, Evans’ın ona bu derecede bir öfke hissetmesi için ne yapmış olabileceğini merak etti.

“Peki, o zaman ona gidip kendini becermesini söyleyebilirsiniz.”

Gencin sözleri her ne kadar onu hazırlıksız yakalasa da, Voldemort dikkatli bir şekilde nefesini tuttu. Diğer kişiliğinden bahsettiğinde gencin sözlerini esirgemediği doğruydu, ama daha öncesinde bu kadar açık bir şekilde hakaret ettiğini duymamıştı.

“Bunu yapmanın iyi bir şekilde sonuçlanacağından pek de emin değilim Bay Evans.”

Evans’ın nesi vardı?

Voldemort, davranışlarındaki bu keskin değişikliğin sebebini anlamaya çalışırken genci dikkatle inceledi.

Evans, onunla aynı fikri paylaştığını belirten bir şekilde hımladı. “Bu konuda haklısınız efendim. Ama cidden – bir mantikor mu? Bir büyücünün o yaratığı yenilgiye uğrattığı seferlerin sayısını bir elimle saymayı ilk denediğimde, kullanmadığım dört parmağım kalmıştı”

Bu doğruydu.

Mantikorları, bilinen tüm büyülere olan dayanıklılıkları sebebiyle - öldürmek şurada dursun etkisiz hale getirmek bile imkansız sayılabilecek bir derecede zordu.

Geçmişte bir mantikorun ölümüyle sonuçlanan bir olay, kaydedilmiş gerçek bir durum olmaktan ziyade efsane gibi bir şeydi. Antik Yunan zamanlarında yaşamış olan genç bir cadı, canavarı kandırmayı başarmış ve onu kalın bir buz kütlesinin altına hapsederek köşeye sıkıştırmıştı. Sonrasında mantikor bu sulu ölüm tuzağından kaçmayı becerememiş, kar kütlesinin altında oluşan akıntıda boğulmuştu.

Gencin bu hikayeyi doğrulayabilmesinin hiçbir yolu yoktu. Çünkü, daha öncesinde hiç kimse bunun doğru olup olmadığını test etmek gibi bir girişimde bulunmamıştı.

Voldemort, Evans kitaplığına doğru yürürken izledi. Ellerinden biri kitapların sırtlarına dokunacak kadar uzanmış, ama yüzeyine dokunmasına bir iki santimetre kaldığında durmuştu. “Gerçek bir örneğin olmayışı, o yaratığı alt etmenin imkansız olduğu anlamına gelmez.”

“Bir ejderhayla savaşmayı yeğlerdim. En azından kendimi daha güvende hissederdim.” Genç belli belirsiz bir hareketle omzunun üzerinden baktı. “Cinsinin ne olduğunu söyleyebilir misiniz? Bildiğinizi biliyorum.”

Voldemort içki dolabına dönerek kapağını açtı ve bir şişe viski almak için uzandı. Şişenin kapağını çevirerek açtıktan sonra iki bardak çıkardı. Gence, daha fazlasını söyleyip söylememek konusunda derin bir kararsızlık içerisindeydi.

Bardakların ikisine de üçer parmak kadar viski doldurdu.

“İğnesi vücuduna girdiği anda seni öldürmeyecek cinsten.” Söylediği tek şey bu olmuştu.

Evans bununla beraber sessizliğe gömüldü. Sonrasında sakin bir ifadeyle konuşmaya başlamıştı. “Harika.”  Gencin sesindeki acı dolu ton, ufak bir gülümsemenin yüzünde belirmesine sebep oldu. Yüzünü tekrar ona döndürdüğünde, bu ifadesi kaybolmuştu gerçi - orası ayrı.

Evans’ın içkiyi kabul edip etmeyeceğinden emin olamayarak bardağı ona doğru uzattı. Onun hakkında bildiği bir şey varsa o da, her duruma temkinli yaklaştığı ve kendine güvenen bir karaktere sahip olduğuydu. Oldukça ilginç bir çelişkiydi. Başkalarına şüpheyle yaklaşacak kadar dikkatliydi, ama küstahlığa varacak kadar özgüvenli davrandığı zamanlar oluyordu.

Voldemort’u şaşırtan bir şekilde, Evans ona doğru adımladı ve tereddüt etmeden uzattığı bardağı aldı. Genç, imalı bakışlarla kehribar renkli sıvıyı inceledi. “Lütfen, bunu zehirlediğinizi ve rekabet etmeme gerek kalmayacağını söyleyin.”

Bu yorum, yüzünde ufak bir gülümseme oluşmasına sebep olmuştu. “Kendi yeteneklerine, daha turnuva başlamadan ölmeyi tercih edecek kadar az mı güveniyorsun?”

Evans’ın gözleri, ağır bir şekilde önündeki sıvıdan ona döndü. Bakışları her zamanki gibi yoğundu. “Kendi yeteneklerimin tamamen farkındayım efendim. Bunun doğal bir sonucu olarak, sınırlarımın da neler olduğunun farkındayım. Bir mantikorla dövüşürsem, hayatta kalabilirim – ama kalamama olasılığım da mevcut.”

Öğrencisi ondan uzaklaştı ve ofiste dolaşmaya başladı - bakışları odaklanamayan bir ifadeye bürünmüştü. “Her şey - onunla nerede savaştığıma, etrafımdaki ortamın özelliklerine ve ne kadar çabuk tepki verebileceğime bağlı. İğnesinin beni hemen öldürmeyeceğini söylemiştiniz, ama bu mantikorun zehirli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Üzerimde bazı... ilginç etkileri olacağını tahmin ediyorum.”

Evans, yüzüne rahatça bakabilmek için geriye doğru adımladı. “Hızlıyım, dayanıklılığım yüksek ve stratejik bir zihne sahibim. Ancak mantikor, benden hala her anlamda daha üstün. Bir mantikoru yenebilmemin en iyi – ve belki de tek – yolu, çevremi kendi yararıma kullanabilmem. Dövüş uzadıkça hata yapma ve darbe alma ihtimalimin artacağından bahsetmiyorum bile.”

İçkisinden bir yudum alırken yeşil gözler üzerine sabitlendi. “Zehirli bir yaratıkla savaşmanın bana pek de çekici geldiğini söyleyemeyeceğim. Yeteneklerime güveniyorum efendim. Beni endişelendiren nokta bunun dışındaki her şey. O yüzden –“ diyerek sırıttı genç. Yüzüne yayılan gülümsemeyle ifadesi yumuşak bir şeye evrilmişti. “Tekrar soruyorum. Mantikor zehirli mi, değil mi?”

Voldemort başını hayır anlamında iki yana salladı. Evans’ın bu panikleyen tavrı onu oldukça eğlendirmişti. Bu konuyu imalarla uzatmak yerine direkt söylemek en iyisiydi.

İkisi de içkilerini yudumladı. Bir iki dakikalığına dostça bir sessizlik içerisinde oldukları yerde beklediler. Voldemort, gencin önceki karşılaşmalarından daha tanıdık bir ortamda olan görüntüsünü – her ne kadar darmadağınık olsa da – dikkatli bir şekilde izledi.

 “O da ne?”

Gözlerini kırpıştırdı ve şöminenin yakınlarında bir yeri işaret eden Evans’ın çenesinin ufak hareketini takip etti.

“Nagini olmalı.”

Evans boş bir ifadeyle, titreşen alevlerin önünde kendinden memnun bir şekilde kıvrılmış olan evcil hayvanını izledi. Gencin yüzündeki ifade, yılanın varlığı hakkındaki düşüncelerine dair en ufak bir şey söylemiyordu. Ofise girdiğinden beri takındığı küstah tavır düşünüldüğünde, onu bu şekilde görmek bir tık şaşırtıcı olmuştu.

Voldemort yılanın alevlerin aydınlığında parıldayan muhteşem vücuduna bakmaya devam ederken genci gözlemledi. “Dişi mi?” Başını onaylayan bir şekilde bir kez salladığında Evans mırıldandı. “Çok güzel bir hayvan olmasına rağmen, çocuklarla dolu bir okulda bu kadar tehlikeli bir türün özgürce dolaşmasına izin verildiğine şaşırdığımı söylemeliyim. Saldırır diye korkmuyor musunuz?”  

“Nagini, Karanlık Lord’dan doğrudan gelen bir emre asla itaatsizlik etmez.”

Genç olduğu yerde hafifçe sallandı. “O Karanlık Lord’a mı ait? O zaman neden sizinle birlikte?”

İçeceğinden bir yudum daha aldıktan sonra sırıttı. “Karanlık Lord’un normalde konakladığı yer olan zindanlar Nagini için fazla soğuk. Daha sıcak olduğundan üst katlarda kalmaktan daha çok hoşlanıyor. Akşamları odası sıcak olan profesörlerden birinin yanında kalıyor olması, burada sık karşılaşılan bir durum. Bu gece de bana katılmaya karar vermiş anlaşılan.”

“Kimsenin Nagini’yi inciteceğini düşünmediğine göre Karanlık Lord’un çevresindekilere güveni tam olmalı.”

“Bunun güvenle alakası yok Bay Evans,” dedi mırıldanan bir tonla. “Hiç kimse ona saldıracak kadar aptal değil. Çünkü, ona saldırmaları halinde alacakları cezanın hızlı ve ölümcül olacağını gayet farkındalar. Karanlık Lord bağışlamayı seven bir adam değil.”

Bu sözleri, gencin gözlerinde karanlık bir şeylerin hareketlenmesine sebep olmuştu. “Hayır, öyle olabileceği aklımın ucundan bile geçmedi zaten.”   

Ne kadar da ilginç.

“Karanlık Lord’dan pek hazzetmiyor gibisin.”

Bu kadar açık bir şekilde ona yöneltilen soru karşısında panik ya da rahatsızlık duymak yerine Evans omuzlarını silkmekle yetindi. “Hakkında sabit bir fikir oluşturacak kadar onu tanımıyorum.”

Gelişmekte olan bir politikacı. Çok hoş...

“Ancak anladığım kadarıyla politikalarından bazılarına katılmıyorsun.”

“İngiltere’de yaşamıyorum profesör. Hükümdarlığı süresince elinde tuttuğu gücü gerçek anlamda görme fırsatını henüz elde edemedim. Doğal olarak, ufak tefek bir şeyler keşfettim – ama kararımı şimdilik gizli tutuyorum.”

İşte orada... Evans’ın gözleri sola doğru hafifçe hareketlenmişti. Dikkatli bir şekilde izlemiyor olsa, yakalanması neredeyse imkansız olan kısacık bir andı. Genç yalan söylüyordu. Evans ona dair görüşünü çoktan oluşturmuştu, ama bunu dile getirmekten kaçındığı belliydi.

Bu da Evans’ın, onun katılmayacağını düşündüğü bir görüşe sahip olduğu anlamına geliyordu. İlgisinin gitgide arttığını hissedebiliyordu. Gencin, ülkede yaptığı değişiklikler hakkında tam anlamıyla ne düşündüğünü bilmeyi çok isterdi. "Karanlık Lord'un, seni bu derecede rahatsız eden hareketi ne?

“Rahatsız hissetmekle ilgili bir şey söylemedim efendim.”

“Ancak her ikimizde, bir şeylerden hoşnut olmadığının farkındayız. Senin de biraz önce belirttiğin gibi, İngiltere’de yaşamıyorsun. Belki de burasıyla ilgili edindiğin bilgiler... En basit anlamda - yanlış bir şekilde ifade edilmiştir. Bu da sonuç olarak sende, burası hakkında yanlış bir izlenim uyandırmış olabilir.” O güzel yeşil gözler sert bir ifadeye bürünüp öfkeyle parlamaya başladığında, bunun söylenmesi oldukça yanlış bir şey olduğunu fark etmişti.

“Bu yanlış anlaşılmaların üstesinden kolayca gelebileceğinizi zannediyorsunuz o zaman? Beni aptal yerine koyduğunuzu mu düşünüyorsunuz profesör? Sarf ettiğiniz süslü kelimelerin ardını göremeyeceğimi ve sözlerinizin öylece düşüncelerimi etkilemesine izin vereceğimi mi sanıyorsunuz?”

“Niyetim bu şekilde bir imada bulunmak değildi Bay Evans. Algılama ve gözlem yeteneklerinden şüphelendiğime yönelik bir izlenim verdiysem özür dilerim. Sadece, konuştuğun kişilerden bazılarının verdiği bilgilerin düşündüğün kadar tarafsız olmayabileceğini ifade etmek istemiştim.”

Gencin ona inanmadığını görebiliyordu, ama biraz olsun sakinleşmişti. “Merak ettiğin konularda, gerçekten bilgi sahibi olan biriyle konuşmayı istemez miydin?”

“Pek değil.”

Voldemort, kurnaz bakışlarla arkasına yaslandı. “İlk konuşmamızdan muggle-doğumluların ayrıştırılmasıyla ilgili bir şeylerden bahsettiğini hatırlıyorum. Bu konuda bazı endişelerin var gibiydi.”

Gencin gözleri meydan okurcasına bakışlarıyla buluştuğunda, karın bölgesinde biriken sıcaklığı hissedebiliyordu. Biri ona bu kadar hararetli bir şekilde bakmayalı çok uzun zaman olmuştu. “Bir jenerasyonun neredeyse tamamının çocukken ailelerinden kaçırılıp safkanlar için basit üreme araçları olarak yetiştirilmesiyle alakalı bir sorunum var evet.”

Üreme araçları mı? Bence yanlış anladınız Bay Evans. Muggle-doğumlular, okulda öğrenme konusunda güçlük yaşamamaları ve daha iyi hazırlanabilmeleri için küçük yaşlarda büyücülük dünyasına kazandırılıyorlar. Benim zamanımda, Hogwarts davet mektubunu alan muggle-doğumlular kaybolmuş kuzulardan farksız olurlardı. Bazılarının bizim toplumumuzda sıradan olan fikir ve kavramlara alışması o kadar uzun sürerdi ki, yıllarını aldığı durumlar bile olurdu.”

“Yani, bu muggle-doğumluların ileride safkan çocuklara sahip olduğunu varsayarsak - kendi bağnazlıkları yüzünden yok olmak üzere olan aileleri kurtardıkları gerçeğini, öylesine bir fayda olarak değerlendirmemiz gerektiğini mi söylüyorsunuz?”

Gülümsemesi sözleri kadar keskindi. “Şanslı bir tesadüf desek daha doğru olur.”

Evans, hafiften alaylı bir tonla konuştu. “Fikirlerimi oluşturan soru işaretlerini kaldırmak için hiçbir şey yapmıyorsunuz profesör. Şimdiye kadar yaptığınız tek şey ön yargılarımın haklılığını kanıtlamak oldu.”

“Pekala o zaman, bir de şu şekilde düşün. Muggle dünyası her geçen gün sahip olduğu teknolojilerin üzerine yeni bir şeyler ekleyerek gelişmeye devam ediyor. En nihayetinde, onlar tarafından keşfedileceğimize inanıyorum. Bu, bir çocuğun başkalarının yanında kazara büyü yapması ya da bizden birinin sevdiklerini tehlikelerden koruyabilmek için büyü yaparken yakalanmasıyla şimdi bile gerçekleşme ihtimali olan bir durum. Muggle’lar bizim neyin nesi olduğumuzu anlamaya çalışırken, varlığımızın bilinmesi dünya çapında hissedilen kitlesel bir paniğin baş göstermesine sebep olurdu.”

Evans biraz daha sakinleşti, siniri onu terk etmiş gibiydi.

“Bunu, büyücü avı ve iki grup arasında yaşanabilecek olan çatışmaların takip etmesi neredeyse kaçınılmaz bir durum. Muggle’ların anlayamadıkları şeyleri yok etme konusunda dosyalarının kabarık olduğunu hepimiz biliyoruz. Kavrayamadıkları şeyi parçalara ayırmak onların doğasında var. Bunların talihsiz bir sonucu olarak, binlerce cadı ve büyücü onların pençesine düşme ve cahillikleri yüzünden acı çekme tehlikesi altında olurlardı.”

Voldemort ellerini hafifçe iki yana açtı. “Bu açıdan bakıldığında, muggle-doğumluları kazara büyü yapma gibi bir durum ortaya çıkmadan önce büyücü ailelerin yanına yerleştirmek - dünyamızın keşfedilmesi ve geçim kaynaklarımızın ele geçirilmesi ihtimalini inanılmaz ölçüde azaltıyor. Yani bunu, bir uygarlığın tamamını bu tür zararlardan koruyabilmek için alınmış bir önlem olarak değerlendirmen daha iyi olur. Bu tür bir hareketin arkasındaki mantığı göremiyor musun?”

“Varsayımsal temellere dayanarak insanlığın tamamını genelliyorsunuz. Bildiğim tek bir şey var, o da insanların olaylara bazen kendilerinden en az beklenilen ya da hiç beklenmeyen bir şekilde tepki gösterdiği gerçeğidir.”

“Ayrıca doğalarını yeterince iyi bir şekilde değerlendirebilirseniz, tam anlamıyla tahmin edilebilir bir istikamette tepki verdiklerine de tanık olabilirsiniz. Özellikle de muggle’larla olan geçmişimizin onlarla etkileşim kurmamızı teşvik etmediğini göz önüne aldığımızda.”

Geçmişimizinbugünümüz olması konusunda ve devam eden dayatmalar düşünüldüğünde bu iddialarınızda haklı olabilirsiniz efendim.”

İkisi de, diğerinin ikna edilemeyeceğini anladığında duraksadı. Voldemort her ne kadar Evans’ın, söylediklerini anlamamakta ısrar etmesi konusunda hayal kırıklığına uğrasa da – böyle bir konuda onunla tartışmayı tek bir kelimeyle canlandırıcı bulmuştu.

Karşısında, ona meydan okumaya cüret eden birisini bulmayalı uzun süre olmuştu. Şu an görüntüsü Karanlık Lord kişiliğindeki görüntüsü olmasa dahi - ilgisini çeken asıl şey, gencin onunla zıtlaşmakta hiçbir sorun yaşamıyor olduğu fikriydi.

Evans gelinceye dek, karşı çıkılmayı ne kadar özlediğini dahi fark edememişti. Gençti ve bazen görgüden yoksun hareketler sergiliyordu – ama zamanla Voldemort onun oynamaya değer birisi haline geleceğini görebiliyordu.

“Belki de böylesine hassas bir konuşmayı saat gece yarısını geçmemişken yapmamız daha iyi olurdu ha?” Bu, iki tarafın da kendi fikirlerinden feragat etmeksizin bir sohbeti sonlandırmasının olabilecek en zarif yoluydu. Evans, başını sert bir ifadeyle sallarken gözlerini kırpıştırdı ve içeceğinden geri kalanı tek bir yudumda bitirdi.

Genç boğazını yakan sıvıyla hafifçe yüzünü buruştururken boş bardağı koyabileceği en yakın yüzeye bıraktı. “Katılıyorum efendim. Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın. Ben –“ Evans bakışlarını yere çevirdi, yanakları utançtan pembeleşmeye başlamıştı. “Son birkaç gündür doğru düzgün uyuyamadım.”

Voldemort belli belirsiz bir şekilde kaşlarını çattı. Sonunda onu en başından beri rahatsız eden ‘gencin neyi olduğu sorusu’ cevabını bulmuştu. Gözlerinin altındaki halkaları, omuzlarının çöküklüğünü ve gencin elinde olmaksızın sergilediği patavatsızlığı tabi ki de fark etmişti. Ama şimdiye dek neden olduğunu net bir şekilde anlayamamıştı.

Evans tam anlamıyla yorgunluktan tükenmişti.

“Demek istediğim, uyudum – ama sadece kısa zaman periyotları içindi ve vücudumun dinlenmesine yetecek kadar kaliteli bir uyku değildi. İster istemez bu durum tavırlarımı etkiliyor. Özür dilerim.”

“Uykusuzluk hastalığından mı muzdaripsiniz Bay Evans?”

Parlak gözler ona döndü. “Ne – Hayır. Pek sayılmaz. Sadece, tamamlamam gereken bir şeyler olduğunda uyumakta güçlük çekiyorum.”

Gencin eli, diğer elindeki bilekliğe uzanarak istemsizce ovuşturdu. Voldemort bakışlarını, soluk renkli parmakların Çatalyazıyla yazılmış rünlerin üzerindeki hareketini takip etmek için aşağıya indirdi. Evans, yaptıklarının farkında bile değilmiş gibiydi.

“Verdiğiniz ipucunu araştırmayı bitirmem gerekiyordu.” Derin bir nefes alarak devam etti. “Bu durum beni rahatsız ediyor, geceleri uyumamı imkansız bir hale getiriyordu. Uykuya dalmayı bile göze alamazdım. Çünkü öyle ya da böyle, bir şekilde cevaba ulaşmam gerekiyordu.”

Ah. Aynı sorunu gençliğinde kendisi de yaşamış olduğundan, onu çok iyi anlayabiliyordu. "Bu, oldukça anlaşılabilir bir durum Bay Evans. Bizim gibi insanlar için bazen - özellikle de bir an önce bitirmemiz gerektiğini düşündüğümüz bir şey olduğunda - zihnimizi başka bir tarafa yönlendirmek güç olabilir."

“Aslında şimdiye kadar fark etmeliydim,” dedi Evans yorgun bir ifadeyle gülümseyerek. İfadesi tuhaf bir şekilde samimiydi. “Uyuyamadığım zamanlarda biraz –“ Belli belirsiz bir şekilde eliyle kendisini işaret etti. Her nasılsa bu hareket içinde olduğu durumu mükemmel bir şekilde açıklamıştı.

“İşaretleri daha öncesinde görebilmeliydim,” dedi Riddle. Bunu anlayamamış olmak onu biraz utandırmıştı. Özellikle de, Evans’ın konuşmasının sohbet boyunca takip edilmesi zor bir hale geldiği düşünüldüğünde...

“Böyle bir şeyi bilemezdiniz.” 

“Konuşmamız boyunca Fransızca ve İngilizce arasında gidip geldiniz Bay Evans.”

Evans'ın yüzü yine pembeleşti. Tanık olması hoş bir ifadeydi bu. Genç utanmış bir şekilde boğazını temizledi. “Öyle mi?” Utandığı an, çevresindeki diğer gençlerden farksız bir görüntü sergiliyordu. Voldemort, tavırlarındaki bu kaymadan garip bir şekilde zevk alıyordu.

“Bana katlandığınız için teşekkür ederim profesör. Geç oldu, artık arabaya dönsem iyi olacak.”

“Saçmalama,” dedi, ellerinden birini gencin omzuna yerleştirerek. “Şatoda kaybolmadan yolunu bulabilecek bir durumda değilsin. Buraya tek parça halinde gelmiş olman bile bir mucize. Buna ek olarak birine yakalanırsan, gece yarısından sonra dışarı çıkma yasağını deldiğin için cezalandırılacağın gerçeği var tabi.”

Ofisin uzak köşesinde duran bir kapıyı işaret etti. “Ofisin arkasında, dinlenebileceğin bir yatak odası var. Sabah olduğunda, devriyelerden birisine rastlama riskine girmeden arabana geri dönebilirsin.”

Genç güldü, yüzüne alaycı bir ifade hakim olmuştu. “Beni yatağa mı atmaya çalışıyorsunuz efendim?" Cümlesini tamamlamasıyla çenesini kapatması bir olmuştu. Zorlukla gizlenmiş bir dehşet ifadesi yüzüne yayıldığında gözlerini yumdu.

Voldemort, bu uygunsuz şaka karşısında kıkırdamasını engelleyememişti. Evans, başlangıçta düşündüğünden daha da bitkin olmalıydı. Gencin sohbet boyunca hızlı bir şekilde yaptığı yorumlar, zihninin yeterince uyanık olduğuna inanmasına sebep olmuştu.

“Bu taraftan Bay Evans.”

Kapıyı açarak genci odaya yönlendirdi ve etrafı incelemesine izin vermek için geri çekildi. Odası sade bir şekilde dekore edilmişti. Ancak yatağı yüksek bir kaliteye sahipti. Bu yüzden diğerinin beğeneceğinden şüphesi yoktu.

Evans yatağa oturdu ve bakışlarını sessizce ona yöneltti. “Teşekkür ederim profesör.” Bir şey değil anlamında hafifçe başını salladı. “Tatlı rüyalar Bay Evans.”

Küçük bir gülümseme – genci tanımasa bunun utangaç bir gülümseme olduğunu söyleyecekti – Evans’ın yüzünü süsledi. “Hadrian’ı tercih ederim efendim.”

Bu, hevesli bir şekilde kullanacağı kayda değer bir izindi. “O zaman, tatlı rüyalar Hadrian.” Diğeri, o kapıyı kapatana kadar uzanmak için harekete geçmemişti.

Voldemort döndü ve çalışma masasına doğru yürürken derin bir nefes aldı. Şöminenin yanından geçerken Nagini başını kaldırmış, gözlerini tembelce kırpıştırarak onu izlemeye başlamıştı.

“Yatağında bir çocuk var.” Nagini ipeksi ve tanıdık bir sesle tısladıktan sonra peşinden süründü. Voldemort, dalgın bir ifadeyle yılanı tırmanabilsin diye elini uzattı.

“Varsa ne olmuş. Ona dokunma sakın.” Evans’ın – Hadrian’ın – onu duymasından endişe etmiyordu. Ofisinin etrafındaki bariyerler herhangi bir sesin dışarı çıkmasını engelliyor, Evans’ın kaldığı yatak odasına giden sesleri bütünüyle kesiyordu.

Nagini devasa vücuduyla ona dolanırken gülercesine kulağına doğru tısladı. “Oldukça güzel bir genç. İçeri girmesine ve seninle küstahça konuşmasına izin verdin. Şimdi de yatağında uyumasına müsaade ediyorsun.”

Bir elini sevgiyle pürüzsüz pulların üzerinde gezdirirken diğerinin imalarıyla dudağının kıvrılmaya başladığını hissedebiliyordu. Nagini’yle yaptığı sohbetlerden her zaman zevk almış, onu çoğu insandan daha merak uyandırıcı bulmuştu. “İlgimi çekiyor.”

“Ondan hoşlanıyorsun,” dedi, çatallı dilini yanağına hafifçe temas ettirerek. “Peki neden onu işaretlemiyorsun?”

Karanlık İşaret’in Hadrian’ın kolunu süslüyor olduğunu düşünmek bile baş döndürücüydü. İşaretlendiği anda gencin yüzünde belirecek acı ifadesinin hayali ise ondan çok daha iyi... Kendi gücü açısından düşündüğünde, aralarında Hadrian gibi yetenekli birisinin olmasından faydalanabilirdi. “Bu ihtimali değerlendiriyorum. Ancak bu gibi şeyler zaman alır tatlım.”

“Neden ki? Onu istiyor musun? – İstiyorsun. Güçlüsün, o zaman al onu.”

Nagini’nin bunu basit bir şeymiş gibi anlattığını duyunca gülümsedi. Hadrian’ı kendi tarafında istiyorsa, bunun ciddi miktarda manipülasyon gerektireceğini biliyordu. Gencin ona düşmanca olarak nitelendirilebilecek – fırsat bulduğunda bunun hakkında daha derinlemesine bir araştırma yapacaktı – duygular beslediğinin farkındaydı. Buna ek olarak Hadrian'ın, kendi fikirleriyle zıtlaşıyormuş gibi görünen bazı inançlara sahip olması da cabasıydı.

Aynı zamanda, bitkin olmasına rağmen kendisi için yerleştirilmiş tuzakları fark edebilecek kadar zekiydi. Onu elde edebilmek ve oyunu daha başlamadan kaybetmemek için normalde olduğundan çok daha kurnaz davranmalıydı.

Dikkatini önündeki dosyaya çevirdiğinde, göz bebekleri kızıla boyandı. Dosyanın kapağını açarak okumaya başladı. Galiana Kaiser’in ona bakan yüzünü görmezden gelerek elindeki dosyayı bıraktı ve ikinci dosyaya doğru uzandı.

Hadrian Evans.

Bu heyecan verici olacaktı.

 

.

 

.

 

.

 

Hadrian'ı öldürecekti.

Onunla işi bittiğinde annesi bile onu tanıyamayacaktı.

Ortadan kaybolmayı seçtiği gün, tüm günler arasından tabi ki de bugün olmalıydı.

Raina, Hogwarts’ın boş koridorlarını adımladı. Normalde sakin olan yüzünü derin bir somurtma ifadesi bürümüştü. Öğle vaktiydi ve öğrencilerin çoğu bu saatlerde öğle yemeği yemek için Büyük Salon’da olurlardı. Şu an Raina’nın da orada olması gerekiyordu, ama bunun yerine gecenin ikisinde etrafta dolanmayı mükemmel bir fikir sanan asi şampiyonlarını bulmakla görevlendirilmişti.

Asasına bakarak ona gösterdiği yolu takip etti. Zihni intikam planlarıyla dolup taşıyordu.

Albert, Hadrian’ın saçma sapan çalışma alışkanlıklarından dolayı uykusuz bir vaziyette ‘profesörlerden birini’ görmeye gittiğini söylediğinden beri Madam Maxime telaş içindeydi. Gencin nereye gittiği hakkında en ufak bir fikirleri yoktu.

Yaptıkları Dört Nokta (Göster Beni) büyülerinin hiçbir işe yaramayışı her şeyi daha da kötü bir hale sokmuştu. En azından beş dakika öncesine kadar bu durum böyle olmuştu.

Onu öldürecekti.

Raina köşeyi döndü ve Hadrian’ın kendinden birkaç metre ileride olduğunu görünce aniden durdu.

Ona baştan aşağı bakma fırsatı bulduğunda yüzünü dehşetle karışık bir şok ifadesi kapladı. Hadrian’ı daha öncesinde hiç bu kadar dağılmış bir vaziyette görmemişti. Okul yılının çoğunu beraber geçirdiklerinden, bir aşamadan sonra düzensiz tarafına bir kez olsun rastlamış olması beklenirdi. Ama Hadrian, rahat göründüğü zamanlarda bile daima kusursuz ve derli toplu bir şekilde giyinirdi.

O anlarda da en fazla kravatsız ve ceketsiz bir halde olurdu.

“Neredeydin sen?!”

Hadrian, kızın öfke patlamasından uzaklaşmaya çalışırken yüzünü buruşturdu. “Önemli bir yerde değildim. Niye sordun ki?”

Raina inanamayan bir ifadeyle güldü, ancak öfkesi diğerinin kafa karışıklığında samimi olduğunu anladığında tekrardan harlanmıştı. “Niy- Niye mi? Tanrı aşkına! Günün neredeyse tamamında ortalarda yoktun! Seni hiçbir yerde bulamadık! Bulmaya çalışanlar da korkudan aklını yitirmek üzereydi!”

“Ah,” dedi biraz da olsa suçluluk hissettiğini belirten bir kıpırdanmayla. “Araştırma yapıyordum.”

“Tüm gün mü?”

Hadrian, hızlı bir hareketle tempus yaparken kaşlarını çattı. Saati ifade eden parlak rakamlar ikisinin arasında belirdiğinde, gencin yeşil gözleri apaçık bir şaşkınlıkla büyüdü.

“Siktir. Saatin bu kadar geç olduğunu fark etmemiştim. Kaç dersi kaçırdım?”

“Dersler için mi endişeleniyorsun?” dedi tıslayarak. Bu esnada da gözleri gencin bu perişan halini taramaya başlamıştı. Acaba buraya gelmeden önce ne yapıyordu? Görüntüsü biraz önce uyanmış gibiydi.

“Evet?” dedi, belirsizlikle dolu bir tonla.

Raina yumruklarını sıktı. “Bu sabah Bakan’la olan toplantını kaçırdın. Biz seni ararken Madam Maxime onu oyaladığı için kendini şanslı saymalısın. Hadi acele et – böylece ikisine de neyin toplantıya gelmekten daha önemli olduğunu açıklayabilirsin.”   

Hadrian’ın çenesi hafifçe kasıldı. Bu hareketi, kendisi hakkında hüsrana uğradığını ima eden tek işaretti. Bunu görmek biraz olsun öfkesini bastırmıştı. Raina gencin bileğini kavradı ve hızlı adımlarla arabaya doğru yürümeye başladılar.

Yan yana yürürken Raina diğerinin giysilerini düzeltmeye başlamış, basit bir tılsımla üniformasını kırışıklıklardan kurtarmıştı. Sonrasında gencin vücuduna iyi niyetli bir temizleme büyüsü yollamış ve diğerinin gözlerini devirmesine sebep olmuştu.

Arabaya ulaştıklarında Hadrian, biraz önceki dağılmış halinden katbekat daha iyi görünüyordu. Kravatı hala kayıptı, ama en azından artık yürüyen bir cesede benzemiyordu.

İçeri girdiklerinde oturma odasında oyalanan sınıf arkadaşları onlara baktı. Raina’nın, Hadrian’ı koridor boyunca çekiştirmesini izlerken yüzlerine bıkkın - ama eğlenen - bir ifade yerleşmişti.

Raina kapıyı çalmadan önce eteğini ve saçlarını düzeltti. Hadrian kıza doğru eğilerek kulağına fısıldadı. “Endişelenme, her zamanki gibi ortalama bir görünüşe sahipsin.” Dirseğini gencin karnına geçirdiğinde duyduğu yumuşak tonlu rahatsızlık homurtusu, kendinden son derece memnun hissetmesine sebep olmuştu.

Madam Maxime’in ofisinin kapısı açıldı ve uzun boylu müdireleri boş bir ifadeyle onlara baktı. Raina ve Hadrian saygıyla başlarını eğdi. Kadının yaptığı tek şey, hiçbir şey söylemeden kapıyı ardına kadar açmak olmuştu. Raina, Hadrian’ın müdirelerinin ondan hoşnutsuz olduğunu anladığının farkındaydı.

Ofise girdiklerinde, sol taraftaki sandalyelerden birinde oturan Bakan Lécuyer’in gülümseyen yüzüyle karşılanmışlardı. Raina kadına gülümseyerek karşılık verdi ve bir kez daha Bakan’ın önünde saygılı bir biçimde başlarını eğdiler.

Lécuyer ayağa kalkarak yanlarına doğru yürüdü. Bir yandan da gözleri eğlenen bir ifadeyle Hadrian’ı tarıyordu. “Gece geç yattınız herhalde Bay Evans?”

Hadrian, Raina’nın onu bulduğu zamandan çok daha aklı başındaymış gibi görünüyordu. Yaramaz bir ifadeyle kadına gülümsedi. “Sırlarımı ifşa edemem sayın Bakan.”

Lécuyer parlak bir ifadeyle güldü. Hadrian her zamanki gibi onu büyülemeyi başarmıştı.

“Pekala, artık burada olduğuna göre toplantımıza başlayabiliriz.” Lécuyer’in sesinde azarlamaya dair en ufak bir ton olmamasına rağmen, Hadrian öyleymiş gibi hissederek başını eğdi ve masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturmak için hareketlendi.

“Çıkmamı ister misiniz Bakanım?” Raina, kapıya doğru adımlamaya hazırlanırken kibarca sordu. Lécuyer onu dikkatlice inceledikten sonra hayır anlamında başını salladı.

“Kalabilirsin Raina. Devlet sırlarını ya da gizli bilgileri tartışmıyoruz. Ayrıca babanla birbirimizi yıllardır tanıyoruz.”

Raina memnun olsa da belli etmemeye çalışarak Hadrian’ın yanına oturdu. Gencin yüzündeki eğlenmiş ifade ona, ne hissettiğini bildiğini söylüyordu. Raina gözlerini uyarırcasına kıstı.

Bakan Lécuyer ve Madam Maxime, iki gencin karşısına oturdu. Müdirelerinin dudakları hala gergindi. Kadının, sırf Lécuyer'ın içinde oldukları durumu umursamadığını gördüğü için tepkisiz kaldığı açıktı.

“Şimdi,” diye konuşmaya başladı Lécuyer. Kadının gözleri Hadrian’ın üzerine sabitlenmişti. “İki gün içinde, konsey üyelerinden oluşan bir grup İngiltere’ye gelecek. Onları karşıladığım zaman senin de orada olmanı bekliyorum. İlk görev için sana şans dilemek istiyorlar.”

Hadrian onaylayan bir ifadeyle başını eğdi.

“Mükemmel, annen de onların arasında olacak.”

Yanında duran Hadrian şaşkınlık içinde irkildi. “Annem... İngiltere’ye mi geliyor?”

Raina, gencin şaşkın tavrının nedenini merak ederek gözünün ucuyla tepkilerini izledi. Annesinin onu desteklemek için buraya gelmeyeceğini gerçekten düşünmüş olabilir miydi?

Lécuyer ona eğlenen bir gülümseme yolladı. “Tabi ki de Bay Evans. Bu durum, önceki turnuvalarda da olan normal bir süreç. Şampiyonlara aileleriyle zaman geçirme fırsatı veriliyor. Hassas durumlarda –“  

“Ölmem gibi hassas bir durumda, evet anlıyorum.” Hadrian sol eline bakarak kaşlarını çattı, yüzü düşünceliydi. Annesinin İngiltere’ye geleceği düşüncesi hala kafasını karıştırıyor – ek olarak ilginç bir şekilde onu endişelendiriyor ve canını sıkıyor – gibiydi. Raina ise tam tersine, Hadrian’ın annesiyle tanışmayı dört gözle bekliyordu.

Daha öncesinde, akademide düzenlenen etkinliklerde koyu saçlı güzel kadınla – Hadrian’ın dış görünüşünü kimden aldığı çok belliydi – karşılaşmıştı. Ancak onunla konuşma fırsatını yakalayamamıştı.

Hadrian annesi hakkında sık sık konuşmazdı, ama ondan bahsettiği zamanlarda da bakışları sevgi ve hayranlıkla parıldardı. Raina, yanındaki gencin bu tarz bir ifade göstermesini sağlayan birisinin inanılmaz bir kişiliğe sahip olacağından emindi.

“İki gün mü dediniz?” Bakan ona gülümsedi.

“Evet. Seni erkenden almam gerekecek. Görüşmeler bitinceye kadar bir yerlere kaybolmak yok tamam mı?”  

Hadrian kadına sırıttı, ama bu ifadesi çok geçmeden kaybolmuştu. “Bu arada sayın Bakan, ilk görevin ne olduğunu buldum.”

Ortamdaki ilgi seviyesi bir anda artarken üçü de oturdukları yerde dikleştiler. “Görev hakkında çok az şey bildiğinizi varsayıyorum?” diye sordu Bakana. Kadın başını sallayarak onu onayladı.

“Görev ustalarının ağzı çok sıkı, ağızlarından tek bir kelime bile alamadım. Buna rağmen yaratık tabanlı bir görev olduğunu biliyorum.”

“Haklısınız Bakan Lécuyer. Bu haftanın başlarında, güvenilir olarak nitelendirilebilecek bir kaynaktan bir ipucu aldım. Günlerce süren araştırmadan sonra ilk görevde neyle karşılaşacağımı buldum.”

“Neymiş peki?”  

Raina istemsizce ona doğru uzandı.

“Bir mantikorla Bakanım.”

Lécuyer keskin bir şekilde nefes aldı. Raina ve Madam Maxime ise açık bir şaşkınlıkla irkilmişlerdi. Onlar bu bilgiyi sindirirken Hadrian konuşmaya devam etti. “Görevle ilgili ayrıntıları net bir şekilde bilmiyorum, ama kaynağımın bana yalan söylemesi için hiçbir neden yok. Dün gece -” Hadrian'ın yanakları anlamsız bir şekilde hafifçe kızardı. “Dün gece de keşfimi doğrulamak için onun yanına gitmiştim.”

"Kaynağın kimdi?" Madam Maxime sert bir ifadeyle sordu. Raina, müdirelerinin tanımadıkları birisinden bilgi alma durumuna neden şüpheyle yaklaştığını anlayabiliyordu. Eğer bu kişi ona yalan söylemişse ve Hadrian yanlış bir yaratıktan yola çıkarak araştırmalarına yön verdiyse, en hafif tabirle ölmüş sayılırdı.

Nedendir bilinmez Hadrian duraksadı, ama Bakan rica eden bir ifadeyle ona bakmaya devam ediyordu. "Profesör Riddle,” dedi genç gönülsüz bir şekilde.

Bakan Lécuyer ve Madam Maxime onu sorgulamaya devam ederken Raina kaşlarını çattı.

Profesör Riddle zeki ve deneyimli bir adamdı. Raina, burada oldukları kısa sürede adama büyük bir saygı duymaya başlamıştı. Çekici, karizmatik ve dersi hakkında mükemmel derecede bilgi birikimine sahipti. Ama ona, böylesine hassas bilgileri bu kadar rahat bir şekilde açığa vurabilecek birisi gibi gelmemişti.

Ama yine de...

Gözleri tekrardan Hadrian’a kaydı. Riddle’ın, arkadaşına olan ilgisinin farkındaydı. Bu durum, beraber geçirdikleri ilk derste genci ayırt etmesinden ve ders bitiminde bekletmesinden kendini belli etmişti.

Konuşmaları sırasında nelerden bahsettikleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu - ama sonraki haftalarda profesörün gözlerinin sürekli olarak Hadrian'ın üzerinde olduğunu fark etmişti.

Riddle'ın, Hadrian'a olan ilgisinin - yaklaşmakta olan göreve hazırlanmasını sağlamak için - ona bilerek ve isteyerek bu ipucunu verecek kadar güçlü olup olmadığını merak etti. Bu durum ona biraz şüpheli geliyordu.

 Hadrian arabadan ayrıldıktan sonra Riddle’ın yanına gittiğini söylemişti. Bu da yüksek bir ihtimalle, onu buluncaya kadar geçen zaman diliminde adamın yanında olduğu anlamına geliyordu. Genci bulduğu andaki dağınık görüşünü ve sergilediği ketum tavrı hatırladı.

İkisi arasında bir şeyler mi yaşanmıştı?

Bunu düşünmek bile hasta hissetmesine yetmişti. Riddle onlardan çok daha yaşlıydı ve Hadrian’ın onunla birlikte olabileceği fikri...

Hayır, diye düşündü aklındaki düşünceleri kovalamaya çalışarak. Hadrian öyle bir şey yapmazdı. Flörtözdü, ama önüne gelenle yatan bir yapıda da değildi. Bu konuda şaka yapmaktan daha ileri gittiğine nadiren tanık olmuştu.

Ama yine de bu düşünce zihninin bir köşesine yerleşmiş ve keyfini bozmaya yetmişti.

İlerleyen birkaç dakika Raina için kelimeler, yardım vaatleri ve rahatlatıcı bir şekilde omuzlarını kavrayan ellerin oluşturduğu bir bulanıklıktan ibaretti. Sonrasında kendini Hadrian’la beraber koridorda dikilirken bulmuştu.

Kurnaz bir ifadeyle arkadaşını inceledi. “Gece ikiden beri Riddle’la mıydın? Saatlerinizi alacak kadar ne yapmış olabilirsiniz ki?” Hadrian’ın ‘sırlarımı ifşa edemem’ yorumunun hatırası zihninde hala tazeyken, Raina sesini kaplayan suçlayıcı tonu diğerinden zar zor gizleyebilmişti. Hadrian gözlerini kısarak baktı.

“Tanrım, aklındaki şey her neyse onu yapmadığımızın garantisini verebilirim. O neredeyse yüz yaşında. Bana verdiği ipucunun ne anlama geldiğini bulduğumda direkt onun yanına gittim. Sağlıklı bir şekilde düşünemiyordum - çok bitkindim. Oraya gittim, birkaç şey hakkında konuştuk ve sonrasında da orada uyumama izin verdi.”

“Ofisinde mi?”

Hadrian omzunu silkti. “Bir bakıma.”

Bu da ne demek oluyordu şimdi?

Raina yılgınlıkla kafasını geriye attı. Bu gençten hiçbir zaman doğru düzgün bir cevap alamayacak gibiydi. Hadrian omzunu hafifçe omzuna tosladı. Diğerinin gözleri, şampiyon seçildiğinden beri görmediği bir parıltıyla onu seyrediyordu.

“Hadi Albert’i bulalım. Onu öylece ortada bıraktığım için bir özür borçluymuşum gibi hissediyorum. Artı, yenilemeyen bir canavarı alt etme konusunda plan yapmak için biraz yardıma ihtiyacım olabilir.”

Raina kollarını katladı. “Pekala, ikimiz de alabileceğin tüm yardıma ihtiyacın olduğunu biliyoruz. Bu taraftan gidelim - sanırım Albert’i biraz önce Nathaniel’la konuşurken gördüm. Onu ararken, bize yardım etmesi için yol üzerinde birkaç kişi daha bulabiliriz belki.”

Hadrian onu takip ederken güldü. “Bakan, bana sınırsız kaynak sağlayacağı sözünü verdi. Bu da, yarın gün bitimine kadar bana yardımcı olacağını düşündüğü yetkin birisiyle iletişime geçme ihtimalimin oldukça yüksek olduğu anlamına geliyor. Bu, benim için işleri kayda değer bir şekilde kolaylaştıracak.”

Bahçeye vardıkları anda Raina, kolunu tutarak onu durdurdu. “Korkuyor musun?” diye sordu düz bir sesle.

Arkadaşı hafifçe yüzünü buruşturdu. “Korkmamak için aptal olmak lazım. Yenme ihtimalimin çok az olduğu bir yaratıkla karşı karşıya geleceğim. Daha önce hiç kimsenin alt etme şansını yakalayamadığı bir şeyle. Böyle bir durumun başıma gelmesini istemezdim – ama yine de buradayım işte.”

Raina, genci biraz olsun rahatlatma arzusuyla Hadrian'ın kolundaki elini sıkılaştırdı. “Bunun üstesinden geleceksin Hadrian. Her şeyde başarılı olduğun gibi bunda da başarılı olacaksın. Ayrıca –“ dedi, yarı alaycı yarı utangaç bir sırıtmayla. “Yanında benim gibi birisi varken başarısız olmak gibi bir ihtimalin yok.”

Ve bu işe yaramıştı. Hadrian, yüzündeki gergin ifade hafiflerken gözlerini devirdi. “Evet, ne yanlış gidebilir ki? Yardım etmekten ziyade beni sabote etmen daha olası gibi geliyor - ama neyse.” Yumuşak bir şekilde güldükten sonra devam etti. “En azından, sonunda benden kurtulmuş olacaksın ha?”

Hadrian fazla uzaklarında olmayan Albert'i gördüğünde, neşeli bir sesle ve hızlı adımlarla diğer gencin yanına gitti. "Albert çok özür dilerim -"

Raina, onun gidişini izlerken dudaklarının yukarıya doğru kıvrıldığını hissedebiliyordu. Konuşmalarındaki ciddi imalara rağmen her ikisi de, Raina'nın onu hayatta tutmak için elinden gelen her şeyi yapacağını biliyordu. Benzer bir şekilde eğer durum tam tersi olsaydı, Hadrian'ın da gözünü bile kırpmadan ona yardım edeceğinden gram şüphesi olmazdı.

Son birkaç haftada ilişkileri önemli ölçüde düzelmişti. Hala birbirlerinin sinirlerini bozuyorlar ve boğazları ağrıyana kadar tartışıyorlardı, ama aralarındaki uçurumun kaybolduğu da bir gerçekti.

Bir yanı bu yakınlaşmalarının, Hadrian'ın Jacob'la arasının açılmasından - neden ayrı düştüklerini cidden merak ediyordu - kaynaklandığını biliyordu. Hadrian'ın kendisini dengeleyebilmek için ona ve Claire'e yaklaştığının da farkındaydı. Ama yine de, öncesinden daha sağlıklı bir ilişkiye geçmeleri iyi hissettirmişti.

Hadrian'ın peşinden gittiğinde, Albert'in inanmayan haykırışı kulaklarına ulaştı. "Yuh - mantikor mu? Hapı yuttun!"

 

 

Chapter 15: Bölüm On Beş

Chapter Text

Hadrian erkenden uyandı ve yavaş yavaş gün için hazırlanmaya başladı. Bugün görünüşüne her zamankinden daha fazla dikkat ediyordu. Saçlarının düzgünce tarandığından ve üniformasının ütülü olduğundan – kısacası her şeyin yerli yerinde olduğundan – emin oldu.

Birazdan katılacağı toplantı konusunda endişeli sayılmazdı, ama ilk görevin yaklaşmış olması üzerinde az da olsa bir baskı hissetmesine sebep oluyordu. Mantikorlarla ilgili şimdiye kadar yaptığı araştırmalar tam anlamıyla berbat gidiyordu. Konu üzerindeki bilgi kıtlığı yüzünden devamlı engellerle karşılaşıyordu.

Mantikorlar hakkında yazılmış olan belgelerin azlığı, onu cesaretlendirme anlamında pek de iyi bir iş çıkarmıyordu. Şimdiye kadar elde ettiği en yararlı bilgi - tehlikeli, sakın yaklaşmayın olmuştu. Evet, tavsiyeleriniz için sağ olun ölü piçler.

İç geçirerek elini kravatına indirdi. Yansımasını seyrederken parmakları dalgın dalgın kravatının ucuyla oynuyordu.

“Tam anlamıyla göz alıcı görünüyorsun,” dedi ayna, gözleriyle vücudunu baştan aşağı süzerek.

“Kapa çeneni.” Hadrian, kısa ve net bir şekilde emretti.

Bir saatten kısa bir süre içinde Bakan Lécuyer onu, Éric Korin’in de içinde olduğu önemli konsey üyelerini selamlayacağı buluşma noktasına götürmek için burada olacaktı.

Jacob'ın babasını görme düşüncesi nispeten sakin olan ruh halinin bozulmasına sebep olmuştu. Jacob'ın, adama arkadaşlıklarının hızlı bir şekilde sona ermesiyle ilgili haber verip vermediğini bilmiyordu. Haber verdiyse de Hadrian, adamın bu durumla ilgili tepkisini öğrenmek konusunda en ufak bir arzu duymuyordu.

Éric’in, Jacob’ın üzerinde sahip olduğu etkiyi – son olaylar göz önüne alındığında Hadrian, Korin varisi üzerinde daha fazla etkiye sahip olmayı dilerdi - onaylamadığının farkındaydı. Bir aşamada, ikisinin artık etkileşimde olmamasının adamı rahatlattığından emindi.

Bir yandan da Éric’in, onun ve Jacob’ın iyiliğini önemsediğini biliyordu. Üç yıl önce - karısının vefatı sonrasında, oğluna normalde olduğundan daha fazla özen göstermeye başlamıştı. Hadrian’ın ihtiyacı olan en son şey, Jacob’ın duygularını incitmesi yüzünden Éric gibi birinin peşine düşmesiydi.

Jacob’ı düşünmek ağzında hoş olmayan bir tat bırakmıştı. Diğerine hayatında daha önce hiç deneyimlemediği bir şekilde kızgındı. Maruz kaldığı ihanetten dolayı hala hassas hissediyordu. Ama derinliklerinde bir kısım, diğer genci çok özlemişti. Jacob’la bir arada olmayı ve onunla beraber gelen güvende olma hissini özlemişti.

Hadrian, arada sırada kendini komik bir şey söylemek ya da bir fikir belirtmek için istemsizce Jacob’ı ararken buluyordu. Sonrasında kendisine zorla da olsa Jacob’ın artık yanında olmadığı gerçeğini hatırlatıyordu orası ayrı.

Arkadaşları – Raina, Claire ve son zamanlarda Albert – ona iyi geliyordu. Onlarla zaman geçirmekten hoşlanıyordu, ama onlarla arasındaki bağ Jacob’la kurdukları arkadaşlık gibi hissettirmiyordu.

Jacob’a güvenmişti. Diğer gencin, normalde çevresine gösterdiği kişiliğinden daha fazlasını görmesine izin vermişti. Ona küçük ipuçları vermiş, kendinden parçalar sunmuştu. Ve diğeri buna karşılık olarak, Hadrian’ın kurduğu bu geçici ve hassas bağı kırmıştı.

Acıtmıştı. Hem de çok fazla. O kadar incinmişti ki artık diğer gence bakmakta bile zorluk çekiyordu.

Annesi, insanların kendisine fazla yaklaşmasına izin vermemesi konusunda onu her zaman uyarmıştı - ve bu uyarılarındaki mantık açıktı. Hayatları pahasına güvenebilecekleri ve sırtlarını dayayabilecekleri kişiler sadece birbirleriydi.

Hadrian o zamanlarda daha çocuk olduğundan, sınıf arkadaşlarıyla etkileşim kurmaktan kendini alamamıştı. İsmini yakından tanıdığı el yazısıyla yazılmış bir şekilde o lanet parşömen kağıdında görünceye dek, kendi kurduğu ağa bu kadar dolandığının ve Jacob’la olan ilişkisine böylesine büyük bir yatırım yaptığının farkına varamamıştı.

Gözlerini yumdu ve alnı aynanın yüzeyine temas edinceye dek ileriye doğru eğildi.

Bir mantikorla karşılaşacağı haberi, bütün sınıf arkadaşlarının arasında yayılmış olmalıydı. Jacob’ın, ilk görevin ne olacağını öğrendiğinde verdiği tepkiye birinci elden şahit olmuştu. Hadrian’ı neye mahkum ettiğini tam anlamıyla kavramasıyla gözlerinde beliren dehşet ve suçluluk hissini yakından görmüştü.

İçinde küçük bir kısım çocuksu bir inatla, Jacob'ın sonunda durumu anlamasına ve saçma sapan bir şekilde onu içine attığı tehlikeyi kavramasına sevinmişti. Diğerinin ilk görevi öğrendikten sonra ne kadar zavallı göründüğünü hatırladığında gülmek istedi - ama yaklaşmakta olan görevin ciddiyeti, bu hissi tam anlamıyla yaşamasına mani oluyordu.

Jacob’ı affetmek istiyordu. Her şeyi geride bırakıp onu tekrardan arkadaşı olarak görebilmeyi diliyordu. Onun desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. Sadece Hadrian – yapamazdı. En azından şimdi olmazdı. Zoraki bir kabullenme ifadesi haricinde, konu üzerinde ciddi anlamda bir şeyler düşünmek için bile henüz çok erkendi.

“Kaşlarını o şekilde çatmaya devam edersen yüzün kırış kırış olacak,” dedi ayna cık cıklayarak. Hadrian gözlerini açtı ve sert bakışlarla aynaya baktı. Yansıması bu ifadesine omzunu silkti. “Sadece söylüyorum. Kırışıklıklara sahip olmak için fazla gençsin yakışıklı.”

“Bir gün,” diye yemin etti Hadrian. “Seni paramparça edeceğim ve sıradan, konuşmayan bir ayna alacağım. Boş boş konuşmak yerine sadece yapması gerekeni yapan bir ayna... Sence de iyi olmaz mıydı?”

Yansıması, yerine başka bir aynanın geçirileceği fikri ona çok komik geliyormuşçasına güldü. “Lütfen... Öyle söyleme tatlım. Ben olmasam o zaman sana kim hayat tavsiyeleri verecek?”

“Buraya geldiğimden beri, görünüşüme iltifat etmek haricinde bir şey söylemedin.”

“Açıkça söylemek gerekirse, tam anlamıyla enfes görünüyorsun. Bunu fark ettiğim için beni suçlayamazsın değil mi?” Ayna, bunu yapan kendi yüzü olmasaydı hoşuna gidebilecek olan şehvetli bir ifadeyle onu süzdü. “Ve ben de arkadaşça bir ifadeyle yaklaşarak egonu sağlıklı bir şekilde arttırmana yardımcı oluyorum.”

Hadrian, yansımasının sırıtmasına göz devirmeyle karşılık verdi. “Her neyse... Belki de bana hakaret etmekten ve çenemi kapamamı söylemekten daha fazlasını yapsaydın, sana daha iyi tavsiyeler verebilirdim. Bunun yerine tek yaptığın şey, somurtmak ve üzgün üzgün ortalıkta dolanmak.”

“Büyülü bir cam parçasını bilgelik kaynağı olarak görme konusunda şüphe duyduğum için beni affet lütfen.” Uzanarak ceketini aldı ve giyindi. Sonrasında da üstten bir düğmesini iliklemiş ve görünmeyen kırışıklıkları her ihtimale karşı düzeltmişti.

“Neler bildiğimi duysan şaşırırdın,” dedi ayna eğlenmiş bir tonla. “Kim için giyindin bu arada? Normalde ayna karşısında bu kadar vakit harcamazsın. Hayatında yeni birisi mi var yoksa?” Yansımasının gözleri parladı. “Ah, bahse girerim var! O zaman söyle bakalım – Hazırlandığın kişi bir kız olabilir mi?”

Hadrian saçma konuşmaları duymazdan geldi. “Başımın belası oldun cidden.”

Ayna düşünceli bir şekilde hımladı. “Erkek mi?” Keskin bir bakış attı. “Kesinlikle erkek o zaman.” Hadrian, insanların kendini beğenmiş kişilerden neden nefret ettiğini artık anlayabiliyordu. Özellikle de yüz ifadeleri şu an aynada gördüğü gibiyse... Daha öncesinde, kendini yumruklama ihtiyacı hissedeceği aklının ucundan bile geçmezdi.

“Sonuncusundan sonra, yeni biriyle takılmak için biraz daha beklemem gerektiğine karar verdim.” Hadrian kapıya doğru yöneldi. İnsanların büyülü aynalara olan ilgisini hiçbir zaman anlayamamıştı. Gereksiz olmakla beraber inanılmaz derecede sinir bozucuydular. Çıkmadan önce, omzunun üzerinden aynaya doğru bir bakış attı. “Bu arada, ‘hazırlandığım’ kişi Bakan Lécuyer’di.”

Odasından çıkarak koridor boyunca ilerledi. Oturma odasına girdikten sonra pencereye yakın bir koltuğa kuruldu. Sonrasında yanağını avcuna dayamış, zihni düşüncelerle beraber çalkalanırken yavaşça aydınlanmaya başlayan Hogwarts arazisini izlemeye başlamıştı.

Tuhaf bir şekilde dalgın hissediyordu. Zihni akıntıyla sürüklenen bir yaprak gibiydi.

İlk görevin yaklaşmasıyla duygu durumu her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Sınıf arkadaşları boş zamanlarını kendilerine ayırmak yerine ona yardım etmeye adamıştı. Bir mantikoru alt etmenin neredeyse imkansız olduğu gerçeği netleştikçe, arkadaşlarının endişeli bakışlarını gizlemeleri pek de kolay olmuyordu tabi.

Kaçınılmazlık hissi, çevresindeki kişilerde birbirinden tamamen farklı iki tutumun oluşmasına sebep olmuştu. Bir grup arkadaşı ona çoktan kaybetmiş ya da teselliye muhtaç bir çocukmuş gibi davranıyorlar, sempati sözcüklerini ağızlarından eksik etmiyorlardı. Bundan nefret ediyordu, ama bir yandan da içinde olduğu duruma karşı ümitsiz olmalarını anlayabiliyordu.

Diğeri ise Raina, Claire, Albert ve birkaç kişinin de içlerinde olduğu hayatları Hadrian’ın araştırmasına bağlıymış gibi hareket eden gruptu. Hepsi de kararlı bir şekilde ölme ihtimalini görmezden geliyordu. Aksini iddia eden herkese şiddetli bir şekilde karşı çıkıyorlar ve onun negatif düşüncelere kapılmasına engel oluyorlardı.

Yaklaşmakta olan görevde sadece hayatta kalacağına değil - başarılı bir şekilde galip geleceğine duydukları inanç Hadrian’ın içini ısıtıyordu.

Daha öncesinde ona bu derece güven duyan tek kişi annesi olmuştu. 

Aklına annesinin gelmesiyle hafifçe kaşlarını çattı.

Hadrian, annesinin İngiltere’ye gelişiyle ilgili nasıl hissetmesi gerektiğinden emin değildi. Niçin bu şekilde hissettiği konusunda hiçbir fikri yoktu - ama annesinin onu izlemek ve desteklemek için burada olacağı düşüncesi, Bakan Lécuyer ile yaptıkları görüşmeden önce aklının ucundan dahi geçmemişti.

Turnuva başlamadan önce onu görme, sıkıca sarılma ve saçlarında gezinen parmakların tanıdık ağırlığını tekrardan hissetme fırsatı elde edeceği için mutlu hissediyordu. Her ihtimale karşı annesine ona sevdiğini ve hayatındaki en önemli şey olduğunu söyleyebilirdi.

Annesi her zaman yanında olmuş, büyümesini destekleyerek neredeyse her alanda gelişmesini sağlamıştı. Onunla son bir kez görüşemeden ölürse, Hadrian tek kelimeyle mahvolurdu.

Diğer yandan annesinin burada - düşmanlarla çevrili bir ortamda olduğu düşüncesi, midesinin korkuyla büzülmesine sebep oluyordu. Rünlerin koruması altında olacağını bilmesine rağmen yanlış gidebilecek bir sürü şey vardı. Hadrian onun, ikisini tehlikeye atacak bir şey yapmayacağını biliyordu. Ancak bu, durumun oldukça riskli olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Hadrian adamla bir geçmişi olmadığı halde, Lucius Malfoy’la olan ilk karşılaşmasında soğukkanlılığını yitirmişti. Annesinin sadece tanıdığı değil, daha öncesinde savaştığı insanlarla etkileşime gireceğini düşünmek bile istemiyordu. Hayatlarını mahveden insanların etrafında olmak ve hiçbir şey yapamamak kadını tek kelimeyle tüketirdi.

Annesinin suçlayıcı bir şey söylemeyeceğine ya da yapmayacağına olan inancı tamdı - ama hazırlıksız bir anında istemeden attığı bir bakışla ya da nefret parıltısıyla her şey açığa çıkabilirdi.

Hadrian yorgun bir ifadeyle gözlerini yumarken iç çekti.

“Tatlı rüyalar Bay Evans.”

Zihninde beliren sinsi fısıltıyla kaşlarını çattı. Benliğini saran utançtan kurtulabilmek için göğsünde yayılmaya başlayan ani öfke hissine odaklandı. O gecenin anısı bile dişlerini gıcırdatmak istemesine sebep oluyordu.

Tek kelimeyle aptalın önde gideniydi.

“Hadrian’ı tercih ederim efendim.”

Bunu söylediği anda Riddle’ın yüzünde beliren gülümsemeyi hala hatırlayabiliyordu.

“O zaman, tatlı rüyalar Hadrian.”

Adının adamın ağzından sessiz ve eğlenmiş bir ifadeyle dökülüş şekli, sinirle inlemesine neden oldu.

Gecenin bir yarısı Riddle’a giderek son derece çocukça bir hareket sergilemişti. Şimdiye kadar tanıştığı en kurnaz adamlardan birine gece yarısı ziyareti düzenlemek gibi bir harekete hiç girişmemeliydi. O an için neden bunun harika bir fikir gibi geldiğiyse bambaşka bir muammaydı. Riddle’la konuşacağını konuşup çıkıp gitseydi her şey daha iyi olabilirdi.

Ama hayır. Orada kalmış, adamın ona teklif ettiği içkiyi kabul etmiş ve onunla olmaması gereken bir rahatlıkla konuşmuştu. Sohbet etmişler, zıtlaşmışlar ve bir oyunmuş gibi birbirleriyle tartışmışlardı. Sanki durum yeterince berbat bir halde değilmiş gibi bir de gitmiş, itiraz bile etmeden adamın odasında uyumuştu.  

“Beni yatağa mı atmaya çalışıyorsunuz efendim?”

Özellikle bu ima için eşek sudan gelinceye kadar dayak yemeyi hak ediyordu.

Nerede olduğunu hatırlamadığından uyanma faslı onun için kafa karıştırıcı olmuştu. Anılar tüm detaylarıyla zihninde belirmeye başladığında, aşağılanma hissi bir tsunami gibi onu ezip geçmişti. Sonrasında yüzünü yastığa gömmüş ve üç dakikasını aralıksız bir şekilde kendini azarlamakla harcamıştı.

Ofisten çıkarken Riddle’ın ortalarda olmadığını görmek Hadrian’ı rahatlatmıştı, çünkü durumla nasıl başa çıkabileceğine dair hiçbir fikri yoktu. Profesörün onu orada - öylece bırakıp sabaha kadar değil, neredeyse öğlene kadar uyumasına izin vermesi onda bir soru işareti olarak kalmıştı orası ayrı.

Adam bu süre zarfında en az bir kez ofisine uğramış olmalıydı, ama nedense onu uyandırma zahmetine girmemişti. Riddle’ın hareketlerinin ardındaki amacı bilmiyor olmak onu çok huzursuz ediyordu.

Ancak kesin olan bir şey vardı – böyle bir şeyin tekrarlanmasına izin veremezdi. Ve annesinin bunu öğrenmesi gibi bir durum söz konusu dahi olamazdı.

Sadece gardını indirmekle kalmayıp bunu Riddle gibi güvenilmez birinin yanında sergilediği hareketleri keşfederse kadın dehşete düşerdi.

Asıl problem Hadrian’ın bir noktadan sonra Riddle’a güvenmeye başlamış olmasıydı. Bu kesinlikle gülünç ve şüphe götürmeyen bir şekilde felaket bir fikirdi - ama profesördeki bir şeyler, adamı konuşulması oldukça basit biri haline dönüştürüyordu. Ancak bu durum her zamanki çekiciliğiyle – diğer öğrencilerini ayartmak için kullandığı yöntemle – alakalı değildi. Hadrian’ın daha öncesinde hiç deneyimlemediği bir şeydi.

Bu, basit bir şekilde anlaşılma hissi olarak tanımlanabilirdi. Hadrian, Riddle’a baktığı anda kendisini anlayabilecek birisi olduğunu görmüştü.

Bu duygu özgürleştirici olduğu kadar tehlikeliydi de. Çünkü Riddle onun müttefiği değildi ve Hadrian’ın bunu kendisine sık sık hatırlatması gerekiyordu.

 Kapı açıldığı anda düşüncelerinden sıyrıldı. Lécuyer’in dağınık bir topuz şeklinde toplanmış saçlarını görünce ayağa kalktı.

Lécuyer gülümseyerek sıcak bir şekilde onu kucakladı. “Hazır olduğunu gördüğüme çok sevindim Hadrian.” Bakışları baştan aşağı vücudunu taradığında, kadının dudakları muzip bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. “Ve görünüşün tam anlamıyla kusursuz. Bunun göz ardı edilemez bir gelişme olduğunu söylemeliyim.” Sözlerinden kibar bir alaycılık okunuyordu.

Hadrian, Sihir Bakanı'nı gördüğüne son derece memnun hissederek kadının gülümsemesine karşılık verdi. Kadının rakipsiz olmasının bir sebebi vardı.

“Annem geliyor olmasaydı, bu kadar iyi görünüyor olmazdım sayın Bakan.” Lécuyer cevabından tatmin olmuş bir şekilde kıkırdadı.

“Evet, neden öyle yaptığını anlayabiliyorum,” dedi göz kırparak ve onu kapıya doğru yönlendirmek için ellerinden birini Hadrian’ın omzuna yerleştirdi. “Hadi, acele etmeliyiz. Buraya geri çağrılmadan önce, seni sadece birkaç dakikalığına kaçırma iznim var.”

Birlikte arabadan indiler ve sabah çiğiyle kaplı çimenlerin üzerinde yol aldılar. Hava serindi ve elleri soğuktan buz kesmesine rağmen, Hadrian nezaket göstergesi olarak kolunu Bakan’a doğru uzattı. Kadın, elini kendisine doğru uzatılmış kola koyarken ona tekrardan gülümsedi.

“Bakan Malfoy, belirlenen buluşma noktasına gitmek için cisimlenme noktalarından birini kullanmamıza izin verdi."

“Hogwarts arazisinden dışarı ve arazi içine cisimlenmenin mümkün olmadığını sanıyordum. Bariyerler...”

Lécuyer düşünceli bir şekilde burnunun kenarını kaşıdı. “Cisimlenme noktaları rejim değişiminden sonra, belirli kişilere hızlı erişim sağlamanın bir yolu olarak oluşturuldu. Ancak herhangi birinin bu noktaları kullanmasını engellemek için bir kriter var. İçeri girmek veya dışarı çıkmak isteyen kişilerin bariyerlerle bağlantı içerisinde olması gerekiyor.” Lécuyer onu şatoya doğru yönlendirdi. Birkaç koridor ilerledikten sonra bir odaya girdiler.

İçeride onları Lucius Malfoy bekliyordu.

Hadrian, adam ona baktığında sırtını dikleştirdi ve bakışlarını soğuk göz bebekleriyle buluşturdu.

Şaşırtıcı bir şekilde İngiliz Sihir Bakanı onu sadece birkaç saniye incelemiş, sonrasında Lécuyer’a dönerek sessizce konuşmaya başlamıştı. Hadrian bakışlarının oda boyunca dolaşmasına izin verdi ve gözlerini rünlerle dolu duvarlarda ve zeminde gezdirdi. Rünlerin tamamı soluk bir ışıltıyla parıldıyordu. Sadece bu bile, rünlerin Hogwarts bariyerlerini etkilemek için yaptığı şeyin oldukça fazla bir büyü gücü gerektirdiğine bir işaretti.

“Lütfen buraya gelin Bay Evans.”

Hadrian başını kaldırdığında, Lécuyer’i zemindeki çemberlerden birinin içine girmiş bir şekilde sabırlı bir ifadeyle beklerken buldu. Malfoy’un belli belirsiz el işaretiyle Lécuyer’in yanında yerini aldı.

“Hafif bir sıkışma hissi duyabilirsiniz, ama sizi temin ederim ki bu tamamen doğal bir süreç. Geri dönmeye hazır olduğunuzda bağlantılı cisimlenme noktasına geçiş yapmanız yeterli olacaktır Bakan Lécuyer. Sizi oradan alacağız.”

Hadrian, Malfoy büyüye başladığında dikkatlice inceledi. Sesli bir çat sesiyle kaybolmadan önce görebildiği aşamaları anlamlandırmayı ve zihnine kazımayı ihmal etmemişti tabi.

Hadrian varacakları noktaya indiklerinde sendeledi. Vücudu boyunca dolaşan berbat his, küçük ürpertilerle sarsılmasına sebep olmuştu. “Hafif bir sıkışma hissi demek. Tabi ki...”

Lécuyer durumu ondan daha iyi idare ediyor gibiydi - çoktan kapıya doğru yürümeye başlamıştı bile. Hadrian sessizce kadını takip etti. Nerede olduklarını görünce şaşırmadan edememişti.

Bu onun İngiltere Sihir Bakanlığı'na ilk gelişiydi. Kafasını çevirdiği her yerde dikkatini çeken bir şeyler vardı. Çalışanların gidip geldiği, duvar boyunca yan yana dizilmiş etkileyici şömine ağı özellikle ilgisini çeken şeylerden biriydi. Bu erken saatte bile giriş holü oldukça kalabalıktı.

Hadrian, gereksiz ilgiden kaçınmayı başarmalarından dolayı memnun hissederek Bakan Lécuyer’i takip etti. Etraflarındaki cadı ve büyücülerin, yan koridora doğru ilerleyen iki yabancıyı izlemekten daha önemli işleri var gibi görünüyordu.

“Nereye gidiyoruz Bakanım?”

Kadın omzunun üzerinden ona baktı. “Uluslararası kapılara gidiyoruz Mösyö Evans. Başka ülkelerden gelen yabancılar ulaşmak istedikleri ülkeye bu kapılardan giriş yaparlar. Fransa’dan gelen grubu orada karşılayacağız.”

Hadrian, cevaptan tatmin olmuş bir şekilde başını salladı. Bir yandan da bakışlarını koridorlarda gezdiriyor, zihninde İngiltere Sihir Bakanlığı’nı kendilerininkiyle kıyaslıyordu.

Fransa Sihir Bakanlığı’nın zemini güzel, beyaz mermerlerle döşeliydi - ve salonlar aydınlık bir tasarıma sahipti. Her tarafta geniş pencereler, kristal heykeller, gümüş ve altın renkli desenler vardı.

Ancak burası... Kasvetli bir şekilde karanlıktı. Duvarlar, zemin, sütunlar – hepsi zehir yeşili renginde süslemeleri olan siyah bir mermerden yapılmıştı. Ortama sert bir hava katıyordu, ama tuhaf bir güzellik algısı kattığı da yadsınamazdı. İlginç bir şekilde bu tasarım Hadrian’a bir panteri hatırlatıyordu. Buram buram tehlike kokmasına rağmen öldürücülüğüyle büyülüyordu.

Büyük kedi ırkını düşünürken dudakları gizli bir şakaya gülümsüyormuş gibi yukarıya doğru kıvrıldı.

Lécuyer sonunda adımlarını yavaşlattığında, Hadrian onun tam arkasındaydı. Geçecekleri kapının önünde iki adam duruyordu. “Bakan Lécuyer,” dedi adamlardan biri. Kesik kır saçları ve keskin ifadeli gözleri olan oldukça çekici bir adam, dudaklarında sevimli sayılabilecek bir sırıtışla öne çıktı. Bakanın uzattığı eli tuttu ve kibarca eğildi. Adamın yüzü, bir kez olsun güler yüzlü ifadesinden şaşmamıştı.

"Sizinle yüz yüze tanışmak bir onur." Doğrulmadan önce Lécuyer’in elinin arkasına basit ve iffetli bir öpücük kondurdu. Adam oldukça uzundu - siyah cüppesi güçlü formunu vurguluyordu. Diğeri ona doğru dönüp elini uzattığında, Hadrian yüzüne hafif bir gülümseme yerleştirdi.

Elini büyücünün eline koyup sıkmadan önce bir anlığına tereddüt etti. “Ve Beauxbatons şampiyonu – sizin hakkınızda övgüden başka bir şey duymadım Bay Evans.”

Adam soyadını söylediğinde, ses tonunda belli belirsiz bir değişiklik olmuştu. Çok hafif bir farklılıktı. Hadrian başka birinin ton değişimini yakalayıp yakalayamadığını bilmiyordu, ama tüm hayatı boyunca bu saçma ön yargıyla uğraşmıştı. Bu yüzden kan saflığına takıntılı olan insanları nerede görse tanırdı.

Ne de olsa hepsi aynıydı.

Gözleri ince bir öfkeyle yanarken Hadrian’ın gülümsemesi büyüdü. "Şüphesiz," diye mırıldandı. Adamın çelik bakışlı gözlerinin çirkin bir ifadeyle titreşmesini izlemek eğlenceli olmuştu. Bu an ona Lucius Malfoy ile ilk karşılaşmasını hatırlatmıştı.

“Adı-ağza-alınmayan Rookwood,” diye araya girdi Lécuyer. Kadın, Hadrian’ın yanına doğru adımladığında hem koruyucu hem de tehditkar görünmeyi başarabilmişti. Hadrian, Bakanın yükselişine ve cesaretine hayran kalmaktan kendini alamadı. Lécuyer’in onu korumak için adım atmış olması birazcık bile Hadrian'ı rahatsız etmemiş, gururunu incitmemişti.

Güçlü kadınları her zaman takdir etmişti. Annesi, Madam Maxime, Lécuyer, Claire ve Raina... İrade gücü ve dayanıklılık gibi özellikler saygı duyduğu tüm kadınlarda ön plandaydı. Kadının, Augustus Rookwood gibi ünlü birine tepeden bakışlar attığını görmek oldukça tatmin edici bir görüntüydü.

“Sanırım yetişmemiz gereken bir randevumuz var.”

Rookwood - şaşırtıcı bir şekilde - hiç de küçümsemeyen bir itaatle başını eğdi. Hadrian, Ölüm Yiyen'i ilgiyle inceledi. Adamın biraz sıkıntı çıkarmasını beklerdi, ama Hadrian’ın algılayabildiği tek ifade soğukkanlı bir kabullenmeydi. Belki biraz da hafif bir neşe kıvılcımı...

Ne kadar tuhaf.

“Tabi ki de, bağışlayın sayın Bakan. Bu taraftan gelin lütfen – beklediğiniz grubun gelişi için gereken her şey hazırlandı.” Rookwood arkasını döndü ve geniş kapıları açtı, cilalı ayakkabıları mermer zeminde sesli bir şekilde tıkırdıyordu. Lécuyer ve Hadrian, diğer büyücüyü arkalarında bırakarak Rookwood’u takip etti.

Hadrian kafatasının arkasını delip geçen bakışları görmezden geldi. Arkasını dönüp diğer adama bakma dürtüsü, tek kelimeyle karşı konulmazdı. Özellikle de keşfedilme korkusuyla bir araya gelince...

İngiltere’de babasını ne kadar kişinin tanıdığıyla ilgili hiçbir fikri yoktu. James Potter hayattayken son derece iyi bir seherbazdı. Voldemort rejimine olan karşıtlığı, sık sık onu Karanlık Lord’un kuvvetleriyle anlaşmazlıklara ve çatışmalara sokmuştu. İçlerinden birinin ona karşı belli belirsiz bir aşinalık hissetmesi, gayet muhtemel bir durumdu.

En azından annesinin gelişi, bu gibi şüpheleri dağıtmak için bir işe yarayabilirdi. Annesi gizlenme büyülerinin altındayken, Hadrian'ın görünüşünü hangi ebeveyninden aldığıyla ilgili soru işaretleri ortadan kalkacaktı.

Bugünden sonra, var olan şüphelerin de dağılacağından şüphesi yoktu.

 

.

.

.

 

Girdikleri oda, ortada bulunan şömine dışında bomboştu. Koridorda gördükleri basit görünüşlü olanların aksine bu şömine çok daha büyüktü.

Hafif bir hayranlık duygusuyla devasa taş yapıyı inceleyebilmek için başını geriye doğru yatırdı. Havadaki büyünün uğultusunu neredeyse teninde hissedebiliyordu, çok güçlüydü.

“Heyetinizin iki dakika içinde burada olması bekleniyor sayın Bakan,” diye belirtti Rookwood, onlara bakmak için dönerken. Yüzünde biraz öncekiyle bire bir aynı olan o sabırlı gülümseme vardı. “Maalesef meslektaşımla beraber güvenlik gerekçesiyle, kayıtlı olan tüm yolcular sayılıncaya ve şömine kapanıncaya kadar burada kalmamız gerekiyor. Durumu anlayacağınıza eminim.”

Rookwood’un gözlerindeki sıkılmış görünen ifadeden, adamın onların konu hakkındaki fikirlerini önemsemediği anlaşılabilirdi.

Beklenti hissi midesini bulandırırken Hadrian sessizce kenarda durmuş, boş bakışlarla şömineyi seyretmeye koyulmuştu. Birkaç dakika sonra nihayet annesini görebilecekti. Bu düşünce dudaklarında küçük bir gülümsemenin belirmesine neden oldu.

Hadrian şömine haricinde neredeyse boş olan odaya göz atmaya başladı. Gözleri en sonunda Rookwood’un yanında bekleyen ikinci adama takılmıştı. Diğer adam zayıf ve keldi - yüzünün yan tarafından çenesinden aşağı doğru inen ve yüzüne ürkütücü bir görünüm veren büyük bir yara izi vardı. Formunu dimdik tutuyordu ve boncuk gibi olan gözleri sinir bozucu bir yoğunlukla Rookwood'un üzerindeydi.

Diğerinin gözlerindeki karanlık parıltının ne anlama geldiğini bilmek isteyerek meraklı bir şekilde büyüsüyle - fark ettirmeden - adamı dürttü. Büyüsü diğeriyle temas ettiği anda, sağlıksız miktarda bir tiksinme, zehirli bir kıskançlık ve özlem hissinden oluşan bir duygu yumağıyla karşılanmıştı. Hadrian sırıtışını güçlükle engelledi.

Bu adam her kimse, Rookwood'a karşı bir çeşit kin beslediği belliydi. Hadrian net bir şekilde bu kıskançlığın Rookwood'un, Voldemort'un güçlerinin başında olmasıyla bir ilgisi olduğunu söyleyebilirdi. Hadrian, çoğu Ölüm Yiyen hakkında pek bilgi sahibi sayılmazdı - ama en üst kademede olanlar, çocukken sürekli olarak incelediği ve gözden geçirdiği bir konu olmuştu.

Ne de olsa eninde sonunda kimleri indireceğini öğrenmesi gerekiyordu, değil mi?

Rookwood önemli birisiydi, ama bu adam... O kadar da önemli değildi. Ölüm Yiyenler’in bile kendi aralarında bu tür çekişmeleri olabiliyordu demek ki.

Bir kez duyulan bir çan sesi tüm odayı doldurduğunda tüm dikkatler şömineye yöneldi. Rookwood asasını çıkararak şömineye bir kez vurdu. Bunu yaptığı anda şömine bir kez parlamış, bunu gören Hadrian da Bakan Lécuyer’in yanına gitmek için hareketlenmişti.

Şöminenin içerisindeki alev tekrardan canlandığında beş figür hızlı adımlarla ileriye doğru fırladı. Hadrian, çıkanların arasında Müsteşar’ın da olduğunu fark etti. Ve adamın tam arkasında da -

“Fleur?” Hadrian, Lécuyer ve diğer görevliler arasındaki selamlaşmayı bölerek gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Muhteşem cadı gülümseyerek ileriye doğru adımlamış ve yanaklarının ikisine de kocaman birer öpücük kondurmuştu. Kızın yüzü mutluluk ve gururla parıldıyordu. “ ‘adrian!”

Kızın berrak ve müzikal sesi, içinde olduğu sersemliği bozdu. Küçük bir sırıtmayla Fleur’ü yanaklarından öpmüş, sonrasında da ona sıkıca sarılmıştı. Fleur ondan birazcık uzun olmasına rağmen boyları arasındaki fark fazla değildi. Kız sivri çenesini Hadrian’ın omzuna yerleştirerek yumuşak bir kahkahayla güldü.

“Seni özledim,” diye fısıldadı. Hadrian, Fleur’ün dudaklarından dökülen Fransızca kelimeleri keyifli bir şekilde dinlerken gözlerini yumdu.

“Ben de seni özledim.” Ayrıldıklarında Fleur eleştirel bir ifadeyle gözlerini vücudunda gezdirdi. Sonrasında da hayal kırıklığına oldukça benzeyen bir ses çıkarmıştı.

“Yeterince yemek yemiyor musun?” Hadrian kıkırdadı ve oyuncu bir tavırla gözlerini devirdi.

“Yediğime yemin edebilirim. Cidden, yeni bir hobi bulmalısın. Bana annemmiş gibi davranmanı gerektirmeyecek olan bir tane olabilir mesela,” dedi hafif alaycı bir tonla. Fleur’ün gözleri bunu duymasıyla eğlenmiş bir ifadeyle parladı.

“Kendine düzgün bir şekilde bakabildiğine ikna olunca, seni kendi haline bırakacağım. Ortalıkta olmadığım süre boyunca ne kadar ihmalkar davrandığını düşünmek bile istemiyorum.”

Hadrian kollarını çaprazlarken gülümsemesini güçlükle bastırabilmişti. “Ortalıkta olmadığın süre mi? Gerçekten, bugünlerde buna böyle mi diyorsun? Bununla ilgili hatırladığım tek şey, ‘onurunu’ yaraladığım için seninle düello yapmamı istediğin ve istediğini alana kadar peşimden ayrılmadığın gerçeği.” Kendini beğenmiş bir ifadeyle arkasına yaslandı. “Bunu yapmak gerçekten bir işine yaradı mı peki?”

Fleur alnına düşen saç tutamlarını kenara doğru itti. Elini vücudunun yan tarafına indirmeden önce parmaklarını boynundaki zarif kolyeye doladı. Dudaklarıysa sade ama sevecen bir gülümsemeyle yukarıya doğru kıvrılmıştı. “Oldukça işime yaradı aslında.”

Hadrian, Fleur'ün mezuniyetinde hediye ettiği kolyeyi taktığını fark edince sıcak bir hissin içinde yayılmaya başladığını hissetti. Kolyeyi, tatil günlerinden birinde evinin yakınlarındaki bir mağazadan anlık bir kararla satın almıştı. Fleur’le olan ilişkilerinin en düşmanca safhasını aştıkları zamanlardı. Yarı - veela arkadaşına - mezun olup hayata açılmadan önce - ona değer verdiğini ve saygı duyduğunu gösterecek güzel bir şey hediye etmek istemişti.

O küçük ve basit kolyeyi hala taktığını görmek, belli belirsiz de olsa yanaklarının kızarmasına sebep oldu. Kolyeyi Fleur’e verdiğinde kızın nasıl böbürlendiğini hala hatırlayabiliyordu.

“Mösyö Evans.” Ona seslenildiğini duymasıyla dikkatini arkadaşından uzaklaştırdı. Hadrian tam da o an, odaya birkaç kişinin daha geldiğini ve birçoğunun da beklenti dolu yüzlerle onları izlediğini ufak bir şaşkınlıkla fark etti. Lécuyer kaşlarından tekini kaldırdı ve başıyla şöminenin bulunduğu tarafı işaret etti. “Seni görmek isteyen birisi var.”

Hadrian, Bakan Lécuyer’in bahsettiği kişiyi görmek için dönerken keskin bir nefes aldı. Bakışları anında annesinin büyülenmiş formuna kilitlenmişti. Düşünmeye fırsat bile bulamadan kendisini onun yanına doğru ilerlerken buldu. Üzerindeki bakışları göz ardı ederek kollarını annesinin minyon vücuduna sardı ve kadını göğsüne doğru sıkıca bastırdı.

Onu görmek Hadrian’a derin bir rahatlama hissi vermişti. Onu görmeyeli sadece birkaç hafta olmasına rağmen – annesinden ayrı kaldığı en uzun zaman diliminin yakınından bile geçmiyordu -  olaylar ve maruz kaldığı stres Hadrian’a çok fazla gelmişti. Tereddüt etmeksizin güvenebileceğini bildiği tek insanı kollarının arasında tutmak, duygusal bir boşalım anı yaşamasına sebep olmuştu.

Lily’nin elleri kendisininkiyle eşit bir kuvvetle ona sarılırken, Hadrian’ın ismini yumuşak ve zar zor duyulan bir sesle mırıldandı. Hissettiği rahatlık o tek kelimede bile kendini belli ediyordu. Sanki oğlunu tekrar görebiliyor olmak tüm endişelerini ve korkularını ortadan kaldırmış gibiydi.

Uzun bir süre öylece kaldılar. Sonrasında Hadrian geri çekilmiş ve annesinin yüzüne dökülen siyah saç tutamlarını kulağının ardına sıkıştırmıştı. “Maman.”

Normalden daha parlak ve Hadrian’ın rengiyle eşleşen gözler, dikkatli bir şekilde vücudunda gezindi. Saliselik bir anda gözlerinde beliren ifade, o daha ne olduğunu anlayamadan geldiği gibi kaybolmuştu. Annesi bir eliyle yanağını kavradığında ona gülümsedi. “Güvende olduğun için çok mutluyum.”

Başka bir odaya götürüldükten neredeyse bir saat sonra Hadrian, Lily’nin yanına geldi. Annesi orada olan politikacıların çoğunu tanıdığından, Hadrian’ın katlanmak zorunda kaldığı tanışma faslı boyunca pek bir şey söylememişti. Ancak Hadrian, günün sonunda her şeyi tartışmaları gerekeceğini biliyordu.

İlk görevi annesine söylemek zorunda kalacağı gerçeği, ona oldukça ürkütücü geliyordu. Turnuvayı kazanmanın onlar için faydalı olacağını söylemişti, ama olur da ilk görevde ölürse planları suya düşerdi. Annesinin, bir mantikorla karşılaşacağını duyduğuna memnun kalacağını pek sanmıyordu.

Bunlara ek olarak bir de, odada sinsi sinsi dolaşan Éric problemi vardı. Hadrian, bu kadar çok tanık varken adamın onunla konuşma girişiminde bulunmayacağının farkındaydı. Özellikle de yanında annesi varken, Jacob hakkında bir şeyler konuşmak için yaklaşacağını düşünmüyordu. Bu yüzden bunu elinden geldiğince ertelemeyi isteyerek annesinin yanından ayrılmamıştı.

“Yarın gece için ne yapmayı planlıyorsun?” diye sordu sessizce. Nispeten tenha bir köşede olduklarından bu konuyu açabilecek kadar güvende hissetmişti.

Dürüst olmak gerekirse - Bakan Lécuyer yarın gece ve ondan sonraki gece üç ülkeden toplanan politikacıların, şampiyonların ve onların ailelerinin küçük bir partiye katılmaları isteneceğini söylediğinde hazırlıksız yakalanmıştı.

Normal bir durum olsaydı Hadrian fazla endişelenmezdi. Sonrasında Lécuyer, ilk gece Karanlık Lord’un da aralarına katılacağını eklemişti – işte film asıl o kısımdan sonra kopmuştu.

Annesi ne kadar güçlü olursa olsun, onun Voldemort’un etrafında olmayı kaldırabileceğinden emin oluncaya dek aynı odada olmalarını istemiyordu.

Hadrian, diğeriyle kayda değer bir karşılaşma yaşamamış olmasına rağmen kendini bastırmakta güçlük çekiyordu. Voldemort, Godric’s Hollow’daki evlerine girdiği gece annesi oradaydı. Adama karşı mücadele etmiş ve kendilerini koruyabilmek için onu da alıp kaçmıştı.

Lily sesli bir şekilde iç çekti. “Bilmiyorum. Yarın gece gitmemem şimdilik en iyisi olacak gibi. Ama bir yandan, seni onlarla tek başına bırakma fikri de hoşuma gitmiyor.”

Hadrian onun bu endişeli haline gülümseyerek omzunu annesinin omzuna dokundurdu. “Köpekbalıklarıyla dans etmekten bir zarar gelmez maman, bir geceliğine hayatta kalmayı başarabilirim,” diye güvence verdi Hadrian. Bakışları etraflarındaki politikacıların üzerindeydi. “Ve ilk gece oraya gelmemen konusuna katılıyorum. Orada olmak sana iyi gelmeyebilir.”

Lily başını eğdi. “Sanırım ani olarak gelişen orta halli bir şömine rahatsızlığı vakası beni ilk gece için maruz göstermeye yeter. Buraya geliş şeklimizi göz önüne alınca hiç de şüpheli bir durum değil üstelik. Uluslararası yolculuklar bedeni yormasıyla biliniyorlar ne de olsa.”

Hadrian kurnaz bir şekilde hımladı. "Bağışıklığın da, en son geçirdiğin soğuk algınlığından dolayı hassas bir durumdaydı zaten.” Lily’nin yeşil gözleri, onaylayan bir ifadeyle ona baktı. “Basit bir parti için kendini zorlamana gerek yok. Rahatsızlığının ilerlemesi gibi bir riski göze almamamız en iyisi olacaktır, değil mi maman?” diye devam etti Hadrian. Sözleri sevecen ve düşünceli bir oğlu, ses tonu ise yaramaz bir çocuğu andırıyordu.

Lily, parmak boğumlarını ovuşturdu. “Kesinlikle. Benim adıma gereken özürleri iletmeni umuyorum.”

“Tabi ki de.”

Annesi tekrardan iç geçirdi, bu seferki öncekinden daha sesliydi. “Orada yanında ben olmadan iyi olacağına emin misin? Seni onlarla yalnız başına uğraşmak zorunda bırakma düşüncesini cidden sevmiyorum.”

Hadrian neşesiz bir ifadeyle gülümsedi. “Şimdiye kadar her şey yolunda gitti. Ayrıca, etrafında dikkatli olmam gereken kişiler benim hakkımda çoktan kendi fikirlerini oluşturdular bile. Onlara göre ben yetenekli bir bulanığım. Fark edecekleri kadar iyi, ama özel bir ilgi odağı olmak için fazla kirliyim.”

“Lütfen şaka bile olsa, o terimi kullanma,” dedi annesi sert bir sesle. Hadrian özür mahiyetinde kafasını eğdi.

“Haklısın, özür dilerim. Böyle söylememeliydim.”

“Sorun değil. Her halükarda ne demek istediğini anladım.” Annesi konuya tekrardan dönerek konuşmasına devam etti. “Pekala, tek başına iyi olacak mısın?”

Hadrian sol elini Lily’nin omzuna yerleştirdi. “Maman, kesinlikle iyi olacağım. Bir sorun çıkmayacak,” dedi sert, ama bir o kadar da kibar bir tonla. Endişe duyması tatlı, ama gereksizdi. Bir aydan fazla bir süredir kendi başına gayet iyi bir iş çıkarmıştı. Tek başına bir gece daha geçirmek onu öldürmezdi.

Ancak Lily artık onu dinlemiyor gibiydi, gözleri koluna – daha doğrusu, ceketinin altından kısmi olarak kendini gösteren bilekliğe – sabitlenmişti. “O şey de ne öyle?”

Hadrian refleksif bir hareketle elini kendine doğru çekti. Annesinin sesi gördüğü şeyden pek de memnun değilmiş gibi geliyordu. “Şampiyon olmanın bir gerekliliği olarak takıldı. Bütün şampiyonlarda var.”

“Peki ne işe yarıyor?” Kadının sevimli yüzü, düşünceli bir şekilde buruştu.

Hadrian hafifçe somurttu. “Belirsiz. Takıldığı gün sağlığımızı izlediği ve görevler arasında hayatta kalmamızı sağlamak için bizi tehlikeli büyülere ve zehirlere karşı koruduğu söylendi."

Lily gümüş yılanı tiksintiyle izlerken sustu. Ancak bu ifadesi çok geçmeden yerini meraklı bir ifadeye bırakmıştı. “Yılanın gözleri neden parlıyor?”

Hadrian cevaplamak – Voldemort’un kendi bilekliğine yaptığı değişik bir şey yüzünden parladığını söylemek - için ağzını açtı. Ancak o an, tek kelime etmeden sessizliğe gömülmenin daha iyi bir fikir gibi göründüğünü düşündüğünden susmuştu.

Annesi bu olaylar yüzünden zaten yeterince stresliydi. Karanlık Lord'un özellikle ona odaklandığını ve bilekliğine şüpheli bir şeyler yaptığını duymak, ona normalden daha fazla stres yüklerdi. Neler olduğunu kendi kendine de bulabilirdi. Annesine endişelenmesi için başka bir sebep vermeye hiç gerek yoktu.

O yüzden "Bilmiyorum," diyerek omzunu silkti. Teknik olarak yalan söylemiş sayılmazdı. “Bileklik takıldığı anda yılanın gözleri parlamaya başladı." Bu da yalan değildi. Annesinin düşünceli bir ifadeyle kaş çatışını izledi. Lily, verdiği cevaptan memnun değildi. Ancak Bakan tekrardan konuşma yapmaya başladığından, şimdilik konuyu kapatmasına izin vermekten başka bir seçeneği kalmamıştı.



.

 

.

 

.

 

 

Hadrian içkisinden yavaş yudumlar alırken bir köşede sessizce ayakta bekliyordu. Bakışları dikkatli bir şekilde önündeki kalabalığı taradı. Partinin ilk gecesi, bayağı ilerlemişti. Şimdiye kadar Hadrian, insanların ilgisinden önemli bir ölçüde kaçınmayı başarabilmişti.

Bakan Lécuyer gecenin ilk yarısını Hadrian’ın yanında - akademik başarılarını, olağanüstü becerilerini anlatarak ve safkan bağnazların onu kayda değer bir tehdit unsuru olarak görmesini sağlamak için dil dökmekle harcamıştı. Aralarından birkaç tanesi kadının kelimelerini ciddiye almış gibiydi. Ancak çoğu, bunun hakkında sorular sormak ve ona yaklaşmak için fazla gururluydu.

Dün annesiyle konuşurken yaptığı patavatsız yorum, her ne kadar aşağılayıcı olsa da tamamen doğruydu. Buradakiler tarafından bulanık olarak değerlendiriliyordu ve bu nedenle de onun dikkate değer olmadığını düşünüyorlardı. Ah, gecenin başlangıcında elitlerden birkaç kişinin akbaba sürüsü gibi yanına gelip ona sözleriyle saldırdığı anı unutmamak gerekirdi – ama onları idare etmek Hadrian için fazlasıyla kolay olmuştu.

Konuşurken gülümsemeyi ve pohpohlayıcı yorumlar eklemeyi ihmal etmediğinden hepsi de akıllarında Hadrian’ın son derece çekici olduğu, ama tehditkar olmadığı düşünceleriyle onu yalnız bırakmışlardı.

Bu onların problemi. Hadrian küçük bir gülümsemeyle düşündü.

Bu böyle devam ederse çok fazla kişiyle yüz göz olmadan geceyi atlatacak gibiydi.

Draco’yu babasının yanında beklerken gördü. Bakışları birleştiğinde sarışın genci şakacı bir şekilde selamladı. Slytherin zar zor gizlediği bir can sıkıntısıyla, Hadrian'ın selamına etkilenmemiş bir bakış attı.

Onun oğlu olman benim hatam değil.

“Partinin tadını çıkarmak yerine gölgelerde gizlenmenizin özel bir nedeni var mı Bay Evans?” Yanı başında tıslayan bir ses duyduğunda tam anlamıyla şoke olmuştu. Arkasını hızlı bir şekilde döndüğünde yoğun bir şekilde üzerine sabitlenmiş olan kızıl bakışlarla karşılandı. Hadrian'ın kadehi etrafındaki parmakları istemsizce sıkılaştı.

“Lord Voldemort,” diye selamladı. Unvan ve ad arasındaki istemsiz duraksaması, sesinin doğallıktan yoksun bir halde çıkmasına sebep olmuştu. Rahatsızlık hissini üzerinden atarak adamın ona biraz önce sorduğu soruyu yanıtladı. “Korkarım bu akşam pek sosyalleşme havamda değilim.”

“Ah, evet.” Karanlık Lord yumuşak bir tonla konuştu. “Annenin rahatsızlığı sebebiyle bu akşam aramıza katılmayacağını duydum. Doğal bir şekilde onun durumu düşüncelerini meşgul ediyor olmalı.”

Hadrian, bu tavrına gerekçe olarak kendine sunulan mükemmel bahaneyi duyduğunda gözlerini kırpıştırdı. İçinden kaşlarını çatmasına rağmen kendini başını sallarken bulmuştu. Bırakalım da adam istediğini düşünsün... Hadrian için diğerinin düşünceleri pek bir önem arz etmiyordu.  

“Uluslararası yolculuklar, uzun mesafeli seyahatlerde gereken sihir miktarı sebebiyle hassas durumda olan insanlar için genellikle zor geçer.” Voldemort başını salladı. “Lütfen ona, en hızlı şekilde iyileşmesi yönünde iyi dileklerimi iletin. İyi akşamlar Bay Evans.” Bunu söylemesiyle beraber, sürüngen görünümlü adam emin adımlarla yanından uzaklaştı.

Hadrian kısılmış gözlerle diğerinin gidişini izledi. Zihni olanlar yüzünden hala sersemlemiş bir vaziyetteydi. Biraz önce ne yaşamıştı öyle?

Aklına gelen düşünceyle birden kaskatı kesildi. Aldığı nefes boğazında düğümlenmişti.

“Annenin rahatsızlığı sebebiyle bu akşam aramıza katılmayacağını duydum.”

Adam, bunu Hadrian'ın dün annesiyle konuştuğuna benzer bir şekilde ifade etmişti. Kelime kelime aynı değildi, ama yine de... Tesadüfi olmaktan fazlasıyla uzaktı.

“ ...bu akşam aramıza katılamayacağını duydum.”

Annesinin İngiltere'ye gelmeden ‘önce’ geçirdiği soğuk algınlığından kimseye bahsetmemişti. Arkadaşlarının çoğu annesinin iyi hissetmediği açıklamasını yeterli bir cevap olarak görmüştü. Ve Voldemort’un bunu bilmesine imkan...

  “...duydum.”

Arkasındaki pencerede küçük ve kılcal boyutta çatlaklar oluşmaya başlarken Hadrian gözlerinin karardığını hissedebiliyordu. Karanlık Lord’a baktığında, sanki biraz önce onu dinlediğini ağzından kaçıran kişi kendisi değilmiş gibi etrafındaki politikacılarla sohbet ettiğini gördü.

Orospu çocuğu.